"PKK'da aşk yasak, bu yüzden infaz edilenler oldu"

"PKK'da aşk yasak, bu yüzden infaz edilenler oldu"

PKK’ya katılıp 90’lı yıllarda örgüt üyeliğinden dokuz buçuk hapis yatan, hapisten çıktıktan sonra örgütle bağını tamamen koparıp Dağbozumu, Yoldaşını Öldürmek, Sığınamayanlar kitaplarını yazan Aytekin Yılmaz, PKK’nın örgüt içi infazlarından, infaz edenlerin yakınlarının yaşadıkları bölgede ‘hain yakını’ damgası yemesine, 17 bin olarak belirtilen faili meçhul sayısının 7 bin civarında olduğundan, örgütteki kadınların durumuna, 12 Eylül döneminde Diyarbakır cezaevinde hapis yatıp mağdur olanların, 90’larda Bayrampaşa cezaevinde zalim olmasına kadar çok sayıda konuyla ilgili soruları yanıtladı. 

Yılmaz, devletin sürekli kendine bir düşman yaratarak kendini var ettiğine ve cemaati de düşman listesine yazdığına değindi. PKK'daki aşk yasağına da değinen Yılmaz, örgüte katılıp dağa çıkan ardından Avrupa’ya giden kadınların çocuğunun olmadığına dikkat çekti. Yılmaz, “Çok fazla soğuğa maruz kalan kadınların yumurtalığı çok erken etkileniyor. Kürt hareketi bu konuda çok katı oldu. Dağın içi bir gün açıldığında, bundan mustarip olmuş çok fazla insanla karşılaşacağız!” dedi.

Nokta Dergisi’nden Fatih Vural’a konuşan Aytekin Yılmaz’ın sözleri şöyle:

-PKK üzerine, deneyimlerinizden de hareketle yazdığınız kitapların sonuncusu olan Sığınamayanlar’dan yola çıkarsak, örgütün infaz politikalarını da, devletin pişmanlık dilekçesini de reddeden o sıkışmışlık hali nereye tekabül ediyor?

Uzun yıllar dağda gerilla mücadelesine katılmış; ama örgütün işleyişi ya da kendi psikolojik durumları nedeniyle dağdan inmeye ya da kaçmaya karar vermiş insanların hikayesi, Sığınamayanlar. On, on beş yıl dağda kalınca ayrılmaya kolay karar veremiyorsunuz. Romandaki kahramanımız Besna da “İki günde çıktığım dağdan iki yılda inemedim” diyor.

 

“İşaretsiz mezarlar, PKK’yı ve devleti çok yoracak”

 

-“Dağ”ın nasıl bir metaforik anlatımı var?

Dağ, özgürlüğün sembolü olarak romantize edilse de, antidemokratik uygulamalara başlamış bir örgütte kalmaya devam ettiğiniz andan itibaren masumiyetini kaybediyor. Hiyerarşiye girdiğiniz anda özgürlükler kısıtlanıyor, romantizm bitiyor.

-Bu yönüyle örgüt, devlete mi benzemeye başlıyor?

Devleti eleştirsek de, beğenmesek de, yasaları ve hukuku var. İllegal, yeraltı örgütler kimseye hesap vermeyecekleri ve belli bir hukukları olmadığı için karşınıza ne geleceğinizi bilemezsiniz. Romanın bir bölümünün başlığı da “İşaretsiz Mezarlar”. İleride PKK ile devlet, geçmişin muhasebesini masaya yatırırsa en çok burada yorulacaklar. 

-Neden?

