Prof. Dr. Büşra Ersanlı, başkanlık sistemine dair tartışmaları "Yasal çerçeveye bağlayalım" diyere tekrar gündeme taşıyan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin hakkında "'Artık böyle olmasın, bunu bir yasal çerçeveye bağlayalım' demek, 'evet başkanlık gelsin' demek. Ve onun başkanlık değil, bir başkancılık olduğunu biz de kabul etmeye hazırız demek! Bir yönetim sistemi olarak başkanlıkla başkancılık arasında büyük bir fark var çünkü" dedi. Ersanlı gelecek sistemin başkanlık değil başkancılık olduğunu ileri sürerek "Başkancılık demek, 'ben her şeye hakim olmak istiyorum' demek. Başkanlık ise dünyada bazı yerlerde uygulanan bir sistem. Şimdi diyorlar ki 'Başkanlık eğer yasal olursa daha denetlenebilir olur!' Olmaz. Demokratik ilkeleri oturmamış bir ülkede denetim mekanizmasının ve paylaşma ahlakının olmadığı bir yerde böyle bir şeffaflık ve denetim gelişmez" diye konuştu.
Türk tipi başkanlık sistemi tartışmalarını değerlendiren Prof. Dr. Ersanlı "Türk tipi demek şu: Türkler güçlü ve otoriter olmaya mecburdur, içinde yaşadığımız bölge de bunu gerektirir, dolayısıyla Türk tipinin diğer tiplerden daha farklı bir otoriterliği olması doğaldır" ifadesini kullandı.
Prof. Dr. Büşra Ersanlı, Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay'ın tutuklanmasıyla ilgili olarak "Esasın değişmediğini gösteriyor. Bu da umutsuzluğun ana kaynağı oluyor. Bir kere kadınları alıp içeri atmak daha kolay. Çünkü erkeklerin çoğu, -gazeteci ve yazarlar- tanınır kalabilmek için daha esnek davranabiliyorlar. Kadınlar birazcık daha düz gidiyor" dedi.
"Bu kadar karmaşa, kaos yaşanırken, başkanlık nereden çıktı" diye soran da var, "Olur mu, tam zamanı işte" diyen de. Siz nasıl değerlendirirsiniz?
Tarafsız bir cumhurbaşkanı yok, anayasa tamamen niteliğini, özünü kaybetmiş durumda. Ülkenin bağlı olduğu temel manzumeler yasası diye bir şey yok. Bütün iktidarı tamamen elinde tutmak isteyen bir AKP lideri var. Bölgede ve ülkede bu kadar kan akan bir dönemde tekrar gündeme gelmesi ve ağırlıklı olarak üzerine basılması bence bütün bu gelişmelerin doğal bir sonucu.
Başkanlık sistemi halka şöyle sunuluyor; "Başkanlık bütün sorunları ortadan kaldıracak, ülkeyi feraha çıkaracak!" Koca bir siyasal sistem değişikliğinin böyle propaganda edilmesindeki maksat ne?
Bir kere şöyle bir mantık geçerli değil; “Ben tamamen hakim olursam her şey düzelir!” Bunu sadece AKP için söylemiyorum, bu benim de en yakın olduğum parti dahil bütün partiler için geçerli. “Ben hakim olursam her şey düzelir” mantığı hayatın ve dünyanın gerçekleriyle bağlantılı bir şey değil. Çünkü yönetme paylaşılan bir faaliyet olmak zorundadır.
Darbe girişimini ‘Allahın bir lütfu’ olarak değerlendiren Erdoğan için başkanlık da lütuflardan biri mi olacak?
Cumhurbaşkanı, içinden geldiği gibi konuşan bir insan. Böyle bir lafla, duygusal açıdan bu işe sevinmiş gibi gözüküyor. Bu da şaşırtıcı tabii. Biz darbe girişiminin kimler tarafından yapıldığını, neler hedeflediğini, insanları öldürmenin hangi amaçla göze alındığını filan pek bilmiyoruz. Çok korkunç bir şey olduğunu gördük, hissettik, duyduk. Zaten bir gecede bu kadar fazla ölüm olması başlı başına çok korkunç. Fakat bununla baş etme yöntemlerini anlayamadık. Dolayısıyla, bu bahaneyle başkanlığı güçlendirmek istedikleri duygum ağır basıyor. Başkanlık gündemlerinde vardı, altını çizmek ve kuvvetlendirmek için darbe girişimi kolaylık yarattı.
