İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Kriminoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Adem Sözüer, MHP'nin sunduğu 7 maddelik af teklifinin sürekli gündemde tutulmasının her alanda sorun doğurduğunu ve bir an önce konunun gündem dışına çıkarılması gerektiğini söyledi. "Tolumda geniş bir uzlaşma varsa, eşitlik ilkesine uygun af yapılabilir. Ama anayasayı dolanıp, ilkelere aykırı af yapıp topu AYM’ye atmamak gerekiyor" diyerek eleştiride bulunan Prof. Sözüer, "Siyaseti siyasetçi yapmalı, iptal edileceği bilinen kanun çıkarıp AYM'ni siyasete çekmemeli. Af konusu kişiler değil ilkeler üzerinden tartışılmalı” diye görüşünü paylaştı.
Teklifin gerekçesnin, 'FETÖ' mağduriyetlerini gidermek olduğunu ancak bu tür bir affın o mağduriyetleri gideremeyeceğini ifade eden Prof. Sözüer, "Kişiyi daha baştan suçlu sayan tünel bakışlı davalardaki haksız mahkumiyetleri ortadan kaldırmayı gerçekten istiyorsanız, bu davalara yönelik özel bir yeniden yargılama sistemi kurmak zorundasınız” dedi.
Cezaevlerindeki aşırı doluluk nedeniyle af çıkarmak istenirse, sık sık af yapılması gerektiğini söyleyen Sözüer, şöyle devam etti:
“Cezaevlerini dolduran ne? Tutuklamalar. Çünkü, tutuklama bir tedbir olarak değil, peşin ceza veya toplumdaki tepkileri gidermek için adeta sakinleştirici bir ilaç gibi kullanılıyor.”
Öte yandan Sözüer CHP stanbul Milletvekili Enis Berberoğlu kararına lişkin oalrak da şu youmda bulundu:
"Bir yerel mahkeme, kanuna rağmen 'Senin yetkin yok. Verdiğin kararı tanımıyorum' diyerek dosyayı geri gönderdi. Sonra da kanun değişti. Kanunla yapılabilecek bir şeyi, bir yerel mahkeme, kararıyla yapabildi. Bir davada daha başında böyle büyük bir yanlışlık yapılmışsa, daha sonraki süreçlerdeki kararların hukuka uygunluğunun tartışılması anlamsız. Doğru veya yanlışlık tartışmasına gerek yok. Çünkü ilk düğme yanlış iliklenmişti."
Cumhuriyet'ten Hilal Köse'nin sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Adem Sözüer'in açıklaması şöyle:
-Türkiye’nin böyle bir affa ihtiyacı var mı?
Böyle bir tartışma ancak afların çok az çıktığı bir ülkede yapılır. Halbuki biz en son daha iki yıl önce af çıkardık. Bazıları, “af değil ceza ertelemesi, ceza indirimi” diyorlar, bu da doğru değil. Bunların hepsi, adına af denilmeyen af uygulamasıdır. Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da bu yönde. Ülkemizde seçimden önce başlayan af tartışmaları adli sistemde, cezaevlerinde ve toplumda tansiyonu yükseltiyor. Bir çok yönden sorunlu düzenlemeleri içeren af teklifi bu şekilde gündeme alınmamalı.
-Neden adına af denmiyor?
