Prof. Çotuksöken: Türkiye'de toplum çocuk kalmaya mahkûm edildi

Prof. Çotuksöken: Türkiye'de  toplum çocuk kalmaya mahkûm edildi

- Hazal Özvarış

[email protected]

 

Baştan belirtelim, bu söyleşi ne kürtaj, ne de Uludere üzerine; söyleşi konuğumuz Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Betül Çotuksöken, konumuz da Meclis’te pürtelâş değiştirilen eğitim sistemi.

Türkiye’nin belki de en sık zikrettiği kalıplardan biri “Eğitim şart!” Ancak, içeriği tartışma konusu edilmekten imtinayla kaçınılan eğitim sistemi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” çıkışı ardından önce 4+4+4 formülü ile kademelere ayrıldı, sonra da Kuran ve Hz. Muhammed’in hayatını içerecek iki seçmeli ders yasalarla temel eğitime dâhil edildi. 

Peki, dini içerikli iki seçmeli ders eğitim sistemini kökten değiştirebilir mi? Bir felsefecinin gözünden Başbakan Erdoğan’ın “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” açıklaması ne demek? Kaygılananlar haklı mı, eğitimde bilginin yerini inanç mı alıyor?

Analizlerin sadece 10 yıllık AKP iktidarıyla sınırlı kalmaması, Prof.  Şerif Mardin’in tespitiyle “odağına eğitimi koyan” Cumhuriyet ideolojisinin de neyi, neden başaramadığını öğrenmek için ekledik:

Türkiye Cumhuriyeti ‘iyi insan’ yetiştirmekte neden tökezledi? Cumhuriyet kurumları nerede yanlış yaptı? “Aydınlanma ve romantizm” bileşimi Cumhuriyet ideolojisinde nasıl bir gerilim yarattı? İmam, öğretmeni yendi mi? Öğretmenin imamı ve ardındanki cemaati anlamaya çalışması istendi mi?

Sorularımızı yanıtlarken kelimelerini özenle seçen Prof. Betül Çotuksöken, Felsefe Bölüm Başkanlığı'nın yanı sıra Maltepe Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin de yönetim kurulu üyesi. Ayrıca, Türkiye Felsefe Kurumu’nda çocukların felsefe ile tanışması için hazırlanan “Düşünme Eğitimi” gibi önemli girişimlere imza atan Çotuksöken’e göre temel sorun “bilgiyle inanç arasındaki farkları ortaya koyamamakta.”

 “Türkiye toplumu çocuk kalmaya mahkûm edildi” diyen Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:

 

‘Askerin felsefeyi zorunlu ders yapması mümkün değildi’

 

- Bir ütopyayla başlayalım; 1980 darbesinde asker din yerine felsefeyi zorunlu ders yapsaydı ne olurdu?

Ama olmadı, olamazdı...

- Felsefinin asker eliyle de olsa zorunlu ders yapılmasını tercih eder miydiniz?

Sadece emirle olmuyor bu işler. Yapılanların ya da yapılacakların gerekçesini açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bu, bilgiyi öncelemek anlamına geliyor aslında. Bakın, ister felsefe, ister matematik olsun, bilgiyle barışık bir ülke değiliz. Hazır kalıpları seviyoruz, üşeniyoruz. Birileri bir şey aktardığı zaman hiçbir süzgeçten geçirmeden olduğu gibi kabul ediyoruz.

Cumhuriyet döneminde de yeteri kadar mesafe kat edilemedi. İdeolojilerin dışında, sağlıklı ve bilgiye dayalı bir eğitim için yeterince savaşım verilmedi. Bu noktada zaten askerin de böyle bir şey yapması mümkün değildi. Yapacak olsalardı bile, felsefeyi de belli kalıplar altına almaya çalışırlardı diye düşünüyorum.

- Türkiye’nin önde gelen filozoflarından İoanna Kuçuradi'nin şu iddiası hâlâ akıllarda: “Türkiye'de her hafta 3'er saatlik 4 tane felsefe dersi koyalım, 15-20 seneye Türkiye değişecek.” Ne değişebilirdi?

Açık kafalılık gelecekti ya da gelecektir. Her duyduğuna inanmayan, özgür bir biçimde konulara yaklaşabilen, peşin hükümleri olmayan, tartışabilen, sorgulayabilen, düşünebilen, eylemleri ile eylemlerinin arkasındaki değerler arasındaki ilişki üzerine kafa yoran, başka insanları anlamaya çalışan, ama öncelikli olarak kendisini anlamaya çalışan insanlar yetişecekti. Retorik olarak bu kelimeleri çok sık kullanıyoruz, ama hayata ne kadar geçiriyoruz? Diyeceksiniz ki, felsefe dersi mucize mi yaratacak? Ama bunlar yapılabilirdi.

