Profesör Celal Şengör, Evrim teorisinin Hristiyan Orta Çağ'ından önce İslam dünyası alimleri arasında tartışıldığı ifade etti. İslam düşüncesinde genelde evrim ve özelde de yaşamın evrimi fikrinin (hatta Darwinizm’e benzer fikirlerin) 10. yüzyılda yazılmış olan Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ (Temiz Kalpli Biraderler ve Vefalı Dostların Risaleleri) adlı ansiklopediyi oluşturan risalelerin pek çoğunda ifade edilmiş olduğunu savunan Şengör, "Bu ansiklopediyi ilk defa hemen hemen bir bütün olarak Almanca’ya çevirmiş olan büyük Alman şarkiyatçısı Friedrich Dieterici’nin (1821-1903) 1878 yılında yayınladığı Der Darwinismus im Zehnten und Neunzehnten Jahrhundert (Onuncu ve Ondokuzuncu Yüzyılda Darwinizm) adlı kitapçığından beri sık sık dile getirilen, fakat Hollandalı şarkiyatçı Tjitze de Boer’un (1866-1942) İslam felsefesi ile ilgili 1903’te yazdığı meşhur eserinde de vurguladığı gibi, tamamen yanlış olan bir görüştür. Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’daki bazı ifadeleri evrimle ilgili görüşler sanmak, ancak bu ifadeler parçasını oluşturdukları içeriklerin dışına çekildikleri takdirde mümkündür " dedi.
Profesör Celal Şengör'ün HaberTürk'te "Evrim teorisi Darwin’den çok önce İslam âlimlerinde vardı" başlığıyla yayımlanan (16.02.2018) yazısı şöyle:
MUHTEREM okuyucularım...
Geçen hafta Hıristiyan Orta Çağ’ında yaşamın evrimi hakkındaki düşüncelerden bahsetmiş, bunların sistematik ve detaylı gözlemlerden ziyade tesadüfi gözlemler ve abartılı, hatta uydurma gözlem raporlarına dayanan düşünceler olduğunu ve bunları geliştirenlerin her şeye rağmen geliştirdikleri düşüncelerin Kutsal Kitap’ın yaradılış efsanesi ile uyumlu olmasına özen gösterdiklerini belirtmiştim. 8. yüzyılın sonlarından itibaren, İslam dünyasında da yaşamın evrimi fikrinin tartışılmaya başlandığını görüyoruz. 11. yüzyıla (yani hicretin 5. yüzyılına) kadar bu tartışmaların ve dayandıkları düşüncelerin Batı Avrupa Katolik dünyasındakilerden çok daha bilimsel olduğu muhakkaktır (İbn Haldun gibi bireysel bilim insanları dikkate alınırsa hatta 13. yüzyıla).
Bu konudaki ilk yayınları Basra kelâmcılarından İbrahim ibn Sayyar ibn Hani Abu İshak al-Nazzâm (öl. MS 835-845 arası) ve öğrencisi Abu Osman Amr ibn Bahr al-Cahiz’in (MS 766?-869) çevreye uyum ve yaşam için mücadele fikirleri çerçevesinde yaptıklarını görüyoruz. Cahiz, “Kitab al-Hayavan”ında şu düşünceleri dile getirmektedir:
“Dedim ki: Yaşlandıkları zaman kara yılanları hava solurlar, bu onlara yeter. Aynı şey, yaşlandıkları zaman, kertenkeleler için de geçerlidir.
Dedi ki: Fakat bu bataklık çalılıklarda, nehirlerin kenarlarında ve durgun suların bulunduğu yerlerde yaşayan su yılanları için geçerli değildir.
Dedi ki: Su yılanları ya alçak yerlerin hayvanlarıdır ya da dağların. Çağlayanlı dereler, pek çok sürünen hayvanlar, yük hayvanları ve vahşi hayvanlar gibi bunları yerlerinden söküp taşırlar. Bu yılanlar çoğalırlar ve çiftleşirler veya anneleri ve babaları da belki su yılanlarıydı. O zaman gelişme nasıl olmuştur?
Çünkü karada, denizde ve kayalık ve kumlu zeminde yaşarken de tabiatları gereği yılanlar su yılanlarıdır ve nem ve su içinde yaşarlar. Kara yılanlarının ince ve uzun olmaları iki nedenden ötürü doğaları gereğidir: Bir kere uzun yaşadıkları için (çünkü artık hiçbir şey yemezler), ikincisi, verimli sahil alanlarından çok uzaktadırlar.
Dedi ki: Suda balıklarla birlikte yaşayan Mâr veya Mâhî veya yılan balığı gibi her şey iki türden oluşur: Bunların biri, yılandan türemiş ve çevredeki kara ve denizin etkisiyle değişmiştir. Diğerleri balıkların ve yılanların neslidir. Bunlar, balıkların doğası yılanlarınkine yakın olduğundan, birbirlerini karşılıklı olarak döllemişlerdir. Yılanlar başlangıçta su hayvanlarıydı ve hepsi (büyük bir olasılıkla bu balıklar ve yılanlar) yılandı.