Anayasamıza göre af kanunu çıkarmak için TBMM’de 5’te 3 çoğunluk gerekli. Bu da tabii büyük bir uzlaşmayı gerektiriyor. Bunu sağlamak zor. Bir de af terimini kullanmak siyaseten riskli görülüyor. Bu nedenlerle adına af kanunu denmeyen aflar yapılıyor. Anayasa, beşte üçü sağla derken, aslında kanun koyucuya “ikide bir af yapma” diyor. Diğer taraftan toplumun tepkisini önlemek için bazı suçlar hep af dışı tutulur. Terör, uyuşturucu madde ticareti, cinsel saldırı, öldürme suçları gibi... Ama bu af kanunlarında öyle eşitsizlikler vardır ki kanunun AYM tarafından iptal edileceği bilinir. Nitekim edilmiştir de. Örneğin1991 yılında Terörle Mücadele Kanunu ilk çıktığında, geçici maddelerinde erken şartla salıverilme düzenlendi. Ama düzenlemelerde af sözü geçmiyor. Bölücülük, anayasayı ihlal, uyuşturucu ve cinsel saldırı suçları kapsam dışı tutuldu. AYM kapsam dışı tutan düzenlemeyle ilgili “Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılığı daha belirgin olan kuralı, hukuk devleti ilkesine de ters düşer” gerekçesiyle bir kaç kez iptal kararı verdi. Sonuç, biri hariç tüm suçlar af kapsamına dahil edildi. -1999’daki Rahşan affı nasıl yapıldı?
Kanunun adı, şartla salıverme, dava ve cezaların ertelenmesi idi. Ama AYM, bu kanun için “toplu özel af niteliğindedir” dedi. Kamuoyu ise ‘Rahşan affı’ diye adlandırdı...O zamanda kanun koyucu, halkın tepkisinden çekindiği için bazı suçları af kapsamı dışında bıraktı. 4616 sayılı bu kanun da AYM’ye gitti. AYM, eşitliğe aykırı diye iptal kararı verdi. Af genişledi. Baştan söylenen 20 bin kişiydi ama iki katından fazla 45 bin civarında kişi yararlandı. Cezaevleri dolu diye çıkarılan bu aftan üç yıl sonra yine ceza evlerinde aşırı doluluk sorunu ortaya çıktı. Yani aflar bu doluluk sorununu hiç bir zaman çözmedi. Üstelik iptal ve değişikliklerle öyle bir karmaşa ortaya çıktı ki, bugün hala o kanunun sorunlarıyla uğraşılır. Yani adli sisteme de yük getirdi. -AYM, genellikle afların kapsamını genişletiyor mu?
Recep Tayyip Erdoğan, Hasan Celal Güzel siyasi yasaklıyken, basın suçlarıyla ilgili erteleme adı altında af kanunu çıktı. AYM, bu kanunu da eşitliğe aykırılıktan iptal etti. Hasan Celal Güzel bu aftan yararlandı, yasağı kalktı, parti kurdu. Ama aynı durumdaki Erdoğan’a ‘hayır senin yasağın devam ediyor’ dendi. Görüldüğü gibi sadece parlamentomuz değil AYM de eşitlikle ilgili bazen duruma göre karar veriyor. Bu tür kararlar eşitliği olmayan afları, daha da eşitsiz hale getiriyor. Örneğin 1991 Terörle Mücadele Kanunu ile getirilen afta da böyle oldu: AYM eski TCK’nin 146 maddesindeki Anayasayı ihlal suçunun kapsam dışı bırakılmasına eşitliğe aykırı dedi. Sol örgütler aftan yararlandı. Buna karşılık, eski TCK’nın 125. maddesindeki bölücülük suçunun kapsam dışı bırakılmasının “ Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmayacağı” sonucuna vardı. O zaman Türkiye, PKK terörü nedeniyle ayaktaydı. AYM bu kararı verirken muhtemelen kamuoyu tepkisinden çekindi. Ama, AYM aynı konuda böyle çelişik kararlar vermemeli. Ama siyasi iktidar olarak, parlamento olarak, ilkelere, eşitliğe uygun bir kanun yapmazsanız, siyaseti AYM’ye bırakırsanız, AYM de bazen “eşitlik ilkesine aykırı” der, bazen “uygundur” der. Yargıtay’ın seksenli ve doksanlı yıllardaki kanuna aykırı içtihadı dolayısıyla, ülkücüler de eşitliğe aykırı uygulamalara maruz kalmış, 1991 ile 1999 aflarından, aynı konumdaki diğer siyasi amaçlı suç işleyenler gibi yararlanamamıştır. Eşitlik ilkesine aykırı affı bu sefer MHP öneriyor.