- Halen 13 bin din ve ahlak bilgisi öğretmeni olduğu biliniyor, ancak kaç felsefe öğretmeni olduğu ön plana çıkmıyor. Sizde bu sorunun cevabı var mı?

Felsefe öğretmeninin sayısı daha az elbette. Ama benim elimdeki rakamlar eskidi. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi’ndeyken “Türkiye'de Felsefe” araştırması yapmıştım. O zaman 5 bin küsur felsefe öğretmeni vardı. Bu öğretmenlerin büyük kısmı, yüzde 47 oranında sosyoloji, yüzde 27 oranında felsefe mezunuydu, kalanı da başka alanlardandı.

Şu an rakamlar biraz daha artmış ve 6 bin civarında olabilir, ama yine de net bir şey söyleyemem. Bir de “İlahiyat eğitimi almış kişiler de felsefe öğretmeni olarak atanıyor” diyorlar, ama benim yaptığım araştırmada, MEB Bilgi Teknolojileri Müdürlüğü'nden aldığım bilgilere göre böyle bir resmi kayıt yoktu.

- 2004 yılında “Çocuklar için Felsefe” başlıklı zorunlu verilecek bir ders için çalışmalara başlıyorsunuz. Ancak 2006’da zorunlu olması sakıncalı bulunan ders, isminden felsefe çıkarılarak “Düşünme Eğitimi” olarak seçmeli ders formatında yürürlüğe sokuluyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) “sakınca” gerekçesi neydi?

Kaleme aldığım metin iyi anlaşılırsa denilmek istenen şu: Eğer gereken hazırlıklar yapılmazsa, çocuklara felsefe dersini vermek üzere yetiştirilmiş uzman kişiler olmazsa, istenen amaca ulaşılamayacaktır. Özellikle öğretmenler bu gerekçeyi ileri sürmüşlerdir. “Sakınca”dan kasıt budur. Yoksa bakanlığın herhangi bir biçimde konuyu sakıncalı gördüğünü ileri süremeyiz. Böyle bir şey söz konusu değildir. Milli Eğitim Bakanlığı, dersi seçmeli olarak düzenlemiştir. Ancak şu var ki, genellikle toplumda kimi zaman “felsefe” sözcüğüne temkinle yaklaşan kişilerin olduğu da bilinmektedir.

 

‘Türkiye toplumu çocuk kalmaya mahkûm edildi’

 

- Özetle felsefenin, insanın olgunlaşmasını sağladığını savunuyorsunuz. Felsefenin sadece bir sene zorunlu ders olarak öğrencilere öğretilmesinden yola çıkarak soralım; Türkiye toplumu ergen kalmaya mı mahkûm edildi?

Evet, hatta çocuk kalmaya mahkûm edildi. Artık daha da çocuk kalmaya daha da yatkın bir hale geliyor. Ve artık bu çocuklar, bilme ediminden çok inanma edimiyle iş gören insanlar haline gelebilir.

- Nasıl bir çocukluk bu? Karakter özellikleri nedir?

Tutarsızlık, eylemleri, örneğin seçimleri, tercihleri, kararları üzerinde yeterince düşünememe diye bu özellikleri özetleyebiliriz.

- Peki, yetişkin ne demek ve bunu hedefleyen eğitim sizce nasıl olmalı?

Eğitim gerçekten bir “insanlaşma” eğitimi olursa bu mümkündür. İnsanlaşma ise insanın değerinin bilgisiyle donanmış olmayı gerektirir. İnsanın onurlu, saygıdeğer bir varlık olduğunun anlaşılmasıyla ve bu anlamanın gerçekten içselleştirilmesiyle olabilir. Çocuğun karşısında seçimlerinde, kararlarında tutarlı olan“yetişkinler” görmeleri son derece önemli görünüyor.

Yetişkin; seçimlerini tutarlılıkla yapabilmek/yapmak, hesap verebilmek/vermek, sorumluluk alabilmek/almak gibi eylemleri gerçekleştirebilen bir kişidir. Ayrıca yetişkin, eylemleriyle, eylemlerinin arkasındaki değerler ve eylem ilkeleri arasındaki ilişki üzerinde de düşünebilen kişidir. Yetişkin sadece birey değildir; aynı zamanda “kişi”dir; karşısındakine de bunu hissettiren, kişi muamelesi yapan kişidir. Böyle bir amaca yönelik olan eğitim bana göre felsefi-etik eğitimdir. Felsefi-etik eğitim, bilme edimini önceler; olup bitenler arasındaki bağlantıların görülmesi, kurulması konusunda öngörü ve hatta beceri kazandırır.