Çünkü otuz iki yıllık silahlı mücadele döneminde, örgüt içi infazlarda öldürülenlerin ne ailelerine haber verildi, ne de mezarları oldu. İşaret konmadığı gibi, “Zamanla unutulsun” denilerek gömüldüler. Zaman geçtikten sonra bazı aileler, “Çocuğumuzun öldürüldüğünü biliyoruz. Bize mezarını gösterin” dediler. O infaz yaşandığında, orada olan bir, iki komutan yaşıyorsa şanslısınız! Ama aradan beş, altı yıl geçtiğinde o komutanlar da mezarı bulamıyor. Çünkü mezar, arazinin şekline uymuş, kaybolmuş. Ayrıca, mezar bulma sorumluluğunu da bir gerilla kolay kolay üstlenmez. Mezarın yerini ya infaz edenler, ya da ona yardımcı olanlar bilir. Dolayısıyla o mezarın yerini gösteren kişiler, infazın da ortağıdır. Yaşıyor da olsalar o mezarı göstermezler.

 

“Solcu ve Kürt mahallelerde kimse hain yakını olmak istemiyor”

 

-İnfaz edilen çocuklarının mezarını dahi bilmeyen ailelerin PKK’ya bakış açısı nasıl şekilleniyor, örneğin bir isyanda bulunuyorlar mı?

Böyle bir isyan olmuyor. Yoldaşını Öldürmek kitabımda, infaz edilenleri yazmıştım. Sonra o ailelerden bazıları bana ulaştı ve konuştuk. 

-Ne dediler?

Kimse, sol ve Kürt mahallesinde “hain yakını” olmak istemiyor! 

-Mahalle baskısı mı var?

Kesinlikle. Seslerini çıkaramadıkları gibi, mahalledeki tepkiler ağır da geldiği için göç ediyorlar. 1990’larda yaşanan bir olay var... Savcılık, “Gelin, cenazenizi alın” diye aileyi arıyor. Aile gidiyor; ama cenazeyi şehre götüremiyor. Bunu yazınca o mağdurun kardeşi, yirmi bir yıl sonra beni buldu. Meğer, Diyarbakır’da yaşayan aile, infaz edilen çocuğunu Marmara’nın bir şehrinde, kimsesizler mezarlığına gömmüş. Oğullarına “Hain, işbirlikçi” denilince, anne ve baba da “Başımıza bir iş gelir mi?” diye paniğe kapılmış. 

Herhangi bir sol radikal örgüt, eline silah aldığı andan itibaren, devletle çatışmada arta kalan zamanda kendi yoldaşlarını öldürmeye başlıyor. 1980’den sonra dört örgüt silahlı mücadele ile birlikte bunu yapıyor. 

Aytekin Yılmaz

-Hangi örgütler onlar?

PKK, DHKP-C, TİKKO ve MLKP. Hatta bu örgütlerdeki insanlarla konuştuğunuzda size “Bunlar Fransız Devrimi’nde de olmuş” savunması yaparlar. 

-Öcalan ne zaman, örgüt içi infazlar sonucu öldürülenlerin mezarının bulunmasını istedi?

İmralı’ya girdikten sonra. 

 

“17 bin faili meçhul yok”

 

-Örgüt içi infazda yaklaşık sayı biliniyor mu?

Öcalan’ın verdiği sayı, 15 bin civarında. Ama bu sayı fazla abartılı. Sadece o değil, faili meçhul cinayetlerde de verilen 17 bin sayısı yanlış. Dicle Haber Ajansı’ndan Mehmet Hatman, on yıl süren ve bütün kurumlara giderek yaptığı araştırmasında 4 bin 563 faili meçhul sayısına ulaştı. “Daha da fazla olabilir” diyor, hadi 2 bin daha ekleyelim. Yine de yarısı bile yapmıyor! 

-Örgüt içi infazlar genelde hangi nedenlerden kaynaklanıyor?

Muhalefet ve hizipleşme.

 

“PKK’da aşık olmak yasak”

 

-Kadın-erkek ilişkileri?

Bu gerekçeyle yapılan infazları genellikle PKK gerçekleştirmiş. 

-PKK içinde aşık olmak yasak mı?

Yasak. “Yoz ilişki” olarak değerlendiriliyor. “Savaş koşulları buna müsaade etmiyor” deniyor.