-MHP’nin bu konuyu gündeme getirmesinin gerçek nedeni ne sizce?
Bunu ancak öneren bilebilir. Geçmişteki aflara bakıldığında siyasi partiler zannedildiği gibi aflardan siyasi çıkar sağlamamışlardır. “Rahşan affı” siyaseten ANAP, DSP ve MHP’ye yaradı mı? Hayır yaramadı. Siyasilerin aslında gerçekten kimi niçin affettiğini kanunda göremezsiniz. Halk da bilmez. Oy veren milletvekilleri de çoğunlukla bilmez. Gerçekten kim affedilmek isteniyor? O açıkça söylenmez. Bir de şöyle bir yanlış anlama var: Genel af herkesin cezaevinden çıkması demek değil. Genel af cezayı bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırır. Kişi sabıkasız olur. Özel afta sadece ceza indirilir. Yani kişiye özel af demek değildir bu. Sabıka ve hak yoksunlukları devam eder. Biz aflarda görürüz ki iktidar muhalefet sık sık ortak hareket eder. Çünkü her partinin affetmek istediği birileri vardır. Bu başka aflarda da böyledir. Mesela en son imar affına ana muhalefetten gerçek bir karşı çıkış olmadı. Çünkü muhalefetin sahip olduğu belediyeler de imar affı kapsamında ve oralar Türkiye’nin en değerli yerleri. Siyaset günah ortaklığını sever. -Uyuşturucuya af getirilmesi büyük tepki çekiyor...
Çünkü yıllardır hükümette diyor ki “Uyuşturucu büyük sorun”. Evet. “Okulların önünde bile satılıyor.” Evet. “Uyuşturucu ile etkin mücadele edelim, kimsenin gözünün yaşına bakmayın’ denerek, bir yandan büyük bir tutuklama furyası sürdürürken öbür taraftan da sürekli affediyorsun. Bu çok büyük bir çelişki. Bağımlılar ve kullanıcılar bakımından sadece tedavi ve terapi uygulanması gerekirken bunları da ceza evine koyuyorsunuz, sonra ceza evleri doldu diyorsunuz. Hedef, uyuşturucuyu üreten ve ticaretini yapan olmalı. Halbuki bunlar affedilmek isteniyor. Örneğin, esrar için kenevir ekiminin cezası daha yeni iki kat artırıldı. Şimdi bu suç af kapsamında. Herkes neler affediliyor derken ceza kanunundaki suçlara bakıyor. -Başka nereye bakılmalı?
Diğer kanunlarda yer alan suçlar da var ama. Mesela kaçakçılıkla mücadele kanunu. Bu da af kapsamında. Deniyor ki af teklifinde devlete karşı suçlara af yok. Kaçakçılık devlete karşı suç değil mi? Devlete büyük maddi kayıp veren bir suç ve cezası da ağır bir suç. Uyuşturucu madde toplum sağlığına karşı işlenen bir suç değil mi? Bonzaiden ve yüksek dozdan her sene çok sayıda gencimiz ölüyor. Aslında devlete karşı suç kişiye karşı suç ayrımı tam doğru değil. Çünkü devlete karşı suçlardan aynı zamanda kişiler de zarar görür. Mesela devlet güvenliğine karşı işlenen terör suçları, darbe suçları. 15 Temmuz kanlı darbe girişiminde 250 vatandaş katledildi. Bu nedenle “devlete karşı işlenen suçları devlet, şahsa karşı suçları şahıs affedebilir” mağdurları koruyucu bir söylem ama hukuken doğru değil. Toplum yeni bir sayfa açmak istiyor, hemen her kesim afta uzlaşıyor ve mağdurlar da tatmin ediliyorsa, her suç affedilebilir. Ama böyle bir afta çok nadir olur. Ülkemizde farklı afları da dikkate alırsak Cumhuriyet kurulduğundan beri nerdeyse hemen her yıla bir af düşer.
-Olacaksa nasıl bir af olmalı?