Felsefi temelleri olan eğitim önyargılı olmayı engelleyebilir/engeller. Eylemlerle değerler ve ilkeler arasındaki ilişkinin önemi üzerinde durur. Böyle bir eğitim, ustalıkla verildiği takdirde, çocuklar gerçekten birer kişi olarak hayata hazırlanabilirler; kendilerinin ve diğer insanların eylemleri üzerinde düşünebilirler, var olana, başta kendileri olmak üzere belli bir uzaklıktan bakabilme becerisini gösterebilirler. Çocukla yetişkin arasındaki en büyük fark sanırım bu mesafeyi koyabilmekte ya da koyamamakta kendini gösteriyor.

- Kuran ve Hz. Muhammed’in hayatının seçmeli ders olarak müfredata girmesi eğitim sistemini kökten değiştirebilecek bir girişim mi sizce?

Değiştirmeyebilir. Her ne kadar yasada yer alıyorsa da, seçmeli bir ders.

- Seçmeli derslerden hemen önce Erdoğan'dan şu cümleyi duyduk: "Dindar nesil...”

Altyapısı oluşturuldu böylece.

- İslamcı düşünür İhsan Eliaçık, bu açıklamayı totaliter bulduğunu söyledi. Bir akademisyen olarak bu açıklamanın sizdeki yansıması neydi?

Bizim çocuklarımızın, olup bitenleri olabildiğince doğrudan görmelerini sağlayabilecek, evrensel değerlerle çelişmemek kaydıyla,  toplumun kültürel tarihsel yapılanmalarıyla, elbette evrensel insani değerleri dikkate alacak bir biçimde yetişmelerine yardımcı olmamız gerekiyor.

Bunu yaptığımız takdirde insanlar zaten kendine yakışanı yapacaklardır. Ama hiç kimse, “Ben çocukları illa ki dindar yapacağım” ya da “Sadece pozitivist bir anlayışla yetiştireceğim” dememeli. Türkiye’de zaten yönetim mekanizmalarında görevde olanlar her zaman toplumun inanç dizgelerine saygılı insanlardı. Bunu ilan etmeye, sergilemeye ihtiyaç hissetmeyenler gerçek dindarlar, samimi insanlardır. Ve Türkiye toplumunda bu kişilerin sayısı çoktur.

 

'Toplumu inançla mı, bilgiyle mi bir araya getireceğiz?'

 

- Hilmi Yavuz, Neşe Düzel'e verdiği söyleşide, “adalet gibi ilkeler ötelenerek İslam'ı içki içmemeye ve namaza indirgeyen bir gardırop Müslümanlığından” bahsediyor. Sizin de çok önemsediğiniz “özcülük ve şekilcilik” arasındaki bağlantı göz önüne alındığında, Erdoğan'ın “dindar nesil” açıklaması sizce bir gardırop Müslümanlığı örneği mi?

Bir dönem “gardırop Atatürkçülüğü” tabiri vardı, şimdi de bu var. Bir uçtan bir uca savruluyoruz; çerçeve aynı, içerik değişiyor. Neden bir siyasi kurum insanlara şekil vermeye çalışır bu denli?

Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’i kuranlara haksızlık yapılmasını da istemiyorum. Vermek istediklerinizin çağdaş ve insani değerlerle ne kadar buluştuğu çok önemli. Bazı kişilerin Atatürk'ü çok sömürdüğü için yanlış yaptıklarını düşünüyorum ama çocukları laiklik, çağdaşlık gibi insani değerlerle tanıştırmak son derece önemli. Ama bugün seçmeli dersler, 4+4+4 sistemi ve tam olarak ne kast edildiği açıklanmayan dindar gençlik belirlemesi var. Habermas'ın ileri sürdüğü gibi, kamusal alanı tartışarak, konuşarak inşa edebilsek ve buradan müzakereci demokrasiye doğru evrilerek insanlarımızla olan ilişkileri kurmaya çalışsak belki söylenenlerin arkasında bir şey aramayacağız, ama bu durumda niyet okuması gibi bir noktaya geliyorsunuz. Ki felsefeci olduğunuz zaman ister istemez bunu yapıyorsunuz.

