Prof. Büşra Ersanlı: Sandığa inananlar önce seçim barajını ortadan kaldırırlar!

Prof. Büşra Ersanlı: Sandığa inananlar önce seçim barajını ortadan kaldırırlar!

Prof. Dr. Büşra Ersanlı, geçen yıl 13 Temmuz’da KCK İstanbul Davası’nın sekizinci duruşmasında tahliye edildikten on gün sonra T24’e yaptığımız söyleşinin bir yerinde “… yakınında bulunan insanların gözlemlediği Büşra Ersanlı; inandığı şeyler konusunda asla geri adım atmayan ve sendelemeden 'savunan' bir insan. Sen kendini nasıl ifade ediyorsun?” sorusuna şöyle yanıt vermişti:

“Mizah ve iyi niyet, annemin her zaman ‘Her şey insanlar için, hiçbir şeyden ezilme’ öğretisi, babamın verdiği adalet duygusu. Özgürlük anlayışının küçük yaşlarda gelişebileceği bir ortamda büyümüş olmak. Ayrıca anadilde eğitimin önemi. Ve unutmamak gerekir ki sınıfsal yoksunluk ve yoksulluk yaşamamış olmak.

Şeffaf ve dürüst olunca başka duruş olmaz her yerde aynı düşüncelerle durur insan. Ayrıca en konforlusu da budur. Demokrasi geliştikçe, ayrımcılık azaldıkça bu konfora kavuşmak kolaylaşır. Herkes bunu bilir zaten, demokrasi lazım o kadar, çoğul olduğumuzu bilmek lazım o kadar. Bireysel hakların yanında kolektif hakların da olduğunu sindirmek lazım… Savaş, çatışma, ölüm, yaralanma, yanma istemeyen herkes bunu başarabilir…”

O söyleşiyi yaptığımız günden bu yana “Türkiye’de çok şey değişti” demek mümkün. Bugün geldiğimiz noktada son bir yıla bakmak, 'Barış Süreci’, 'Gezi Süreci” gibi gelişmelerin yeni Türkiye ruhunu taşıdığı yeri konuşmak için yine Büşra Ersanlı ile konuştuk. Buyrun:

 

Gezi olayları ile başlayan yeni kitle ruhunu, ‘eski’lerin bu eylemlere eklemlenme halini, direnişin ya da eylemlerin gidişatını nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye’de siyaset bundan nasıl etkilendi?

 

Demokrasi ‘ilerledi’ mantık bozuldu şeklinde yorumlayanlar vardır mutlaka, kuvvetler ayrılığından rahatsız olanlar gibi. Ama bunlar asla yüzde 50 değillerdir. Bana göre Gezi’de başlayan eleştiren/uyaran duruşun, bu sürecin gelişimi, eylemcilerin uğradığı saldırılar karşısındaki genel tutumları, yaratılan mizahın düzeyi, aslında Türkiye’de muhalefet yürütmek anlamında devrim ve darbe duygularının dönüşmekte olduğuna, yaratıcılığa dayanan çağdaş şehir muhalefetinin oluşmaya başladığına işaret ediyor.

Gerçek siyaset bu yaşanan çağın gereklerini bilerek muhalefet yapmak, ekoloji, iletişim, farklıya, bireylerin ve toplulukların özel ve özgün tercihlerine saygı ve sevgi, birlikte yaşamanın değerini özellikle çok işlevli şehir hayatı içinde anlayabilmek. Tabii bu bağlamda farklı olanla birlikte iş yapabilmenin yollarını bulma gereksinimi duymak, hatta bunu geliştirmekte mutluluk bulmak. Çeşitli kimliklerin sadece bir tanesine bağımlı kalarak “bu sadece/tek başına benim yapmam gereken bir iş” dememek.

Bu çağdaş muhalefet adımının aşırı bir saldırıya uğraması muhafazakârlıktan ziyade geride kalmak ile ilgili, çağa ayak uydurmanın sadece tüketimi artıracak planlamalar olduğunu düşünmek ile ilgili.