Başkanlığın yeniden gündeme getirilmesi, fiili durumun sürdürülebilirliği, sürdürülemezliği tartışmalarını da yeniden harlamış oldu. ‘Fiili durum yasal dayanağa kavuşmalı’ görüşü AKP içinde de dillendiriliyor. Diğer yandan, “Bal gibi sürdürülüyor, gerek yok’ diyenler de var. Sürdürülebilirlik, sürdürülemezlik tartışmasına siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
O galiba Devlet Bahçeli’nin de mantığı oluyor! Benim yorumum o şekilde olamaz. Yani “artık böyle olmasın, bunu bir yasal çerçeveye bağlayalım” demek, “evet başkanlık gelsin” demek. Ve onun başkanlık değil, bir başkancılık olduğunu biz de kabul etmeye hazırız demek! Bir yönetim sistemi olarak başkanlıkla başkancılık arasında büyük bir fark var çünkü.
Ne demek başkancılık?
Başkancılık demek, “ben her şeye hakim olmak istiyorum” demek. Başkanlık ise dünyada bazı yerlerde uygulanan bir sistem. Şimdi diyorlar ki “Başkanlık eğer yasal olursa daha denetlenebilir olur!” Olmaz. Demokratik ilkeleri oturmamış bir ülkede denetim mekanizmasının ve paylaşma ahlakının olmadığı bir yerde böyle bir şeffaflık ve denetim gelişmez. Bu tür şeyler demokratik alışkanlıklara bağlı şeylerdir, böyle tepeden inmez.
Konu uzunca bir süredir gündemde olmasına rağmen başkanlık sisteminin ne olduğunu yeterince tartışıp, kavrayabildik mi sizce? Ek olarak, başkanlığa siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Biz hiçbir şeyi tartışamadık ki. Özerkliği de tartışamadık. Onun da ne olduğu bilinmiyor. Başkanlık bir sistem ama demokratik ilkeleri ve adabı gelişmemiş, şeffaflığa inanmayan, hatta kuvvetler ayrılığına inanmayan bir siyasal kültür içinde parlamenter rejimi kuvvetlendirmek daha sağlıklıdır. Çünkü az da olsa, yapay da olsa bir paylaşma ortamı, bir diyalog ortamı Meclis çerçevesinde yaşatılmaya çalışılır. Ama bir partinin hem kurucusu ve başkanı olup, Meclis'i hakim olduğu partiyle birlikte yönetmek herhangi bir paylaşıma yol açamaz. Seçimlerin de anlamı kalmaz böyle bir durumda. Parlamenter rejimi savunmak sadece bu açıdan önemli. Başka açıdan değil. Türkiye demokrasisi oturmuş bir yer olsa başkanlık sistemi de olur, federal de olur, özerklik de olur, parlamenter de olur. İki partili sistem de olur, her şey olabilir.
Malumunuz, Erdoğan, dünya uygulamalarından farklı olarak bir Türk tipi başkanlık modeli ortaya attı. Ne demek Türk tipi? Cumhurbaşkanının kafasında nasıl bir sistem var?
Valla kimsenin kafasını okuyamam ama hissedebildiğim kadarıyla Türk tipi demek şu: “Türkler güçlü ve otoriter olmaya mecburdur, içinde yaşadığımız bölge de bunu gerektirir, dolayısıyla Türk tipinin diğer tiplerden daha farklı bir otoriterliği olması doğaldır!” Ama bu tabii ki tamamen spekülasyon.
Referandumun en geç 2017 baharında yapılacağı söyleniyor ama muhalefetin bastırıldığı, televizyonların, gazetelerin radyoların kapatıldığı bir ortamda yapılacak referandum ne kadar demokratik olacak? Bu koşullarda başkanlığı gerçek manada tartışmanın imkan ve olanakları var mı?
Çok zayıf olur tabii. Ama biz zaten bu ortama gelmeden önce de çok temel siyasi yönetim sistemlerini tam anlamıyla tartışamadığımız için bugünkü koşullarda tartışmak çok daha zor. Zaten tartışmak insanın içinden bile gelmiyor, çünkü nasıl ki bir ilkeler manzumesi diyebileceğimiz Anayasanın geçerliliği kalmadıysa, bilgiye verilen değer de ortadan kalktı.
Yapılan kamuoyu araştırmalarıyla da desteklenen tabloya bakılırsa sistemin ne getirip getirmeyeceğinden çok başkanın kim olacağı belirleyici olacak, ne dersiniz?
Evet, halkın “milli ve yerli”olan kısmı yani çoğunluğu, “en kuvvetli lider Recep Tayyip Erdoğan daha kuvvetli olursa, belki biz daha güvenli yaşarız” diye düşünüyor. Yoksa başkanlık ne getirir, ne götürür, Türkiye bu zararlara nasıl girdi, hangi sebeple, ne oldu... Bütün bunlar düşünülerek yapılan şeyler değil. İşini kaybetmemek, garanti içinde yaşamak istiyor halk, yani korku var, endişe var.