- Nedir okuduğunuz niyet?

Toplumu, insanları acaba inançla mı bir araya getirmeye çalışacağız? İnançlar da insanlar için önemli, buna itiraz etmiyoruz, ama bilgiler de bir o kadar önemli.

- Bir parantez açsak; Tayyip Erdoğan’ın portresini nasıl çizersiniz?

Dili aslında iyi kullanan, ama zaman zaman duygusallığı çerçevesinde dil kullanımını ekstrem noktalara taşıyabilen, çalışkan ve başladığı işi takip eden biri. Nötr olarak baktığımız zaman, sonuç almak üzere amaçlarını iyi belirleyen ve gündem yaratan biri olarak görüyorum. Fakat bulunduğu yerde sadece kendisinin konuşuyor olması gibi bir izlenim ediniyorum. Yine de yakın çevresinde bulunmadığım için, bunu etrafı mı yaratıyor bilmediğimden haksızlık yapmak istemiyorum.

Ancak edebiyat ve felsefe ile ilgili okumaları nasıldır, ona bu konuda danışmanlık yapanlarla nasıl bir diyaloğu vardır bilmiyorum, ama felsefenin jargonunda yer alan tabirler kullanıyor. "CHP'nin ontolojik sorunları var" gibi...

 

‘Tiyatroyu maskaralık olarak görmek olsa olsa bir önyargı’

 

- Tam burada soralım, Erdoğan'ın okuması için beş yazarlık bir liste çıkarsanız, kimleri sayarsınız?

Listeyi daha geniş tutabilirim: Platon, Aristoteles, Descartes, Kant, Nietzsche, Husserl, Nermi Uygur, Takiyettin Mengüşoğlu, İoanna Kuçuradi, benim yapıtlarımı da okuyabilir. Belki de okuyordur kimi filozof metinlerini. 

- Eğitimde rol sahibi olanlardan biri de Fethullah Gülen. Ancak Gülen’in tiyatroya dair şu açıklaması akıllarda: "Komiklik, maskaralık yapmanın insanları güldürüp eğlendirmenin bizim dünyamızda ne işi var!"

Hemen Huizinga’yı hatırlıyorum. Burada Bahar Şenliği çerçevesinde Felsefe Kahvesi yaptık; Huizinga’nın “oynayan insan” belirlemesinden yola çıktık. Hepimiz biliriz: Gülen tek varlık insandır.

- Tiyatroyu “maskaralık” olarak görmek sizce inanma edimiyle hareket etmenin zorunlu bir sonucu mu?  

Zorunluluk ilişkisi olmasa gerek. Burada olsa olsa bir önyargı görebiliriz. Ayrıca da sadece inanma edimiyle dünyaya yönelen insanların yaşama ayna tutan sanatla olan ilişkilerinin ipuçlarını burada yakalayabiliriz. Sanatın bir türü olarak tiyatro insanı ne güzel de anlatır… Bu elbette “maskaralık” (küçültücü bir anlam yükü var bu deyişte)  olmasa gerek. Ayrıca yukarıda da dediğim gibi gülen tek varlık insan! Yine de bu sözlerin hangi bağlamda söylendiğine bakmak gerekiyor. Belki de tanıklar yeterince iyi aktaramamış olabilirler duyduklarını!

- “Tiyatroda müstehcenlik” tartışması sizce “dünya görüşü” eksikliği mi?

Siz küçük yaşlarda çocukları sanatla tanıştırmazsanız, toplumun genel yapılanması içerisinde sanata çok pay ayırmazsanız, kadın ve erkeğin bir arada insanca yaşama kültürüne fırsat tanımaz ve çocuklarınızı kaç-göç kültürü içerisinde yetiştirirseniz, onlar da tabii ki büyüyünce tiyatroya gitmeyi istemeyecek ve o yapı içerisindeki herhangi bir tasarımı ayıp, günah çerçevesinde algılayacak.

 

‘İmam, öğretmeni neredeyse yendi’

 

- Şu yargı sizin için doğru mu; Cumhuriyet’in konservatuvarlarla Türkiye’de gelişmesi için öncülük ettiği tiyatro, opera ve bale bu toplumda tutmadı?

Tam da tutmadı yargısında bulunabilir miyiz? Bu toplumda sanat bağlamında çok da iyi şeyler yapılıyor. Elbette daha iyi noktalara gelinebilirdi. Sorun, yukarıda da dediğim gibi, çocukların değerli sanat ürünleriyle daha sık karşılaşmasının fırsatlarını yaratmak.  