 

“Uzun yıllar dağda kalan kadınların çocukları olmuyor”

 

-Bu savaş koşulları, Sığınamayan’larda bahsettiğiniz gibi, kadının kimliğini törpüleyip ya da erkeksileştirip öldürüyor mu? 

1980’lerin sonunda başlıyor bu yasak. Çünkü yoğun bir üniversiteli katılımı var. Öcalan’ın kişisel hikayesinden de kaynaklı olduğu düşünülebilir. Bu yasağı getirirken, “Biz bile bu evlilik ilişkisini sürdüremedik. Sizin gibi unsurlar bunu nasıl gerçekleştirebilir?” diyor, Öcalan. Bazıları bunu onayladı; ama bazıları da yasak olmasına rağmen gizli ilişki yaşadılar. Anlaşıldığı anda kimisi kaçtı, kimisi infaz edildi, kimisi de affedildi. 

Hatırlarsınız, PKK’ya yoğun kadın katılımının ardından, 1990’lı yılların ortalarına doğru PJAK kuruldu. İlk konferansta “Eğer mücadele uzun yıllara yayılırsa, bu yasak bir cins kırımı yaratır. Bundan otuz yıl sonra çocuk yapmaya karar verdiğimizde, elli yaşında olacağız. Ne yapacağız?” diye kaygılarını dile getirdiler. Korkulan da oldu. 

-Nasıl?

Bunu, kendilerinden dinledim. Uzun yıllar dağda kalıp şimdi Avrupa’da yaşayan bazı kadınların çocuğu olmuyor. Çok fazla soğuğa maruz kalan kadınların yumurtalığı çok erken etkileniyor. PJAK’taki o karşı çıkışa rağmen, aşk yasağı devam etti. Kürt hareketi bu konuda çok katı oldu. Dağın içi bir gün açıldığında, bundan mustarip olmuş çok fazla insanla karşılaşacağız! 

 

“Türkiye’de zalimlik vardiya değişimi halinde”

 

-Sizin gibi, PKK’nın dışına çıktıktan sonra örgütü sorgulayan çok fazla figüre rastlayamamamızın sebebi ne?   

O pek kolay değil. Bireysel yüzleşme meselesidir bu. Radikal sol örgütlerde de karşı durabilen pek fazla aydın yok. Solda duran ağır abiler, ablalar da “Sen bunları yazıyorsun; ama sana karışmıyorlar mı?” diye soruyor. Kaygılandıklarını söylüyorlar.

-Tehdit almıyor musunuz?

Açıktan tehdit aldığım söylenemez. Bağımsızlığını korumak önemli burada. Ben devlete de sözümü esirgemiyorum, PKK’ye de. Sosyal medyada, sabahtan öğlene kadar “yoldaşlar” beni linç ediyor, öğleden akşama kadar da “yandaşlar”. 

-Gün Zileli de yazdı kitabınıza dair, bunu. “Devletin ve örgütün vicdanı yoktur” ifadesi ne anlama geliyor? 

Devletle henüz iktidar olamamış örgüt arasındaki fark, ihtiyar kurtla genç kurt arasındaki farktır. Hangisinin daha zalim ya da özgürlükçü olduğunu, sıkılmış dişlerine bakarak anlarsınız! Bu ülkede zalimlikte, sürekli bir vardiya değişimi var. Sırası gelen zalim oluyor! 

 

“Pişmanlık kağıdınızı verdiğiniz anda siyaseten ölüsünüz”

 

-Zalimlik ve mazlumluk arasındaki bu ince çizgi, gerçek muhaliflerin pozisyon almasını da engelliyor mu?

Çok zorlaştırıyor. Dışlanıyorsunuz. Sığınamayanlar’da da kullandım bunu. “Yaz bir dilekçe bırakayım seni” diyor savcı: “On yıl mı, dilekçe mi?” 