Antikapitalist Müslümanlar'ın İstiklal Caddesi yer sofrası iftarı bu bağlamda son derece anlamlı. Yani bir nevi “ben onları Pera’ya eski 5. Bölge'ye kadar iterim” gibi söylenemeyen ihtirasları yerle bir etti. Çapulcuları Pera’da Agatha Christie ile baş başa bırakacaklarını zannedenler, Beyoğlu’nda daha da azaldı.

 

Gezi eylemleri sonrasında halk arasında kutuplaşma var mı?

 

Bence halk arasında kutuplaşma yok, tam tersine Gezi eyleminin ilk birkaç gününden itibaren halk arasında daha geçişken, daha anlamlı bir iletişim görülmeye başlandı. Tabii bir yandan da iktidara yaranma rekabeti şiddetlendi bence, palalar ortaya çıktı, daha fazla evlerinde tutulamadılar besbelli.

Bu türler genellikle gönüllüdür, korunacaklarını da bilirler. Zaten gözler önünde korundular. Gene de şunu bilmeliyiz ki “Çık saldır!” teşvikleri çoğu insana işlemez. Devletin bu tutumu bir anlamda bu yaranmacı takımı karşısında kutuplaşmış gibi görülebilir ama ben gerçekten ciddi bir kutuplaşma görmüyorum. Tersine eski kutuplaşma taraftarlarının, mesela milliyetçilerin biraz afalladığını düşünüyorum. Polisin, güvenlik güçlerinin tavrı iktidar hırsını yansıtıyor ve tabii çok yıkıcı, ölümler çoğalıyor. Bütün bu acılar karşısında tabii meşru direniş sürecek.

 

Barış süreci nasıl gidiyor, neler yapılıyor ya da yapılmalı? Gezi eylemlerinin barış sürecine etkisi nasıl bir etkisi oldu?

 

Barış süreci şeffaf değil, şahıslar arasında top gibi yuvarlanıyor. Ayrıca bir oyalamacadır gidiyor. Ya da artık öyle anlaşılır oldu. Kısacası bir umut olarak havada sallanıyor. İyi şeyler de olmadı mı oldu, hükümet ile talebi olan Kürt halkı arasındaki iletişimi arttırdı. Akil insanlar halkı dinledi duyduklarını aktardı. Kısaca talepler Türkler arasında da daha yaygın bir biçimde bilinir oldu. Yoksa kimin, neden, ne istediği bile bilinmiyordu bu ülkede.

Ancak gelinen noktada soru işaretleri pek çok, Gezi eylemlerinin barış sürecine etkisi biraz daha uzun bir vadede görülecek; kimlik muhalefeti, yaşam tarzı muhalefeti ile şehirli anlamda birleşecek, onun işaretleri mizahla belirginleşti. Ani dönüştürme dürtüleri olan eski kuşak da yavaş yavaş buna uyum sağlayacak, kısmen de sağlıyor.

Önce yasaların değişimini zorlamak gerekiyor. O zaman siyasi iktidarın, hükümetlerin insanların taleplerini karşılamada artık ikinci plandaki bir siyaset kanalı olduğu ortaya çıktı. Toplumları ferahlatacak, geliştirecek, hayat kalitesini yükseltecek esas dinamizmin yerel taleplerin yerinden katılımını sağlayacak merkezi iktidar dışı oluşumlar olduğu görülecek. Bütün dünya bu yönde ilerliyor. Siyasi iktidar gibi siyasi partiler de artık tek tayin edici aktörler değiller.

 

Lice'de yaşananları nasıl değerlendiriyorsun ve tabii devletin tutumunu?