Basralılar, Kûfa Muşânının (bir tür hurma) Basra’nınkine yakın olduğunu, onları bulundukları yerin değişime zorladığını iddia ederler. Hicazlılar, Kakao palmiyesinin, al Mukl palmiyesi olduğunu ve çevre şartları dolayısıyla değişime uğradığını söylerler.”
Cahiz’den hemen önce yaşamış olan Ebu Musa Câbir ibn Hayyân da (yaklaşık 721-815) yaşamın doğal yollarla geliştiğini savunanlardandı. Hatta insanların gelişen teknolojiyle insan da yaratabileceklerini, hatta peygamber bile yaratabileceklerini iddia etmiştir. Bu iddiaların ne kadar cüretli oldukları düşünülürse İslam’ın ilk yüzyıllarında esen hoşgörü havasına hayran olmamak mümkün değildir.
İslam düşüncesinde genelde evrim ve özelde de yaşamın evrimi fikrinin (hatta Darwinizm’e benzer fikirlerin) 10. yüzyılda yazılmış olan Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ (Temiz Kalpli Biraderler ve Vefalı Dostların Risaleleri) adlı ansiklopediyi oluşturan risalelerin pek çoğunda ifade edilmiş olduğu, bu ansiklopediyi ilk defa hemen hemen bir bütün olarak Almanca’ya çevirmiş olan büyük Alman şarkiyatçısı Friedrich Dieterici’nin (1821-1903) 1878 yılında yayınladığı Der Darwinismus im Zehnten und Neunzehnten Jahrhundert (Onuncu ve Ondokuzuncu Yüzyılda Darwinizm) adlı kitapçığından beri sık sık dile getirilen, fakat Hollandalı şarkiyatçı Tjitze de Boer’un (1866-1942) İslam felsefesi ile ilgili 1903’te yazdığı meşhur eserinde de vurguladığı gibi, tamamen yanlış olan bir görüştür. Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’daki bazı ifadeleri evrimle ilgili görüşler sanmak, ancak bu ifadeler parçasını oluşturdukları içeriklerin dışına çekildikleri takdirde mümkündür. Ama bunların, Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’nın temel felsefesi çerçevesi içerisinde evrim ifade eden görüşler olarak yorumlanmaları kanımca imkânsızdır.
Burada değişen, yalnızca bireylerdir. Her birey, doğar, büyür, hastalanır, yaralanır vs. ve sonunda ölür. Mineraller de doğada olan çeşitli olaylar sonucu oluşurlar. Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’nın yazarları minerallerin türünü tesadüflerin belirlediğini vurguluyorlar: Mineralin oluştuğu yerdeki malzemenin bileşimi, ortamın sıcaklığı vb. tesadüfler... Canlılardan bahsedilirken, türlerin asla değişmediği bilhassa vurgulanıyor:
“Bitkilerin durumunu gözleyen, onlar üzerine düşünen ve araştıran her aklı başında ve anlayışlı kişi onların türlerinin şekillerini asla değiştirmediklerini veya türünün şeklinden başka bir şekle dönüşmediğini görür. Kimse bir palmiyeden bir zeytin ağacının çıktığını veya bir fıstık ağacında bir incirin büyüdüğünü göremez. Aynı şekilde bir buğday başağında bir arpa tanesi görülemez. Bu bütün tahıllar, meyveler, sebzeler ve otlar için geçerlidir.
Aynı şey yapıları ve üyeleri tam olan bütün hayvanlar için de geçerlidir. Cinslerinin şekilleri ve türlerinin yapısı iyi korunur. Kimse bir ana devenin karnından bir tayın çıktığını veya bir inekten bir oğlağın doğduğunu görmemiştir. Aynı şekilde bir devekuşunun yumurtasından bir turna kuşu veya bir güvercin yumurtasından bir tavuk civcivi çıkmaz.”
Ancak bunlar söylendikten hemen sonra, tüm bu şekillerin, cinslerin, türlerin ve alt türlerin yaratıcısının gücünün bunları değiştirmeye yetmeyeceği fikrinin akıl tarafından kabul edilemeyeceği öne sürülüyor (yani, “Allah isterse evrimi de yapar” deniyor). Acaba neden bir deveden bir buzağı veya bir keçiden bir deve veya bir güvercin yumurtasından bir tavuk civcivi çıkarmamaktadır Yaratıcı? Buna verilen cevap, her türün belirli amaçlara yönelik olarak belirli malzemeden, belirli şekillerde oluştuğudur. Oluşumlara Yaratıcı’nın kendisi bizzat karışmıyor. Onları bir sistem haline koymuş, o sistem de bir saat gibi işliyor.