“Yok, ben böyle iyiyim” diyor ve bir duruş sergiliyor, gerilla. Beş sene sonra başka bir savcı gelip “Yaz bir dilekçe, çıkarayım seni” diyor. Devlet sizden pişmanlık dilekçesi aldığı andan itibaren siyaseten ölüsünüzdür! O geçmişle yeni bir başlangıç yapamazsınız. O nedenle devletler bu dilekçeyi çok önemser. O dilekçeyi imzalamadığınız anda devlet öfkeleniyor. Çünkü bir insanı güçten düşüremiyor. Örgüt de “bağımsız” olanı kabul etmiyor. “Sürüden ayrılmış; ama kurt da kapmamış bunu!” O zaman çemberi daraltıyor: “Yakaladığınızda linç edin! Fırsat bulursanız götürün! Ailesine baskı yapın!”

-Size ne dediler?

Benim on yıllık hapis hayatıma dönersek, örgüt sorumlusu, “Midemize taş gibi oturdun” demişti bana. Örgütle beraber olmanıza rağmen hapiste bağımsız kalmanız, çok zor bir durumdur. Sizin için de, örgüt için de. 

 

Diyarbakır’ın mazlumları, Bayrampaşa’da zalim oldu!

 

-Sorgulamalarınız ne zaman ve nasıl başladı?

1992’de Bayrampaşa Cezaevi’ne gittiğimde, kapıdan içeriye girerken, “Gardiyanlar herhalde sopalarıyla linç edecekler beni” diye düşünürken, örgüt sorumluları gelip beni aldılar. Ezberim bozuldu. 

-Ama bu başlangıçtı, değil mi? 

Polis sorgusunda direndiğim ve çözülmediğim için, bana dair bir sorun yoktu. O gece bir örgüt sorgusundan geçtim ki onun yanında polis sorgusunun esamisi okunmaz! Çok sistemli ve yorucu sorulardı. Çözülen arkadaşlar, ikinci akşam aşağı inemiyorlardı. Uygulamaya alındılar! 

-Uygulama?

Polise direnemedikleri ve devrimcileşemedikleri için devrimcileşmeleri lazım! Yoğunlaştırılmış eğitim ve özeleştiri süreci başlıyor. Kimisi on gün, kimisi üç ay sürüyor. Gelişim düzeyine bağlı. 

-Ceza?

DHKP-C’de daha ağırdı. Sorgunda bir örgüt sorumlusunu hedef göstermişsen, cezaevinde infaz! PKK bunu istisnalar dışında yapmadı. 1999’dan sonra PKK’da hiç cezaevi infazı olmadı. 2000’den sonra F Tipi’ne geçilmesinin de bunda payı var. 1980’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde mağdur olanlar, 1990’lı yıllarda Bayrampaşa Cezaevi’nde zalim oldular. Hem sol örgütlerden, hem de PKK’den. On yıl Diyarbakır’da, Mamak’ta, Metris’te işkenceye maruz kalmışsın. Aynısını yıllar sonra kendi yoldaşlarına yapıyorsun. Bu bana çok ağır geldi. Benim aforoz edilme nedenim de baskı yapılan arkadaşlarımın haklarını savunmamdı. Canımı zor kurtardım! 

 

“Cezaevinde seni izlerler, ruhun bile duymaz”

 

-Sığınamamak, arafta durmak, örgütten kopuşun en güvenli hali mi?

“Burada kalsam, yoldaşıma zarar vereceğim” diyorsun. Ben tutuklandığımda, nöbetimi en çok sevdiğim arkadaşıma tutturdular. Nöbetçiliğin kuralı da hiç konuşmayacaksın ve özel ihtiyacının dışında hiçbir şey söylemeyeceksin. Öylece birbirimize bakıyorduk. Bu, insanı bitiren bir şey! Yıllar sonra bazı arkadaşlarla buluştuk. Birisi, “Örgüt sorumlusu bana görev vermişti, işim seni izlemekti cezaevinde. Ne yaparsan yap, gidip anlatıyordum” dedi.

-Ajanlık mekanizması hapishanede de çalışıyor...

