T24 Haber Merkezi Çeviri: Gonca Tokyol
Dünyada en çok alıntı yapılan ilk 10 ekonomist arasında gösterilen Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden (MIT) Prof. Daron Acemoğlu, ‘Türk Lirası krizi’nin manşetlerden düştüğünü ancak Türk hükümetinin kanamayı durdurmak için aldığı geçici tedbirlerin ekonomik sıkıntının sebeplerini tamir etmeyeceği değerlendirmesinde bulundu.
Bloomberg için kaleme aldığı 30 Ağustos tarihli ‘Opinion’ yazısında ‘başka krizlerin de köşe olduğunu’ savunan Acemoğlu, “Ülkenin büyük cari açığını finanse eden yabancı sermaye akışı, ABD’li papaz Andrew Brunson’ın ‘kaderi’ konusunda ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşanan münakaşanın ardından kurudu” dedi. Acemoğlu, “Borç içindeki özel sektör, özellikle de emlak ve inşaat şirketleri sallantıda” diye ekledi.
Acemoğlu’nun, “Türkiye, ilerlemek için geçmişe bakmalı” başlığıyla yayınlanan yazısının devamı şöyle:
“Ankara bu karmaşadan nasıl çıkacak? Politika reçetelerinde kıtlık yaşanmıyor. Paul Krugman gibi bazıları, geçici sermaye kontrolü ve döviz borçlarını ödemekten kaçınma önerisinde bulundu. Diğerleri de özel sektörün borcunun yeniden yapılandırılarak bankacılık gibi sektörlerin desteklenmesi, mali disiplinin sıkılaştırılması ve belki de IMF’ye yeniden başvurmak gibi yöntemlere işaret etti.
Bu krizin kökleri, kararsız yabancı yatırımcılarda ya da kaprisli ABD Başkanı’nın tweet fırtınalarında değil yapısal problemlerde yatıyor: Kurumsal sektördeki düşük verimlilik, sürdürülebilir olmayan kredi büyümesi ve kurumsal aşırı uzanım (overextension). Bu problemlerin kendileri, son 10 yılda ekonomik ve politik kurumların gerilemesinden temel aldı.
Bu, her zaman böyle değildi. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, bu kurumların gücü Türkiye’nin hızlı ve yüksek kalite ekonomik büyümenin keyfini çıkarmasını sağlamıştı.
2002-2006 yılları arasında, 2000-2001’deki ekonomik krizinin ardından; ülke yıllık ortalama yüzde 7.5’lik bir büyüme rakamını deneyimledi. Bu, gayri safi yurtiçi hasılanın (GDP) yaklaşık yüzde 25’ine denk gelen yüksek miktarlı yatırım ve Türk şirketlerinin daha efektif hale gelmesi ve daha yeni, daha iyi teknolojileri kullanması anlamına gelen ‘verimlilik büyümesi’nin güçlendirilmesiyle elde edildi.
Enflasyon ehlileştirilmişti, çünkü Merkez Bankası’na daha geniş bir özerklik verilmişti, bütçe kontrol altına alınmıştı, politik motivasyonla yapılan kaçak harcamalar dizginlenmişti. Hükümet-piyasa ilişkilerine bir kademe açıklık getirilmişti, özellikle de hükümet satın almaları alanında.
Bu reformlar yolsuzluğu ve müsrifliği frenlemeye yardımcı oldu; ve düşük borç çevirme yükümlülüğü tarafından mali hareket alanı yaratılmasıyla birlikte harcamaların basit altyapı ve eğitim gibi daha verimli alanlara yönlendirilmesini sağladılar. Kesinlikle kaygı konusu alanlar da vardı: En önemlisi, yargı başımsız olmaktan uzak bir şekilde etkisiz kalmaya devam etti. Ancak iyi haberler, kötüler tarafından boğuldu.
Bu dönemde ekonominin kütle merkezi de de değişti. İstanbul’den uzakta zinde bir büyüme vardı ve devlerle rekabet etmeyi başaran daha küçük, daha genç şirketler Türk ekonomisini onlarca yıl domine etti.
Bütün bunlar, bazı ekonomistler daha iyi politikalar dizayn ediyor diye değil, politik değişiklikler daha geniş bir kapsayıcılıktan yana olduğu için mümkündü. Bunlar, toplumun fakir ve daha muhafazakar kesiminde popüler olan Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) temelinde de yer alıyordu. Bunlar ayrıca Türkiye’deki orta sınıfın daha Batılı kısımlarını ve gençliği de serbest bıraktı. Türkiye’deki askeri dominasyon ufalanıyordu ve nefes alacak alan açıyordu; bu da karşılığında ekonomik açılımları ve daha kaliteli büyümenin temellerinin atılmasına izin veriyordu.
Siyasi açılımlardan kaynaklanan ekonomik temettüler Türkiye’ye özgü değil. Demokrasiye geçişe çoğunlukla ekonomik büyümede artış da eşlik etti.