Bu teleolojik, yani evrende her şeyin bir amacı olduğu doğrultusundaki görüşler, aslında tamamen Aristo’dan alınmış görüşlerdir ve aynen onunkiler gibi evrim fikrini içermezler.
Ancak Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’nın tamamlanmasından hemen sonra, bir başka büyük İslam bilgini evrimi ima etmektedir sanki. Arap Plinius’u da denen Abû-l-Hasan ‘Ali ibn al-Hussain ibn ‘Ali al-Mas’ûdî (doğumu 912’den önce Bağdat’ta; ölümü 957 civarında Kahire’de), ömrünün sonuna doğru kaleme aldığı Kitâb al-Tanbih val İşraf (İşaret ve Düzeltme Kitabı) adlı eserinde canlıların mineralden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan da canlıya geçtiklerini söylüyor. Ancak bu gerçekten bir evrim kuramı mıdır, yoksa Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’da gördüğümüze benzer bir düşünce tarzı mıdır? Bunu kestirmek kolay değil.
İslam dünyasından günümüze kalan belgelerdeki en kapsamlı evrim fikri, tüm canlı ve cansız dünyayı kapsaması açısından hiç kuşkusuz büyük tarihçi ve sosyolog Abdurrahman ibn Haldun’un (1332-1406) İber adlı büyük tarih eserinin Giriş (meşhur Mukaddime) kısmında söylediklerinde görülür.
Burada söylenenler, kuşkusuz Rasâ’il İhvân al Safâ’ va Hillan al Vafâ’dan, Al-Mas’ûdî’den ve onlara kaynak oluşturmuş, ancak bugün artık kaybolmuş olan İslam kaynaklarından esinlenmişlerdir. Burada dile gelen fikirlerin ne derece yalnızca bir “Varlıkların Büyük Zinciri”ni ve ne derece ondan farklı gerçek bir evrim sürecini temsil ettiğini bilebilmek mümkün değilse de İbn Haldun’un tüm tarih felsefesinin evrimsel bir felsefe olduğunu bilmemiz, aşağıda alıntılanan fikirlerinin de evrimi kastettiği inancını güçlendiriyor:
“Bilinmelidir ki -Allah size ve bize kılavuz olsun- bu âlem içinde bulunan tüm yaradılmış şeylerle birlikte bir düzene ve sağlam bir yapıya sahiptir. Dikkate değer ve sonsuz bir örüntü içerisinde, nedenlerle nedenlerin sonucu olan şeyler arasında bağlantıları ve bazı varlıkların diğerlerine dönüşmesini gösterir. Gövde ve duyusal algılama dünyasıyla ve onun içerisinde önce görünen öğelerle başlayarak bu öğelerin nasıl dereceli ve sürekli bir şekilde topraktan suya, sudan havaya ve ondan da ateşe yükselen bir düzen içerisinde tertip edildiği görülür. Her öğe bir üstündekine veya bir altındakine dönüşmeğe hazırdır ve bazen gerçekten de dönüşür. Üstteki her zaman bir altındakine nazaran daha az yoğundur. Nihayet, küreler dünyasına varılır. Bunların yoğunlukları diğer şeylerin hepsinden azdır. (...) Sonra yaradılış âlemine bakılmalıdır. Minerallerle başlamış, marifetli, tedrici bir şekilde, bitkilere ve hayvanlara doğru gelişmiştir. Minerallerin son aşaması bitkilerin otlar ve tohumsuz bitkiler gibi ilk aşamasına bağlıdır. Bitkilerin palmiye ağaçları ve üzümler gibi son aşaması, hayvanların sümüklüböcekler ve kabuklular gibi yalnızca dokunma duyusu olan ilk aşamasına bağlıdır.
Hayvanlar âlemi sonra genişler, türleri artar ve tedrici bir yaradılış süreci içerisinde nihayet düşünme ve tefekkür kabiliyeti olan insana gelir. İnsanın bulunduğu yüksek aşamaya maymunlar âleminden ulaşılır. Maymunlarda zekâ ve algılama vardır, ama gerçek düşünce ve tefekkür gelişmemiştir. Bu noktada, maymunlar âleminden sonra insanın ilk aşamasına geliriz. Fiziki gözlemlerimiz bu noktaya kadar gelir.”
İbn Haldun İslam’ın yetiştirdiği son büyük bilim insanlarındandır. Ondan sonra -bilhassa Uluğ Bey, Ali Kuşçu ve diğerlerince temsil edilen Timurid rönesansını saymazsakİslam dünyasında artık bir bilimin, hele doğa biliminin varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak buraya kadar söylediklerim Orta Çağ’da İslam düşüncesi içerisinde bırakın evrime karşı olmayı, onu destekleyen ve geliştiren bilim insanlarının yetiştiğini ve bunların çok ilginç gözlemler yaptıklarını göstermektedir.