Tabii. Eleştirmeye başladığın anda damgayı yiyorsun. Sonra öğrendim ki, yirmi beş kişi, diğer yirmi beş kişiyi takip ediyormuş. Ancak kimsenin kimseden haberi yok! Bunu yıllar sonra bir araya geldiğimizde öğrendik. Poliste çözülmüş olsaydım, bütün bu eleştirileri ve kitapları yazabilir miydim, emin değilim. Bir arkadaşıma da yazmasını önerdiğimde “Benim polis durumum iyi değil, poliste çözüldüm” dedi. 

-Poliste çözülmek, hapse giren bir örgüt üyesi için bitiş noktası mı? 

Evet. Örgüte layık olamadığın, kendine ihanet ettiğin düşünülür. Leninist parti modeli budur. Lenin de, “Çar rejimi, yoldaşlarımızı tutukladığında, poliste ağır işkenceler yapmaktadır. Fakat bunu yaparken bize bir iyilik yapmaktadır. Ak taneyle kara taneyi ayrıştırmaktadır. Bolşevik partisi, gelecekte bu ak taneler üzerinde yükselecektir” der. Devrimi, kalanlarla, direnenlerle yapacak! Özellikle DHKP-C ve TİKKO bunu çok önemser. 

 

“Etyen bana gülmüştü”

 

-Çözüm süreci başladıktan sonra PKK’da, dağdaki hayatta da bir değişim oldu mu? 

1993’ten, ilk ateşkesten beri, PKK hem savaşa hem de barışa göre kendini konumlandırmış bir örgüttür! Son çözüm süreci de dahil, PKK yaşadığı tecrübelerden dolayı bir yandan da savaşa hazırlığını yapıyordur. Nitekim yaptığını da gördük. Ama bunu bilmek için yaşamak gerekmiyordu. Çözüm süreci başladığında bunu yazdım. Etyen Mahçupyan, TESEV’deki ekibiyle bir çalışma yapmıştı, çözüm sürecinde: “Dağdakilerin topluma katılımı nasıl sağlanacak?” Projeydi, bu. Hükümet de işin içindeydi.

-Yayınlanmadı sanırım bu proje?

Yayınlanmadı, evet. 2013 Eylül’ünün ortalarıydı. Mayıs ayında barış süreci başlamıştı. Bu çalışmayı yaparken beni de konuk ettiler. Karşımda da iki tane asistan vardı. “Böyle bir çalışma yapıyoruz. Kandil’e gidiyoruz, Avrupa’ya gideceğiz” dediler, gittiler de. “Çözüm sürecine ne diyorsun?” diye sordu Etyen. “Ne devletin ne de örgütün barış sürecini devam ettireceklerini düşünmüyorum. İkisinin de savaşa hazırlandığını düşünüyorum” dedim.

-Mahçupyan ne dedi?

“Yahu bizde sandık ki bize yardımcı olursun. Moralimizi bozdun” dedi. “Ben bildiğimi söylüyorum, siz de bildiğinizi yazın” dedim. Bu yakın zamanda çatışmalar başladığında Etyen’e değil de, asistanlarından birine yazdım: “Ben, iki taraf da savaşa hazırlanıyor, dediğimde Etyen’le gülmüştünüz, bana.” Çok mahcup olduğunu yazdı.

 

“1923’ten beri devletin bir Kürt projesi olmadı”

 

-Savaşın yeniden başlayacağının ipuçlarını nerede yakaladınız?

Birincisi, AKP’nin, Kürt sorunu gibi bir sorunu çözebileceğine inanmadım, hiçbir zaman. O çapta bir projesi yoktu. 1923’ten bugüne, hâlâ daha devletin, Kürt sorununu çözmek için bir projesi olduğuna inanmıyorum. Dolayısıyla savaşı ne örgüt, ne de hükümet başlattı! Savaşı, projesizlik başlattı.

-PKK’yla savaşım sürecinde on altı hükümet kuruldu ve yıkıldı. Devlet mi böyle bir projeye izin vermiyor?