Adı af kanunu olmalı. Eşitlik ilkesine uygun olmalı. Mağdurların zararını acılarını gidermeye yönelik düzenlemeler içermeli. Uzlaşma ile çıkarılmalı ve toplumsal barışa hizmet etmeli. Aksi halde hukuka güven daha da sarsılacak. Niye? Her af, suç işleyenin yanına kâr kalıyor düşüncesini pekiştiriyor. Her aftan sonra yararlanmayan kesim öfke duyuyor. Yararlanan kesim seviniyor. Ama bir kesim var ki hep hem üzülüyor, öfkeleniyor ve hayal kırıklığı yaşıyor. Onlar da mağdurlar. İlkesiz, yersiz ve sık çıkan aflar, mağdurları daha çok mağdur etmiş, adaleti sağlamamış, ceza adalet sisteminde yeni sorunlar üretmiştir. Hiçbir ders almadık. Örneğin silahlı işlenen suçlar var. Gasp suçunda mağdur yaralanmış, kör olmuş ömür boyu engelli olmuş. Bu affediliyor. Buna karşılık genç bir insan, örgüt üyesi kimseye cebir şiddet uygulamamış, bomba atmamış, silah kullanmamış, o af kapsamında değil. Çocuğu fuhşa sürüklemek -ki ceza çok ağır suç- bu affedilmek isteniyor, ama 17 yaşında erkek çocuk aynı yaştaki kız arkadaşıyla kendi rızasıyla cinsel ilişki kurdu diye cezalandırılıyor ve bu af kapsamında değil. Barışa hizmet etmesi gereken affın, tartışmaları dahi toplumsal huzursuzluğa yol açmaya başladı.
-FETÖ yargılamaları da gerekçelerden biri olarak söylendi. FETÖ’nün yarattığı mağduriyet nasıl giderilebilir?
Daha önce de önermiştim, özel bir yeniden yargılama sistemini Türkiye yapmak zorunda. Kolluk, savcılık, mahkeme, Yargıtay'da bir zincirde oluşturulmuş, adli sistem dışından bu zincire “belli kişilerin suçlu bulunması ve mahkum edilmesi” talimatı veriliyor. Bu zinciri oluşturan her halkada bulunan hakim savcılar adil bir yargılama değil, daha baştan suçlu olarak damgaladıkları kişiyi mahkum etmek için hareket ediyor. Bu nedenle bu tür önceden kararı verilmiş yargılamalara tünel bakışlı dava diyoruz. Tünelin başından sonuna kadarki her aşamada, yani soruşturma kovuşturma ve temyiz evrelerinde tünelin sonundaki kişi hep suçlu görülmektedir, mutlaka mahkum edilecektir. Paralel yapı özellikle özel yetkili mahkemeler döneminde tünel bakışlı davaları çok uyguladı. - Af önerisine göre bazı FETÖ mağdurları kapsam dışı bırakılıyor...
Önerilen aflar paralel yapı tarafından haksız mahkum edilen kişilerin mağduriyetlerinin giderilmesi mümkün değil. Bir kere af kapsamı dışında suçlar var. Onlarda mağduriyet yok mu? Masum kişi kasten mahkum edilmişse, bu mağduriyet ceza indirimiyle giderilemez. Böyle mağdur edilmiş kişinin cezasının tümden kaldırılması ve kişiye tazminat ödenmesi gerekir. Üstelik ihraç edilen hakim ve savcılar sadece ceza davasına bakmadı ki. İdari davalara ve hukuk davalarına da baktılar. Buradaki haksızlıklar da afla giderilmez. Bu nedenle, haksız kararların verildiğini veya kumpas kurulduğunu ileri süren herkesin başvurabileceği özel bir yeniden yargılama düzenlemesi yapılmalı. Şimdi bir kaç davada o da kanunları zorlayarak yeniden yargılama yapılıyor. Bu da eşitliğe aykırı. Tünel bakışlı davalarda yeniden yargılama herkes için geçerli olmalı.
-Affın 19 Mayıs’la anılmasını da eleştiriyorsunuz...