 

Uyuşturucu lafıyla uyutma politikasına gidilmek istendi ama diğer bütün ‘uyutma’ politikaları gibi o da tutmadı. TOKİ’ye alternatif bir Uyuşturucu Konutları İnşaatı (UYKİ) projesi ortaya çıkar mı bilmem. Şimdilik uyuşturucu ile, köylüler sayesinde mücadele ediliyor. Onlar (iktidar yanlıları) arasında bu işe kimlerin bulaştığının da tespit edilmesi köylüler tarafından talep edildi. Yani halk arasından taraftar arayışında da çatlamalar başlayabilir.

\

Lice’de olanlar çok menfi, koruculuk sistemi devam ediyor, karakollar yapılıyor veya kuvvetlendiriliyor. Taraf’ın manşeti iyi idi “Karakol manzaralı uyuşturucu tarlaları…”

Bir genç öldürülüyor, ancak bundan sonra, bu ‘vesileyle’ köylülerin şikayetleri sonucu tarlalar yakılıyor. Bu hazin manzaralar barış sürecinde olmamalıydı veya bu tür olayları azaltarak ilerlemeli süreç!

 

Roboski'den bir türlü dilenemeyen bir özür var hâlâ?

 

İlk günlerde Başbakan özür diler gibi yaptı aslında, galiba bir gün sonra, hapishanedeydim o sırada, dikkatle dinliyorduk. Ama “Bir kusur olmuş abartmayın...” türündeki bu üslup çok kırıcı idi. Üstünlük taslayarak, ölümlere yol açmayı kabahatler çerçevesinde gösterme yoluna gidildi. Yani “ne olacak, zaten önemsiz insanlardı” gibi oldu. Tabii bu tutum daha büyük acıya yol açtı. Hem Kürtler için hem de Türkiye’nin bütün vicdanlı insanları için. Çünkü ölen bu çocukların, ‘potansiyel terörist’ olabileceği iması ağır bastı resmî konuşmalarda, hatta açıkça söylendi de. Bu yara kolay kapanmaz...

Tüm ölümler devlet tarafından küçük bir kusur, aksilik veya kabahat olarak görülebiliyor. Roboski, Reyhanlı, Afyon patlaması bireysel silahlanma sonucu vuku bulan olaylardan bazıları, maganda kurşunları, kadın cinayetleri ve hatta trafik kazalarının bazıları -ki bunların önemli bir kısmı da yol işaret hataları veya yol kalitesizliği nedeniyle oluyor- hepsi devlet sorumluluğu içinde kalıyor.

Kısaca ölümle birlikte yaşam da hafife alınmış oluyor. Bu herhalde İslam inancına en aykırı olabilecek bir duruş! Hayatı önemli olanlar, yaşaması gerekenler veya hayatı önemli olmayanlar, yaşamasa da olur denilebilecekler. Benim -suç isnadı yorumu çerçevesinde- kayıtlara geçen telefon konuşmam tam da bu konuyla ilgiliydi. Nuray Mert ile ‘ölümler arasında ağır bir hiyerarşi’ olduğu hissini paylaşıyorduk. Sayıları veriş vurgularından bile hissedilen bir edep kaybı bu. Nihayetinde ahlak ve vicdan kaybı oluyor.

 

Mısır'da neler oluyor? Darbe, vesayet ve demokrasi nasıl şekilleniyor?

 

Ordu müdahalesi olduğu açık, kısaca darbe; yani siyasete dur dendi ama Mursi yönetiminin anayasayı nasıl uzlaşmasız bir biçimde çıkarttığı, otoriterliğe nasıl hemen sarıldığı da açık. Dolayısıyla muhalif sayısı arttı. Meydanlar çoğaldı, on binlerce yüz binlerce kişiye darbeci demek de mümkün değil, onları hapislerde koz olarak kullanmak da, yoksa bizim ülkede yönetimlerin kullandığı darbeci veya terörist sözü gibi anlam yitirir. Ayrıca Batı ülkelerinin çoğu darbe sözcüğünden imtina ediyor; daha da önemlisi Körfez ülkeleri darbeyi destekliyorlar. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez devletleri önemli parasal destek verdi. Türkiye ise açıkça kınadı. Oysa Körfez ülkeleri ile bugünkü Türkiye hükümetinin ilişkileri çok yakın. Bazılarının aklına şu sorular gelebilir: İstanbul’daki çok yıldızlı otellerin kral daireleri boş mu kalacak yani? Onlarca AVM, Körfez'deki darbe taraftarı Araplara açmayacak mı kapılarını? Mısır’daki yatırımlar ne olacak? Bu muhalefet işi Türkiye’yi hep yokuşa sürüyor, ister içerde ister dışarıda. İlkeli politika yapsan bir türlü, yapmasan bir türlü!