Bakın ailelere yine çok iş düşüyor. Örneğin, bizim evimiz Reşat Nuri Sahnesi’ne çok yakındı ve her oyuna mutlaka giderdik. 1962-63 yıllarında Fatih bölgesinde o kadar çok sinema vardı ki!  Ancak aileniz sizi götürmüyorsa, okul teşvik etmiyorsa, sonuç olarak alışkanlık da oluşmuyor.

- Şerif Mardin'den bir alıntı: “Türk sahnesinin anahtar bileşeni Bethoveen, Bergman'a sırtını yaslayan Türk entelektüelleri ile kahramanları Benna, Bediüzzaman olan grup arasındaki rekabet.” 2012'de Said Nursi 1, Bethoveen 0 mı?

Neredeyse... İmam, öğretmeni yendi. Bunlar, üzerinde düşünmemiz gereken şeyler.

- İmam öğretmeni nasıl yendi? Açabilir misiniz?

Dikkat ederseniz “neredeyse yendi” diyorum. Burada “imam”, “öğretmen” belirlemeleri simgesel elbette. İnanma ediminin giderek daha çok öne çıkarılmaya çalışıldığına dikkati çekmek istiyorum açıkçası. İnanmayla yaşama dünyasını düzenleme, bilgiye neredeyse sırt çevirme burada söz konusu gibi görünüyor. Başta da söylediğim gibi, inanma edimi de insansal bir edim ama bilmenin ve inanmanın sınırları üzerinde düşünmek son derece önemli. Sıkıntı da burada, bunlar birbirine karıştırılıyor yeterince erginleşmenin, olgunlaşmanın olmadığı toplumlarda.   

- İmamın gözünde öğretmen neyi temsil ediyor?

Öğretmen elbette bilgiyi temsil ediyor, etmesi gerekiyor. Asıl sorun ne biliyor musunuz? Bilgiyle inanç arasındaki farkları ortaya koyamamada. İnançla bilgi arasındaki farkları ortaya koymak, her ikisinin de sınırları üzerinde düşünmek, bilgiyle, felsefe bilgisiyle olabilecek bir şey. İlkin bunu fark etmemiz, öğrenmemiz gerekiyor; imamlar da hatta öğretmenler de bunun iyice farkında olmalı. Toplumsal ve hatta kamusal düzenlemede kişiler farklı gereksinimleri karşılarlar. İşte bu karşılamada herkesin dikkatli ve bilinçli olması gerekiyor. Ama görünen o ki kavramsal ayırımların yeterince doğru yapılmadığı ortamlarda sonunda her şey dayatmacı bir anlayışla hükmünü sürdürmeye çalışıyor. Her şeyi ikna ederek değil, dayatarak değiştirmeye çalışıyoruz!

- Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, “solun dini öğrenme zahmetine girmediğini ve kendilerini askerle aynı mahalleden görerek darbelere siyasi araç olarak yaklaştığını” söyledi. Peki, öğretmen imamı, arkasındaki cemaati anladı mı? Anlaması istendi mi?   

İşaret ettiğiniz bu nokta çok önemli: İnsanların, farklı toplum katmanlarında yer alanların, toplumda farklı rolleri, işlevleri üstlenenlerin birbirlerini içtenlikle anlama çabası içinde bir türlü olamamaları belki de en büyük sorunumuz. Olanı görmemek, görmezlikten gelmek, görülmeyenin etkisini artık sürdürmeyeceği ya da artık ortadan kalkıvereceği anlamına gelmiyor. Bu da çok gerçekçi olduğu sanılan solun, ontolojik anlamda (epistemolojik değil bu noktada) tam bir idealizm içinde olduğunu gösteriyor. Daha yalın bir anlatımla: Ben görmüyorsam, hatta görmek istemiyorsam; görmediklerim, görmek istemediklerim yoktur! Birbirine sırtını dönmüş ikilikler burada söz konusu. Bir türlü normalleşmeyen ilişkiler, keskinlikler, keskinleşmeler, kutuplaşmalar burada söz konusu. Bu durum gittikçe azalacağına, özellikle karar verme noktasında olanlarda günümüzde daha da artmış durumda bir “rövanş” mantığı içinde. Bu saptamaya bağlı olarak en büyük bunalımın da“güven bunalımı” olduğunu ileri sürebiliriz ayrıca.