On yedincisini eskitmeyeceğinin bir garantisi de yok! Otuz yıllık geçmiş bize şunu öğretiyor: PKK ile çarpıştığınızda, gün akşam olduğunda, herkes evine döndüğünde, PKK biraz daha güçlenecektir.

 

Doğan Güreş: Biz bu savaşı düşük yoğunlukta götürüyoruz

 

-Neden?

1923’te Cumhuriyet’in kuruluş döneminde, Malta sürgünlerinden Halil Menteşe adındaki İttihatçı bir bürokrat anılarında, “Bir Cumhuriyet kurduk; ama galiba düşmansız yaşayamaz!” diyor. Türkiye Cumhuriyeti, reformlarla yaşayabilecek gibi değil. 2008’lere kadar “Askeri vesayetten kurtulalım” diyorduk. AKP gerçekten iktidar olduktan sonra manzarayı gördü ki bu iş böyle değil. Var olan devlet kurumlarını Batılı anlamda demokratikleştiremezseniz, eski düşmanlarla devam edersiniz. Hatta AKP, bunlara Cemaat gibi yenilerini ekledi. 

Kemalist, eski Cumhuriyet’in iki tarihsel düşmanı vardı: Solcular ve 1980’lerden sonra PKK. “Düşmanlarla birlikte yaşama konsepti” kuran bir rejim, bizdeki Cumhuriyet. 1995 yılında, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, “Biz bu savaşı düşük yoğunluklu konseptte götürüyoruz” dedi. Normalde bir insanın şunu sorması lazım: “Neden bitirmiyorsunuz?” Kimse bu sormayı sormadı. Demek ki bitmemeli!  

 

"PKK, tam da devletin istediği gibi savaştı"

 

-Vesayetin devamı için düşman ya da tehlikenin varlığı da şart mı?

Şart! AKP de, 2006-2007’den sonra, düşük yoğunluklu, kontrollü bir savaş yürüttü. PKK de ne savaştı, ne barıştı. Yani tam da devletin istediği gibi savaştı! 

-Nasıl yaptı bunu?

1993’e dönelim yine, “Biz savaşa da, barışa da hazırız” dediğin andan itibaren böyle konumlandırırsan kendini, devlet de işine geldiği anda savaş, işine geldiği anda ateşkes moduna girer. 1993’ten sonrasına bakın, devlet çok kritik zamanlarda, gerilla eylemlerinin arttığı dönemlerde, birden düğmeye basıyor! El altından bir haber gönderiliyor: “Silahlı çatışmalar durdurulursa görüşmeye hazırız.” AKP de bunu yapmadı mı? 1993’ten sonra, Erbakan döneminde ve Ecevit koalisyonu döneminde de böyle yapıldı. Burada devlet başarılı oldu. Zamana yaydı. Yaptığı görüşmelerin hiçbiri de gerçek anlamda PKK’yi dikkate alan, onunla oturup bir proje üreten, savaşı bitirme görüşmeleri değildi. El altından yapılan o görüşmelerin amacı, “PKK’yi daha kontrollü bir halde nasıl tutarız?” idi. Hâlâ da aynı yerdeyiz. 

-Oslo Görüşmeleri, istisna değil mi?

İstisna olduğunu düşünmüyorum. Savaş bağıra bağıra geldi. 8 Mayıs 2013’te, Murat Karayılan, “Gerilla güçlerini sınır dışına çekiyoruz” dedi, ertesi gün Bülent Arınç, “Cehennemin dibine kadar yolları var” dedi. Bunu duyan Kandil, hemen olağanüstü toplandı, “Niyetlerini gördünüz mü?” dedi. Kürt sorununu çözecek bir devlet, neden karakol yapıp, korucu almaya devam eder? Acelen neydi? 

 

"Çözümün adresi Öcalan değil, Kandil!"