19 Mayıs Türkiye’nin ortak olduğu değerlerden biri. Şimdi bu af “19 Mayıs uyuşturucu affı” gibi adlandırılırsa bu doğru olur mu? 19 Mayıs niye böyle bir şeyle anılsın? Üstelik bunu 19 Mayıs konusunda hassasiyeti yüksek bir parti niye önerir? Toplumda çok büyük olumsuz bir tepki var. Affı, hem bu isimle, hem bu içerikle gündeme getirmek, adalete aykırı, hukuka aykırı, eşitlik ilkesine, toplumsal barışa aykırı. Affa prensip olarak hayır denemez ama bu kadar sık ve her alandaki aflarla Türkiye gerçek bir hukuk devleti olamaz.
-Yargının iş yükü hafifler mi peki?
Bu kadar çok af yapıldı, onlar iş yükünü hafifletmediğine göre, yani yapılacak bir afta hafifletmez. Hemen her ülkede iş yükünden şikâyet edilir ama hiç birinde af çıkaralım denmez. İş yükünü arttıran sebepleri herkes biliyor. Örneğin, iyi bir soruşturma yapmadan dava açılırsa, iddianamenin iadesi etkili uygulanmazsa, bir iki oturumda bitecek davalar bir iki yılda bitirilirse, suç olmaktan çıkarılan karşılıksız çek yine suç haline getirilirse, 15 yaşından küçük suça sürüklenen çocuklar bazı istisnalar hariç halâ adli sistem dışına çıkarılmazsa, iş yükü artar. Bu sorunların çoğu mevcut kanunları doğru uygulamakla çözümlenir, af çıkarmakla değil. Kaldı ki bu tür kanunlar iş yükünü daha da artırdı ve artıracak, kim yararlandı ne kadar yararlandı, hangi suçtan yararlandı, ne kadar cezaevinde kalacak tartışması yıllarca mahkemeleri uğraştıracak. - Af tartışmasıyla yine gündeme geldi. Cezaevleri neden bu kadar dolu?
Dolmasının birinci nedeni gereksiz tutuklamalar. İçişleri Bakanımız daha yakında açıkladı: Bu yılın ilk dokuz ayda 15 bin kişi uyuşturucu maddelerden tutuklanmış. Yıl sonuna doğru 20 bini bulur. Sadece bir suçtan 20 bin kişi tutuklanırsa, buna cezaevi yetmez. Acaba bu kadar tutuklama gerekiyor mu? Yeni ceza kanunu sisteminde, tutuklama yerine adli kontrol var. Mesela Rahip evinde değil mi? Bunun gibi adli kontrol tedbirleri, örneğin elektronik kelepçe niye daha yaygın uygulanmıyor? Çünkü biz tutuklamayı peşin ceza gibi ve caydırma amacıyla kullanıyoruz. Sonra cezaevleri doldu deyip, haydi boşaltalım diyoruz.
-Türkiye’de neden tutuklamalar hep tartışma konusu oluyor?
Kanunlarımız, yüz iki yüz yıl öncesinin “zaptiye” mantığıyla uygulandığı için... Osmanlı döneminde, okulda, çarşıda, pazarda uygunsuz hareket eden oracıkta falaka cezasıyla cezalandırılırdı. Şimdi de hemen her olayda “Bir tutuklayıp, içeri atalım alım gününü gösterelim” var. Mesela, eziyet edilen köpeğe ilişkin sosyal medyada tepkiler gelince, hemen bir kişi tutuklandı. Sonra masum olduğu anlaşıldı. Otobüste kadına tekme atan saldırgana, medyada büyük tepki üzerine tutuklama. Üstelik işlediği değil, ilgisiz başka bir suçtan. Hakaret suçlarında bile.. Tutuklama toplumun öfkesini giderecek bir sakinleştirme ilacı değil. Tutuklama sakinleştirici gibi kullanılırsa işte bu cezaevi doluluğu sorunu olur. Bunda sık afların da etkisi vardır: “Tutuklamayla biraz ceza çeksin, zaten infaz kanundaki değişikliklerle hiç ceza yatmayacak.” Hani tutuklama tedbirdi. Hani adli kontrol tedbirleri de yeterli olmadığında başvurulacak en son çareydi. Aslında toplumun her kesimi tutuklamayı çok seviyor. Kendi düşüncesine, anlayışına aykırı bir olay olmuşsa, istenen hemen tutuklama. Suçlara gösterilen tepki, tutuklama ve idam. Arası yok. Üzerine bir de af...Aslında gereksiz tutuklamalara karşı reform kanunları yapıldı ama uygulanmadı, uygulanmıyor. Özel yetkili mahkemelerde örgütlü paralel yapı bu reform kanunlara büyük darbe vurdu. Hukuk devleti olmamızın önündeki en büyük engellerinden biri sürekli olarak hiçbir kanunun uygulanmıyor oluşu. Yargıçların tutuklama ya da tahliye kararlarını bazen vatandaşlar bazen siyasetçiler beğenmiyor...