Türkiye’de daha gelişkin bir demokrasiye yönelim hamlesi, çoğunlukla 2000’li yılların başındaki hükümetler tarafından uygulanan ekonomik ve siyasi kısıtlamaların sonucunda gerçekleşti. 2000-2001 krizi sonrasında IMF tarafından uygulanan program, ekonomi politikası konusunda daha sıkı bir çerçeveye sahipti ve kamu finansmanı ile hükümet harcamalarını da kapsayan kurumsal reformları zorunlu kılıyordu. Bir diğer kritik mesele de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik konusundaki iddiasıydı, bu da politik reformlar konusunda başka bir teşvik yaratıyordu.
Heyhat, bütün bunlar 2006’da kesildi. Politikalar gelişmeleri getirdiyse, onları geri alan da yine politikalar olmuştu.
Ekonomik krizden sonra sunulan çerçeve zayıflamaya başladı. AB uyum süreci, 2005’te başlamasından kısa bir süre sonra zaten sökülmeye başlamıştı. AKP’nin 2007’deki genel seçimlerde politik hakimiyetini artırmasının ardından kısıtlı bağımsızlık ve yargının etkinliği, basın özgürlüğüyle birlikte kaybolmaya başladı.
Siyasetin liderlik yaptığı yerde ekonomi takip eder. Hükümet, kamu kurumlarına sağlanan bağımsızlığı geri almaya başladı. Merkez Bankası, itaatkâr biçimde hükümetin emirlerine uymaya başladı. Satın alma sürecindeki reformlar geri alındı; yolsuzluk ve arka odalarda yapılan anlaşmalar artışa geçti. Özel sektörde de iktidardaki partinin lütufları bir kez daha herhangi bir şirketin en önemli varlığı haline geldi.
Türkiye küresel resesyon sırasında görece iyi bir performans gösterse de, takip eden büyüme kalite açısından düşük oldu. Son 10 yılda verimlilik azaldı. Bu dönemdeki büyüme inşaat sektöründeki gelişme ve şahlanan kredi genişlemesine dayanıyordu. Israrlı şekilde devam eden cari açığı ve ilerleyen zamanda zaptetmesi giderek zorlaşan enflasyondan kaynaklı baskıları yaratan da bu ‘sürülebilir olmayan motorlar’dı.
Türkiye’nin kurumsal problemlerinin arka planını anlamak en azından şu 3 sebep açısından önemli. İlk olarak, mevcut ekonomik krizin temeldeki sebepleriyle başa çıkmakta başarısız olan herhangi bir politika tepkisinin yüksek kalitede büyümeyi sağlaması pek mümkün değil. İkinci olarak, 2002-2006 yılları arasında yaşanan deneyimler başka bir bölüme işaret ediyor; büyüme ekonomik ve politik kurumları geliştirerek mümkün. Son olarak ise, kısa dönemli problemin büyük kısmının yabancı sermayenin kaçısından kaynaklanması sebebiyle Türk ekonomisinin yapısal problemleriyle başa çıkmak için gereken strateji, yabancı yatırımcılara yeniden güven vermek, kısa dönemli temettü yaratmak olacaktır.
Sermaye kontrolleri ya da finansal mühendisliğin diğer şekillerinin mucize bir biçimde ekonominin sağlığını kurumsal hastalıklardan kurtarmasını ummak yerine; Türk ekonomisinin neye ihtiyacı olduğuna sağlam kafayla bakmak daha iyi olur: Demokratik kurumlar tarafından garanti edilmiş, daha kapsayıcı ekonomik kurumlar.
Başkanın yürütme üzerindeki ‘kapsamlı’ gücünü geri almak, özgür basının önünün açılması, iş insanı ve barış aktivisti Osman Kavala gibi siyasi tutukluların serbest bırakılması, Merkez Bankası ve mahkemeler gibi kamu kurumlarının bağımsızlığının garanti edilmesi, hükümetin satın alma harcamaları üzerindeki kontrolün yeniden aktif hale getirilmesi ve hem yabancı hem de yerli yatırımcıların güvenini yeniden kuracak basit önlemler almak, önemli adımlar olacaktır.
Ancak çözümün basitliği, sahte bir umut oluşmasına sebebiyet vermemeli.
2000’li yılların başındaki siyasi reformları mümkün kılan koşullar şu anda yok. Türkiye, anayasasını daha otoriter bir yönde değiştirdi ve muhalefet de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı reformist bir dönüşe zorlayacak konumda değil. Mahkemeler ve medya, hükümetin gücüne karşı kontrol görevi sağlamaları konusunda kısıtlandı. Aradan geçen zamanda toplum daha Batı karşıtı bir konum aldı. Bu, kısmen AB uyum sürecinin çökmesi ve aynı zamanda Türk medyasındaki yaygın propagandadan kaynaklandı. 300’den fazla kişinin ölümüne yo açan Temmuz 2016’deki darbe girişimi de toplumun ruhunu yaraladı ve ülkedeki kutuplaşmayı derinleştirdi.
Türkiye’nin ekonomik sıkıntılarından çıkış için izlenmesi gereken yol açık gözükse de, ıraya ulaşmak kolay olmayacak."
*Daron Acemoğlu'nun yazısının İngilizce orjinalini buradan okuyabilirsiniz.