 

341 karakol ihale edildi, 102’si tamamlandı. 2 bin korucu kadrosu açıldı, bir bölümü alındı...   İşte bunu gören Kandil, Eylül 2013’te gerilla alımına ve hazırlık yapmaya başladı. Bunlar olduğu halde HDP heyeti sürekli İmralı’ya gidiyordu; ama sorun tam da İmralı’ydı.

-Neden?

Ergenekon, askeri vesayet döneminde, 1999 yılında, “Öcalan’ı yaşatırız; ama bir şartla! Örgütü ehlileştirecek, istediğimiz kıvama getirecek, devlet muhalifliği yapmayacak” dedi. Belgelerde çıktı ki, “Evet, bunları yaparım. Bana bir şans tanıyın, savaşı bitireyim. Üç ayda bitiririm” dedi, Öcalan. Üç ayda da bitirdi. 

Askerler, bunu yaparken yanıldıkları bir şey vardı. Sandılar ki Öcalan örgüte hakim, ne derse onu yaptırır! Yanıldılar. Öyle bir şey yoktu. Kandil her zaman öyle göründü. O yıllarda İmralı’dan dışarıya giden talimatlar içinde, örgüt işine geleni hayata geçirdi. 2 Ağustos 1999’daki geri çekilme de öyleydi. “Savaş bitti” dediler; ama bitmemişti. Onlara derin bir nefes aldırdı. PKK hızla toparlandı. AKP hükümeti de dersine hiç çalışmadığı için benzer hatalar yaptı. “Öcalan’la görüşüp şöyle yaparım” dedi; ama hiç de öyle olmadı. “Öcalan’ı İmralı’ya gömdüler” diyen de aynı kafa. Öcalan’la sorun çözülmez. Çözümün adresi Kandil. Öcalan yakalandıktan sonra çözüm üç, beş defa denendi. Üç, beş defa daha denense aynı sonucu alacaklar. Bunu şimdi biraz anladılar; ama pahalıya mâl oldu.

 

HDP’nin karşılığı, Erdoğan’ın başkanlığıydı

 

-Öcalan’ın muhataplığıyla neden çözüm gelmez? Kandil bağımsız mı hareket ediyor?

Kandil, İmralı’dan gelen bilgileri süzgecinden geçiriyor. “Bu kadarı olur, bu kadarı olmaz” diye tekrar iade ediyor. İpin koptuğu yer de şurasıydı: HDP, Öcalan’ın projesiydi. Ama bu defa farklıydı. En iyi HDP ve Demirtaş pazarlaması yapan medya, yandaş medyaydı. BDP, HDP’ye geçtiği zaman, A Haber beni çağırdı. Abartarak anlattılar bu gelişmeyi. Ben de “Abartılacak bir şey değil, bu. Geçmişte de buna benzer oluşumlar oldu. Temkinli olmak gerekir” dediğimde sunucu sinirlendi. HDP’ye bir umut bağlanmış, sorma gitsin! Namık Durukan’ın yayınladığı İmralı Tutanakları’nda gördük, Öcalan, “Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz” dedi. Yani HDP’nin karşılığı, Erdoğan’ın başkanlığıydı. Öcalan’la başlayan yanlış hesap, Kandil’den döndü. “Hayır, seni başkan yaptırmayacağız” dediler. 

 

"PKK Kürtlerin hikâyesidir"

 

-Kandil’siz bir projenin başarılı olma ihtimali yok mu?

Hayır. Şimdi “HDP günah keçisi oldu” diyorlar. On tane HDP değişsin, durum değişmeyecek. Ta ki PKK değişene kadar! Kandil ayağı güçlü biçimde durdukça yeni kurulacak legal parti farklı olmayacaktır. 

Bir kaygı da şu olmuştur: Kurdukları, geliştirdikleri parti, Kandil’in önüne geçmemelidir. HDP yüzde 13 oy alarak, ilk defa dağın önüne geçti. Kandil, HDP üzerine oynanan oyunu gördü. Çünkü HDP ile uyumlu bir Öcalan vardı. Şimdi Kandil, sürece tekrar damgasını vurdu ve “Çözüm için adres biziz” dedi.