Kanunlarımız, adil yargıla suçluysa hak ettiği cezayı ver ve etkin infaz et diyor. Ama dört yıl-ki bu epey ağır bir cezadır- ceza alan kişileri aflarla bir gün bile hapse sokmazsanız, tüm beklenti tutuklama olur. Tutuklama veya tahliye toplumdaki tepkilere veya kamu makamlarının beklentilerine göre verilemez. İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusu, zengini, fakiri, hepsi, belli bir durum olduğunda hemen tutuklama istiyor. Adalet Bakanlığı ve HSK gereksiz tutuklamalar olmasın diye istese, abartarak söyleyeyim bu tutuklama uygulaması “yarın” değişir. Ama henüz bu ortam ve bu istek yok. Çünkü tutuklama hala ceza ve caydırma için kullanılmak isteniyor.
İfade özgürlüğü ve gösteri hakkının kullanılmasının önündeki engelleri değerlendirir misiniz? Cumartesi Anneleri mesela, Galatasaray’da oturma eylemi yapamıyor artık...
Anayasada ve kanunda ‘gösteri yürüyüşü için izne gerek’ yok der ama, haberlere bir bakarsanız‘ izinsiz gösteriden gözaltına alındılar’ der. Silah, saldırı, cebir,şiddet, yoksa devletin görevi gösteri yürüyüşü yapanların bu hakkını güvenlik içinde kullanmalarını sağlamaktır. AYM ve AİHM kararlarına bir bakın bu alanda hep sorun, sık hak ihlali var. İfade ve örgütlenme özgürlüğünde önce ileri atıp sonra geri adımlar atıyoruz. Eskiden 141, 142 ve 163 maddeleri vardı. Komünizm ve laiklik karşıtı propaganda suçları...Uğur Mumcu da ‘demokratik devlette bu tür suçlar olmamalı’ derdi. Bir de hükümitin manevi şahsiyetini tahkir suçu.. Bu maddelerden Attila İlhan, Necip Fazıl, gibi pek çok yazar, şair, gazeteci mahkum olmuştur. O maddeler kalktı başkaları geldi. Döneme göre, ifade özgürlüğü ile ilgili olarak suçların adı değişiyor ama sorun devam ediyor. Anayasa’da ve yeni Türk Ceza Kanunu’nda “Eleştiri bir haktır” denmesine rağmen, bu yargı karalarına pek yansımıyor. Kimse Türkiye’de eleştiriyi sevmez. Şu andaki Cumhurbaşkanımız ifade özgürlüğü kapsamında sayılacak bir şiirden dolayı mahkum olmuştu. Türkiye’de ifade özgürlüğüyle ilgili suçlardan dolayı mağdur olmayan hemen hiç bir kesim yoktur. Buna rağmen ortak bir anlayışa varılamıyor. -Neden?