 

‘Cumhuriyet kızların yeterince okutulmasını sağlayamadı’

 

- “Haksızlık yapılmasını istemiyorum” dediğiniz Cumhuriyet kurucularının hataları da olduğunu söylediniz. Sizce nerede yanlış yaptı Cumhuriyet?

Özellikle ilk yıllarında her şeye ve yere erişilemeyebilirdi, ama özellikle eğitim konusunda tutarlı tavırlar geliştirilip ülkenin bütün bölgelerinde fırsat eşitliğine dayalı bir eğitim verilebilirdi. Sağlıklı davranmayan Cumhuriyet kurumları özellikle 40'lı ve 50'li yıllarda kız çocuklarının yeterince okutulmasını sağlayamadı. Bugün de zaten bunun verdiği sıkıntıları yaşıyoruz. Kız çocukları hâlâ eğitim sisteminden eşit faydalanamıyor, erken evlendiriliyor... İnsan hakları açısından baktığınız zaman, erken evlendirilen bu çocukların eğitim hakkı korunmuyor demektir.

 

‘Üniversiteye geldiğimde örtünüyorsam ‘özcüyüm’ demektir’

 

- Kilit önem atfettiğiniz laiklik ilkesi de özellikle yükseköğretimde başörtülü kadınların eğitimden dışlanmasına neden olmadı mı?

Üniversite eğitimi, bilgi ile tanışıklık söz konusu olduğu zaman kendilerini Müslüman olarak addeden insanlar, yarın iş hayatına, kamusal hayata geçtiğinde nasıl olacak? Bu insanlar tüm hayatlarını inanç sistemiyle mi dokuyacak, yoksa edinmiş olduğu bilgileri kullanabilecekler mi? İkilik çıkıyor. Bu durumda insanların kendilerinin karar vermesi gerekir. Zorlamayla olmadığını Türkiye toplumu deneyimledi. Tersine tepkili biçimde bu gençlerimizin sayısı arttı.

Ama ben eğer sokağa çıktığımda, üniversiteye geldiğimde örtünüyorsam bu benim kendimi sadece cinsiyetimle gördüğüm anlamına gelir. Bu da “ben özcüyüm” demektir.

- Peki, insan haklarını merkeze koyan biri olarak, hangi nedenle kapanıyor olursa olsun başörtülü kadınların kamusal alanda varlık göstermeleri, sizce özgürlük ve insanlık hakkı değil mi?

Ben daha derinden düşünmeye çalışıyorum. Tutarlı ve sistemli bir giyim özgürlüğü var mı acaba? Ben alanları üçe ayırıyorum; özel, toplumsal ve kamusal alan. Kamusal alanda dini inançlarımızın aşırı öne çıkması, görünürlük kazanmasını doğru bulmuyorum. Çünkü dini inancım bana ait. Özel ve toplumsal alanda başörtüsü olabilir, ama kamusal alanda herhangi bir devlet kurumuna gittiğim zaman, dini inancıyla giyimine yön veren bir insanla karşılaştığımda tedirgin olabilirim.

- Erkeklerin dindarlığı tespit edilemediği için mi tedirgin olmuyorsunuz?

Bana, erkekler bu konuda duruma daha uygun davranıyorlar gibi geliyor. Erkekler söz konusu olduğunda, ilk karşılaşmada anlayamazsınız, ancak ipuçları yakalayabilirsiniz. Burada önemli olan inancımla ilişkimi kamusal alana taşımamam, ama sokakta (toplumsal alanda) gezebilirler.

- Tam da bu özcü bir yaklaşım değil mi?

Ekstrem değil, ortalama olduğu için, cevabım hayır. Ama belki bir gün öyle bir noktaya gelecek ki, başı açıklar ekstrem olacak.

 

‘Kimya kitaplarında İstiklal Marşı’nın ne işi var?’

 

- Sınıftasınız ve edebiyat dersi veriliyor. Karşınızda Atatürk portresi, yanında İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe asılı…

Bunu Cumhuriyet'i kuran insanlara saygı olarak da görebiliriz.

- Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı kitapları açtığınızda da aynı manzaraya tanıklık aşırı değil mi?

Her ders kitabında olmayabilir. Kimya kitaplarında örneğin, ne işi var?

- Felsefe kitabı?