-Yüzde 13 oy, 80 milletvekili çıkardıktan sonra HDP’nin Kandil’e direnebilme gücünün ortaya çıktığını ve bunu yapamadığını düşünüyordunuz?

Bu çok iyi bir şanstı. HDP, Kandil’le kavga etmeliydi; ama kavga da etse kâr etmeyecekti, Kandil’in kararı uygulanacaktı. Hendek kararına ne kadar direnebildiler? İki, üç ay dayanabildiler; ama üç ay sonra Demirtaş, Diyarbakır’a gitti ve “Destekliyoruz” dedi. Demek zorundaydı! O nedenle buralara odaklanmanın bir manası yok. PKK, hendeklerden ve ilçeler yıkıldıktan sonra devletin öldürdüğü insanların abisi, ablası, kardeşi oldu! PKK, Kürtlerin hikayesidir. 

-Etyen Mahçupyan da bu hafta içinde benzer bir eleştiri yaparak, “Çözümün sadece PKK ile sağlanamayacağı ne kadar doğruysa, PKK'sız olamayacağı da o kadar doğru” dedi. Sur, Cizre, Nusaybin, İdil’de yaşananlardan sonra çözüm daha mı zor?

PKK, mağduriyet tarlasından besleniyor. Bu yerlerde yapılanlar, yeni mağduriyet tarlaları yarattı. 

 

Kandil CHP’yi ve MHP’yi aynılaştıracağını tahmin edemedi

 

-Devlet, Öcalan’la yeniden görüşmeye başladığında o toplumsal kırgınlık ne olacak? Öcalan’ın bir sözüyle unutulacak mı?

Unutulmaz tabii. PKK’nin de yaptığı yanlışların altını çizmek gerekiyor. Hendek siyaseti başından beri yanlıştı. Bir karşılığı yoktu, olamazdı. Yeni bir Rojava yaratmanın hesapları yapılmış olabilir. Sur’da, Cizre’de ayaklanma için Kandil’e yeterlilik raporu sunulduğunda “Hadi başlayın” demiş olabilirler. Bu bir hataydı. Baskı, doğası gereği birleştirir. Türkiye’nin siyasi özgünlüğü, milliyetçilik ve bölünme korkusundan besleniyor. Sen bu eylemleri yaptığın anda CHP’yi de, MHP’yi de aynılaştıracağını bilmeliydin, bilemedin. Şu anda tek parti var! Muhalefet yok! PKK bu gelişmeleri okuyamadı. HDP, iki yıl boyunca İmralı’ya gidip geldi. Her gidişlerinde Öcalan onlara mavi boncuk verip gönderdi. 

-Öcalan, devletin kurallarıyla mı oynadı oyunu? Zaman kazanmak için denge siyaseti mi uyguladı?

Evet, zaman kazandı ve dengeledi. Cemil Bayık, “Savaşa ve barışa biz karar veririz” dedi. Bu, PKK tarihinde bir ilkti. Öcalan’ı biraz daha dengelediler.

-Önceki gün belki de ilk gözdağı olarak polisler, HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ’ın evine bir baskın yaptı. Bunun devamında HDP’lilere dokunulursa Kürt hareketinin reaksiyonu ne olur? 

İç ve dış dengelere bakılırsa bu pek de kolay görünmüyor. “Selahattin Demirtaş’ı içeri almak, Kürt hareketini daha mı diri tutar, yoksa yıpratır mı?” Devlette bu sorunun bir cevabı olmayabilir. Normalde birkaç gün önce operasyonların başlaması lazımdı. Beyazıt’ta atılan bomba, havayı biraz kararttı; ama sanırım yeterli gelmedi! Devletin operasyonları, havanın karardığı zamanlarda çıkagelir. Dileriz ki öyle bir olay ve sonuç da yaşanmaz. Kılıçdaroğlu, “İçeri alınmayacaklar” dedi. Bu yönde bir teminat verilmiş olabilir. Yoksa bunu neden söylesin?