Hükümetin bu girdaptan kurtulması kolay aslında: Yasaları ve uygulamaları demokratikleştirmek. Darbeci ile diktatör arasında herhangi bir fark olmadığını iyi anlamak gerek. Tabii darbeci ile diktatör arasında hiyerarşi yaratmak akıl işi değil, fırsatçılık işi sadece. Tek kötü anti politik eylem darbedir demek abes, başka birçok anti politik kötülük var, aşırı otoriterlik, diktatörlük, faşizm, soykırım gibi. Her şey sandıkla hallolmuyor, sandıktan cin de çıkar peri de, bazen de tavşan! Önemli olan şeffaflık ve denetlenebilir olmak, önemli olan özgürlüklerin evrensel standartlara ulaşması, katılımın çok daha fazla özendirilmesi… Sandık fetişizmi ile gelişmiyor demokrasiler. Bizim gibi çok İLERİ olan demokrasiler (!) hariç.

 

Devletin Suriye ile ilgili tutumunu nasıl değerlendiriyorsun? Bu bağlamda Reyhanlı katliamı ile ilgili ne söylenebilir?

 

Dış politika da aynı iç politika mantığı ile yürütülüyor. Demokrasi oturmuş olsa bunda bir mahsur yok. Ama iç politikadaki “Herkes bana benzesin!” dayatmasını farklı ülkelerin yönetimlerine veya halklarına da sıçratınca çok absürt oluyor tabii.

Türkiye’de hep ‘benzeten’ bir siyaset var. Herhalde ‘biz bize benzeriz’ öz deyişinden esinlenmiş. ‘Benzemeyeni de benzetiriz’ oluyor ikinci aşamada. Reyhanlı’da sanki biraz böyle oldu ne yazık ki, o da diğer büyük ölümlü olaylar gibi kabahatler kanununa dönüştürüldü. Ama bu her zaman mümkün değil tabii, mümkün olmadığı Kürtlerin asimile olmayışıyla -asimile edilemeyişiyle- anlaşıldı, bu gerçeği görenlerin sayısı arttı. Bunun mümkün olmadığı, ‘özel hayata müdahaleye dur’ diyen Gezi çapulcularının tepkisi ile de anlaşıldı. Çağdaş muhalefetin ışıkları tüm ülkede yandı.

 

Türkiye’de bitmeyen bir ‘şiddet’ sorunumuz var. Devletin ‘güvenlik’ kurumları eliyle uyguladığı orantısız şiddet, son günlerde sokağa dökülen palalı-sopalı adamlar... ve bütün bunların gerisinde gözlerimizden uzağa  düşmüş görünen kadına, LBGT bireylere yönelik şiddet gibi... Tam bir şiddet sarmalı içinde dönüp duruyoruz. Nasıl bu denli çığrından çıktı?

 

İş çığrından çıkmış durumda, belli ki iktidara ‘kuvvet’ olan/veren/alan sokak destekçileri var. Onlar yüzde elliye girer mi bilmem, ama polis dolaylı veya açık vandal desteği alıyor, bu göründü.