Felsefe kitabında da olmayabilir. Türk Dili ve Edebiyatı dersine yakıştırıyorum, çünkü güzel bir şiir. O kadar. Bunlarda birtakım şeyleri aşmak gerekiyor, ama Atatürk'ün resminden, bayraktan, Gençliğe Hitabe'den bu çapta rahatsız olmamak gerekiyor. Bence de endoktrinasyon olmamalı. Her gün her gün çocuklarımıza bunları neden okuturuz? Bir de eğer, bunun içini dolduramıyorsak, bu kadar yolsuzluk ve yoksunluk yaşatıyorsak ne kadar inandırıcı olabiliriz? Ezbercilik buradan başlıyor zaten.

 

‘En büyük sorunumuz insan yetiştirmek’

 

- Şerif Mardin "Türkiye iyi insan yetiştirmede çuvalladı" dedi. İyi insan ne demek?

Siyasal iktidarlar toplumun gereksinimlerini yeterince iyi göremedi. Nitelikli işler yapılamadı ne yazık ki. Son zamanlarda okullulaşmada epeyce mesafe alındı, diyoruz ama niteliği ne durumda verdiğimiz eğitimin? Her birimiz bu konularda çok düşünmeliyiz. Sayısal artış yetmiyor eğitim sorunlarını çözmede. Gerçekten de en büyük sorunumuz insan yetiştirme bağlamında; en büyük sorun eğitim sorunu. Eğitim alma hakkının korunmadığı, geliştirilmediği, her bir çocuğumuzun sahip olduğu öğrenme potansiyeli yeterince dikkate alınmadığı, değerlendiril(e)mediği zaman yukarıdaki yargı hep haklı çıkıyor elbette. Nitelikli eğitim herkesin hakkı anlayışıyla hareket etmemiz gerekiyor. Konuya başka bir açıdan daha yaklaşabiliriz. Bu açı kişileri dikkate alıyor; onlara çok iş düştüğünü bize gösteriyor. Tam da bu noktada “sistem”suçlamasından, bahanesinden vazgeçmemiz gerekiyor. Sorumluluk almadığımız zaman, bir sistem retoriğidir gidiyor… Oysa “Kişi olarak ben neleri değiştirebilirim?”, “İşimi nasıl daha iyi yaparım?” anlayışını bir türlü benimseyemiyoruz. Oysa biz tek tek kişiler de çok şeyin üstesinden gelebiliriz, çok şeyi değiştirebiliriz!

- Odağına eğitimi koyan Cumhuriyet "iyi" olmayı neden öğretemedi?

Türkiye nitelikli eğitim veremedi, ama faturayı hep Kemalizme çıkarmayalım. Sınıfın içinde bir öğretmen işini severek yapamıyorsa bunun sorumlusu Kemalizm değil, siyasi iktidarlar ve kişiler suçlu.

- Kim bu kişiler?

1970'li yılların ortalarında, Milliyetçi Cephe (M.C) hükümetleri zamanında, milli eğitim sistemimizde, özellikle de ortaöğretimde çok büyük sıkıntılar yaşandı. Milliyetçi-muhafazakâr anlayışla yazılan ısmarlama ders kitapları, son derece sıkıntılı durumlar yarattı.

1974 senesinde Darüşşafaka Lisesi’nde felsefe öğretmeniydim. Öğrencilere o kadar çok alternatif kitap okutuyorduk ki! Ama Anadolu'da bunu nasıl yapacaksınız? Öğrencilere resmi olarak belirlenmiş ders kitabı okutulmadığı zaman, Anadolu’daki okullarda soruşturma açılıyordu.

 

‘Cumhuriyet’i kuranlar aydınlanma ile romantizmin gerilimi içindeydi’

 

- Başlangıç noktasını nereye koyuyorsunuz?

Ben 1950'ler olarak görüyorum, ama bunun en keskinleştiği dönem muhafazakâr-milliyetçi görüşlerin okul sistemiyle çok fazla uğraştığı 1970’ler oldu. Bakın “ahlak dersi” diye bir ders kondu. İlkin felsefe öğretmenlerinin vermesi istendi; aradan bir yıl geçti, “Derse ilahiyat mezunları girecek” dediler. Türkiye'de hep bu var; muhafazakârlaştıkça sorunlar artıyor.

- 1950 ve 70'lerden önce, Cumhuriyet'in başlangıcında aydınlanma, pozitivizm ve sizin tabirinizle "milliyetçilikle haşır neşir romantizm" var. Tek partili sistemde uzun yıllar bu felsefi akımların öncülük ettiği eğitim örneğin Ermeni tehcirini görünmez kılıyor, Kürt kimliğini ve Kürtçe’yi yok sayıyor. Sizce, bunlar sıkıntının parçaları mı?