Eleştiri hakkı siyasette, toplumda ve yargımızda gerektiği gibi kabul görmüyor. Siyasi ortamlar değiştikçe hangi tür eleştirilerin suç sayılacağı da değişiyor. Sorun hep aynı. Devlet belli dönemlere göre “tehdit” algılamasını değiştiriyor o değiştikçe ifade özgürlüğünün alanı ve sınırları da değişiyor. Değişim elbette olur ama belli temel ilke ve ölçütler göz ardı edilerek değil. Devletin güvenliğinin ve işlevlerinin korunması elbette gerekli. Ama bu koruma hukukla olmalı. Zaten paralel yapı da devletin kendisini ilkelere göre korumamasından dolayı ortaya çıktı ve güçlendi. O boşluklardan yararlandı. Eğer Türkiye’de askeri darbelerle yüzleşme hukuk çerçevesinde iyi bir şekilde yapılsaydı o zaman özel yetkili mahkemelerdeki torba davalar, kumpaslar olmazdı. O günleri bir hatırlayın... Darbelerden çok çeken Türkiye toplumuna, ‘darbelerle hesaplaşıyor’ dendi... Ama bu haklı amaç ileri sürülerek, yargısal yolla bir tasfiye yapıldığı, yargısal bir darbeye girişildiği sonradan anlaşıldı. Bütün bunlardan ders almalıyız. Eleştiri hakkı aslında iktidarların güvencesidir. Örneğin, bir iktidar kendini uçurumdan atarken bile iktidarı “Ne kadar güzel uçuyorsunuz” deyip övenler o iktidarın dostu değildir. Bbu tür övgülere göre hareket eden iktidar büyük bir tehlikededir. Ülkemizde geçmişten günümüze her kesimde eleştirinin geliştirici gücünü kullanmak yerine onu tehdit olarak algılamak geleneği var maalesef.
-Yargının içinde bulunduğu durum karşısında ne yapmalı?
Biz ceza hukukçuları hep şunu söyleriz: Ne kadar az ceza hukuku o kadar iyi. Bir toplumda çok ceza hukuku uygulanıyorsa, her sorunun çözümünde ceza hukuku talep ediliyorsa o toplumda sorunlar çok büyük demektir. Çünkü ceza hukuku yan etkileri olan bir ilaç gibidir. Tıpkı kanser hastasına mecburen yapılan kemoterapi gibi. Ceza hukukuna da bir toplumda en son çare olarak başvurulmalı. O zaman ne ceza evi doluluğu, ne işi yükü sorunu olur. Ceza hukukunun kötüye kullanımı, darbe dönemlerinde, paralel yapının hakimiyetindeki özel yetkili mahkemelerde çok sistemli uygulandı ve oradan 15 Temmuz’a gelindi. Türkiye halen tarihte eşine az rastlanır saldırının verdiği zararları telafi etmeye çalışıyor. Ancak bu telafi yapılırken geçmişten ders almalı, hesap hukuk içinde kalınarak sorulmalı. 81 yaşındaki, rahmetli hocamız Bülent Tanör’ün eşi, Prof. Dr. Öget ÖktemTanör, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu gibi ihraç uygulamaları, hiç bir biçimde hukuken izah edilemez. Davasız ceza yaptırımı sonucu doğuran düzenleme ve uygulamalarla hukuk devletini koruyamayız.
-Son olarak Enis Berberoğlu kararıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Berberoğlu hakkında yerel mahkemede önce bir karar verildi. Bölge adliye mahkemesi bu kararı hukuka aykırı diyerek bozdu. Yerel mahkeme bu karara uymak zorundaydı. Düşünebiliyor musunuz? Bir yerel mahkeme, kanuna rağmen “Senin yetkin yok. Verdiğin kararı tanımıyorum” diyerek dosyayı geri gönderdi. Sonra da kanun değişti. Kanunla yapılabilecek bir şeyi, bir yerel mahkeme, kararıyla yapabildi. Bir davada daha başında böyle büyük bir yanlışlık yapılmışsa, daha sonraki süreçlerdeki kararların hukuka uygunluğunun tartışılması anlamsız. Doğru veya yanlışlık tartışmasına gerek yok. Çünkü ilk düğme yanlış iliklenmişti.