Kadın, LBGT gibi insan grupları, topluluk olarak değerlendirilip hakları korunması gereken kitlelerdir, siyasi anlamda azınlık kavramı içinde değerlendirilmeleri uygundur, hatta gerekir. Aynı Kürtler gibi…

Şu dörtlü bileşimi  ‘Sünni, Müslüman, Erkek, Türk’ tutturmayanlar güvenlik sorunu yaşıyorlar, onların özel olarak gözetilmeleri gerekiyor; dışlanmamaları için, şiddet görmemeleri için, haklarına ‘hakkıyla’ kavuşmaları için.

Herhalde son görüntüler ve Gezi sonrası palalı müdahaleler 20. Türk devleti tarihine ‘Pala Destanı’ olarak geçecek ve bu destan anlatılırken, esnafın ağır mağduriyeti de dile getirilecek. Sonuç da Türklerin ticari zekası olarak tarih ders kitaplarına geçebilir.

Gerçekten bu bile olabilir. Çünkü elitizm, Tek Parti rejiminin seçkinciliği, halkı küçümseyen, kendi hayat biçimini üstün gören elitizm ile azınlık haklarını birbirine karıştıran bir söylem var. Azınlık/kimlik konumunun talepleri ile Türkiye’nin tüm hükümetlerine sinmiş olan seçkinci talepleri birbirine karıştırmak darbeci zihniyeti mahkûm etmek adına kullanılıyor. Başbakan açıkça böyle konuştu. Azınlığın talepleri için çoğunluğu ezdirmeyiz dedi, sanki demokratik siyasette öyle bir şey olabilirmiş gibi. Siyasetin anlamını ters yüz etti, demokrasiyi hâlâ çoğunluk hakkı olarak görüyor. Bir türlü azıklık ve çoğunluk hakları dengelenemiyor, garantilenemiyor. Kendine asla muhalefet istemeyen bir rejime dönüşmüş hükümet; işte bu çerçevede Gezi eylemcilerine de, muhalif Kürt halkına ve siyasetine de aynı derecede önyargılı.

Bu rejim, “Bana gölge etmeyin” demek istiyor, oysa kalıcı gölge ancak ağaçlarla olur, onu da sık sık ‘gölge istemeyenler’ kesiyor.

 

Ama herkesin ortak fikri bunun birkaç ağaç meselesi olmadığı?

 

Elbette bu birkaç ağaç meselesi değil. ‘Aile, Mahalle, Devlet’ otoritesi üçgeni bir tatsızlık olarak iyice ortaya çıktı. Paylaşılmayan kamu hayatları bizleri buralara getirdi. Bu üçgeni, iktidardaki ideoloji lehine kurarsan baskıya karşı tepki büyür, çünkü demokrasilerde böyle bir üçgen olmaz. Yatak odasına devlet girmez, mahalleye karışmaz, hatta partiler arası ilişkilere de karışmaz eğer çoğulculuk ahlak olarak benimsenmişse.

Sofradan tuzu, beyaz ekmeği kaldıramaz, lokantalardan da kaldıramaz, ancak önerme hakkı vardır. Ama azınlık ile elitizmi karıştıranlar gibi çoğulculuk ile çoğunlukçuluğu karıştıran bir siyasi söylem ve kültür olarak kaldığı müddetçe, yasal tedbirler de alınmadığı müddetçe, baskılar da özele indi mi özel de baskıya karşı toplumsallaşır ve büyür. Bu kadar açık bir gerçek!

 

Nereden başlamalı bu yasal tedbirler?

 

Sandığa inananlar önce seçim barajını ortadan kaldırır. 

Eğer temsili demokrasiden bir nebze yararlanılmak isteniyorsa koalisyon hükümetlerine alışmak gerekecek. Birlikte iş görme adabına ihtiyaç çok büyük.

‘En mağdur’ yarışı AKP iktidarı ile başladı. Bugün geldikleri yerde, sahip oldukları tüm güce ve ayrıcalıklara rağmen hâlâ bu yarışta ön safları kimseye bırakmamaya çalışıyorlar. Ama bu noktada artık Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler ‘en mağdur’ yarışı yerine sadece ‘katılımcı demokrasi’ yarışını kabul edecek gibi görünüyor.