Tek partili sistem ne kadar uzun sürdü? Bugünden o günlere bakarsak, ne kadar kısa kaldı... 27 yıl ama 1950'den bu yana 60 yıldan fazla geçti. Şimdi durum ne? Neredeyiz!

- Ancak bu sürecin siyasette Türk-İslam sentezi ile somutlaşan, İslami cemaatlere dahi milliyetçilik aşılayan bir kalıcılığı oldu. Bu raddede bir milliyetçilik problemli değil mi?

Kesinlikle sıkıntılar var. Cumhuriyet’i kuranlar aydınlanma ile romantizmin gerilimi içindeydiler. Hiçbir zaman böyle bir şey yoktu, her şey aydınlanma çizgisi içindeydi, diyemeyiz.

- Aydınlanma çizgisi içinde olmayanlar neydi?

Aydınlanma çizgisinde olmayan biraz önce sıraladıklarım. Özcü olmak, insanı tek bir özelliğiyle, örneğin sadece etnik kökeniyle, sadece inancıyla ya da sadece cinsiyetiyle algılamak ve farklılıkları keskinleştirmek bizi her geçen gün kendi içimize biraz daha kapatabilir. Ancak şaşıracaksınız ama aydınlanmada da körleşme olabilir. Kant’ın çağdaşı Moses Mendelssohn bu noktaya “Aydınlanma Nedir?’ Sorusu Üzerine” adlı kitabında bakın ne güzel dikkati çekiyor: “Kültür ve aydınlanma yeşerdiğinde ne kadar asil ise, çürümede ve yozlaşmasında da o kadar çok iğrençtir. Aydınlanmanın kötüye kullanılışı ahlak duygusunu zayıflatır; katılığa, bencilliğe, inançsızlığa ve anarşiye götürür. Kültürün kötüye kullanılışı ise, lüksü, şatafatı, zayıflığı, batıl inancı ve köleliği yaratır. Aydınlanma ve kültürün aynı adımlarla yol aldığı yerde, bunlar yozlaşmaya karşı en iyi koruma ilacıdırlar.” Ne dersiniz? Bu sözler yeterince uyarıcı değil mi? Gerçekten “yozlaşma” terimi/kavramı bana göre birçok şeyi “aydınlatıveriyor.”

-Aydınlanma ve romantizm arasında nasıl bir gerilim vardı? Açar mısınız?

“Kurucular” bir yandan akla, bilime, aydınlanmaya haklı olarak önem verdiler; ama bir yandan da ülküsel bağlanmalara. Bu ikinci kısım romantizmi çağrıştırıyor. O dönemde haklılık payı olabilirdi. İnsanları yeni birtakım kavramlar, ülküler, idealler etrafında bir araya getirmek gerekiyordu. Ancak burada ölçü çok önemli görünüyor. Romantik çizgi bilgiye dayalı aydınlanma çizgisinin üstünde yer aldığında, aşırılıklar, kendi içine kapanma, “başka”ya, farklı olana açık olmama, ardından idealist bağlamlı“aynılaşma” gelebilir. Aynı/benzer, ayrı/farklı olana ilişkin tutumlar burada çok önemli görünüyor. Ortaklıkları, farklılıkları nerede gördüğünüz ve değerlendirdiğiniz çok önemli. Bu mantıksal kategorileri aydınlanma çizgisinde değerlendirmekle, romantik çizgide değerlendirmek de farklı sonuçlara götürebilir. Yeniden şu noktaya geliyoruz bu durumda: Sınırlara ilişkin bilginin önemini fark etmek.  Elbette bu bağlamda yeterince olgunlaşmak çok da kolay bir şey değil. 

- Bu gerilim Türkiye’ye nasıl yansıdı, neye mal oldu? 

Zaman içinde romantik ağırlıklı olan gerilim, dünyaya ne denli farklı kavramlarla bakarlarsa baksınlar, özellikle karar vericilerin tutumunda keskinleşmeye yol açtı. Zaman içinde “Türk-İslam sentezi” deyiminde/kavramsallaştırmasında tüm yaşamımızı derinden etkilemeye başladı. Özcü ontolojik tutumlar zaman zaman daha çok serpildi. Bu noktada artık, nominalist ontolojiye dayanan, bireyin varlığını önemseyen, evrenselliği, evrensel insansal değerlerde, daha açık bir anlatımla, insan haklarının evrenselliğinde gören, yerelliğin içine kapanmayan, salt “otantik”olmak uğruna “otonom”olana tümüyle sırt çevirmeyen bir tutuma her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.