Osman Ulagay*
İstanbul’un Üsküdar semtinde farklı işlerle uğraşan vatandaşlara, Türk lirasının son zamanlardaki hızlı değer kaybı konusunda ne düşündüklerini soran Financial Times gazetesinin iki muhabiri(Laura Pitel ve Burhan Yüksekkaş), aldıkları cevaplara biraz şaşırmış. Konuştukları kişilerin çoğu Türk lirasının değer kaybını ve doların yükselişini esrarengiz komplo teorileriyle açıklamış. Bir döviz bürosunun yetkilisi, “Amerikalı, İngiliz ve Hollandalı karanlık tiplerin bazı Yahudi ailelerle işbirliği yaparak doları yükselttiğini ve dış mihrakların Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesini önlemeye çalıştığını” söylemiş. Liranın değer kaybını “faiz lobisinin oyunlarına” bağlayanlar da varmış. FT muhabirleri, hayat pahalılığı nedeniyle halinden şikayetçi olan vatandaşların bile AKP iktidarını suçlamadığını, kabahati Erdoğan’da aramadığını belirtiyorlar.
Dünya finans piyasaları Üsküdar halkı gibi düşünmüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçenlerde Londra’da yatırımcılarla yaptığı toplantıda, katılanların en insaflı olanlarının “eksantrik” diye nitelediği faiz teorisini anlatarak herkesi şaşırttı. Toplantıya katılanların bu anlayışla yönetilen bir ülkeden umut kesme noktasına geldiği de yaptıkları açıklamalardan anlaşılıyor.
Türk lirasının son dönemde en çok değer kaybeden para birimi olması da, Türkiye’nin krizi atlatmak için IMF’ye başvurmak zorunda kalan Arjantin ile birlikte anılmasına yol açıyor. Oxford Economics’in araştırmasına göre, ABD’de faizlerin artmaya başlamasından ve doların değer kazanmasından en olumsuz etkilenen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Yapısal cari açıktan ve yüksek enflasyondan kurtulamayan, üstelik petrol ithalatçısı olan Türkiye’nin, doların yükselişine hazırlıksız yakalanan ülkelerin başında gelmesi de içine girdiğimiz kısır döngünün kırılmasını ve liranın değer kaybının durmasını zorlaştırıyor.
Türkiye piyasalarla inatlaşmanın bedelini ilk defa ödemiyor. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde yaşanan inatlaşma Türkiye’yi bir kısır döngüye sürüklemiş ve sonunda 5 Nisan 1994’de açıklanan radikal kararlarla IMF’nin kapısı çalınmıştı. (Bu noktaya nasıl gelindiğini Kasım 1994’de Krize Adım Adım başlığıyla yayınlanan kitabımda ayrıntılarıyla anlatmıştım.)
Bugün gelinen noktada da bir yandan cömert seçim vaatleriyle kamu açığının büyütülmesi, diğer yandan TC Merkez Bankası’nın(TCMB) kararlı bir tutum içine girerek piyasaları tatmin edecek boyutta bir faiz artışına gitmemesi Türkiye’yi bir kısır döngüye sürüklüyor. Bu hamle geciktikçe Türkiye, parası en çok değer kaybeden ülke olarak gündemde kalmaya devam ediyor. Bu süreçte liranın değer kaybı sürerken TCMB’nin gösterge faizi dışındaki bütün faiz oranları yükselmeye devam ediyor ve “faizin yükselmesi ekonomiye zarar verir, yatırımı ve büyümeyi düşürür” diyenlerin korktuğu şey başlarına geliyor. TCMB’nin kararlı müdahalesi geciktikçe ödenmesi gereken bedel de ağırlaşıyor.
Sorunun temelinde piyasaların şu anda Türkiye’yi yöneten anlayışa duyduğu güvenin tamamen kaybolmuş olması yatıyor. Piyasalardaki bu güven kaybı, doların yükselişi nedeniyle zaten mercek altına alınmış olan Yükselen pazar ülkeleri içinde Türkiye’nin olumsuz biçimde ayrışmasına yol açıyor.
Piyasaların daha önce prim vermiş olduğu bir ülkenin onları yanıltarak “yatırım yapılamaz ülke” konumuna düşmesi, bu ülkeye duyulan tepkiyi daha da keskinleştiriyor. Economist dergisinin son sayısında yer alan değerlendirmenin başlığı şöyle: “Yatırımcıların gözdesi olan Türkiye nasıl ‘çöp’ ratingi alan ülke durumuna düştü?”
Türkiye’nin bu duruma düşmesinde medya kuruluşlarının büyük bölümünün iktidarın etkisi altına girmesinin ve gerçekleri olduğu gibi ortaya koymanın giderek zorlaşmasının da önemli payı var. Bu ortamda toplumu başarı öyküleriyle avutmak ve tüm olumsuzlukları dış mihrakların komplolarına, sinsi güçlerin oyunlarına bağlamak ve insanları buna inandırmak kolaylaşıyor. Bu insanları, ekonominin istikrara kavuşması için alınması gereken önlemlerin önemine inandırmak ise zorlaşıyor.
Milliyet yazarı Yaman Törüner, önceki günkü yazısında, Basın Konseyi’nin Cumhurbaşkanı adayı olan altı siyasetçiye gönderdiği mektupta yer alan basın özgürlüğüyle ilgili taleplere dikkat çekerek şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu konuda alınacak tedbirler, ülkemize sermaye girişini artıracak, ülke notunun yükselmesine katkı sağlayacak ve piyasa sistemi ile olan bağlantımızı güçlendirecektir. Cumhurbaşkanı adaylarının yapacağı açıklama, uluslararası ortamda ekonomimize ve siyasetimize duyulan güveni artıracak, muhtemelen içinde bulunduğumuz döviz krizi ile ilgili sıkıntıların bir bölümü de bu sayede çözülecektir. “