Sizce başkanlık konusu 2017’de hallolacak mı?
Valla 2017’de halletmek isterler herhalde. Çünkü 2018’e de böyle bir ölüm oranıyla devam edersek daha da güvensiz bir ortam olacak ve insanların kafası daha da karışacak. Hatta belki bu darbe girişimi denilen şeyin yarattığı etki de ortadan kaybolacak.
Mesaisinin önemli bir kısmını barış inşasına ayırmış bir bilim insanı olarak, Hükümetin Kürt sorununda ‘topyekün imha’ stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çatışmasızlığın yeniden sağlanacağı konusunda kimi zaman beklentiler de yaratılıyor biliyorsunuz. Öcalan’la görüşme, “yeniden görüşmeler mi başlıyor” ya da Barzani ziyareti “silahlar susacak mı” sorularıyla birlikte değerlendiriliyor. Gözleminiz ne, çatışmasızlık yakın zamanda mümkün mü?
Ben hayata hiçbir zaman öyle bakmadığım için umutları oralardan görmüyorum. Ne Barzani, ne Abdullah Öcalan, ne Cumhurbaşkanı Erdoğan, ne bir parti lideri… Bana onlar umut vermiyor. Gezi isyanları sırasındaki tarz, sonra ekolojik alanda yapılan birtakım direnişler ve protestolar daha çok umut veriyor. Çünkü bunlar aşağıdan gelen şeyler. Bence barış görüşmelerinin başarısızlığının en temel nedenlerinden biri de kapalı bir şekilde, birkaç lider arasında kalmış olmasıydı. Meclis çerçevesinde tartışmaya girememesiydi. Paylaşmamanın zararları bunlar; denetlenememek!
Dolayısıyla çatışmasızlık, yakın zaman için beklediğiniz bir durum değil?
Bunlar belli olmaz. Bugün biz çok umutsuz olabiliriz ama öyle bir şey olur ki dünyada ve Türkiye’de, ufak bir olay olabilir ama birdenbire dengeleri değiştirebilir. Bunun ne olabileceğini şu anda öngöremiyorum ama böyle şeyler hep oldu tarihte. Dolayısıyla olabilir.
O etkenlerden biri de Suriye ve şu günlerde merkezi hükümetle iplerin giderek gerildiği Irak. Başbakan Yıldırım "Düşmanlarımızı azaltıp, dostlarımızı artıracağız’ sloganını hayata geçireceklerini söylemiş, bu yaklaşım AKP’nin Suriye politikasını değiştirdiği, yayılmacı heveslerden vazgeçildiği şeklinde yorumlanmıştı. Siz yaşananlara bakınca bir değişiklik görüyor musunuz?
Hayır. Bunların karşılığı yok. Ama mesele sadece Kürtleri sıkıştırmak değil. Amerika’nın 2003 yılındaki Irak’a müdahalesi bir kere bölgede kötü bir müdahale geleneği yarattı. BM’nin ve NATO’nun birtakım ilkeleri çerçevesinde bu işgali rasyonalize etmeye çalıştılar ama bu rasyonel bir şey değildi. Ve çok büyük ölümlere yol açtı. Otoriter, silah gücü fazla olan ülkelerin Amerika’nın bu atılımından yararlanacağı o zaman da öngörülebilir bir şeydi. Bir de Osmanlının geçmişi, sahip olduğu geniş topraklar düşünüldüğünde o umutlar ve “toprak olarak hakim olmasak bile buralara bölge lideri olarak hakim olabiliriz” düşünceleri, yani o çok derin stratejiler Türkiye’yi bu hataya sürükledi. Yani tek başına Kürtleri sıkıştırma değil. Aynı zamanda Osmanlı hayali, bölge lideri olmak ve Amerika’nın yaptığı haksızlıktan, ihlallerden yararlanmak... Türkiye politikalarını bütün bunlarla birlikte düşünmek gerekiyor.
Kürt kökenli olmayan bir akademisyen olarak 2011’deki KCK operasyonlarında tutuklanmanızı şöyle değerlendirmiştiniz: ‘Bizim gibi insanların Kürt siyasi hareketine sırt çevirmemizi bekliyorlar. Belki de bizi içeri almalarının bir sebebi de buydu.’ Akademisyen ve yazarlar için verilen tutuklama kararlarının son hedefi Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay oldu. Beş yıl sonra aynı şeylerin yaşanması neyi gösteriyor?
Esasın değişmediğini gösteriyor. Bu da umutsuzluğun ana kaynağı oluyor. Bir kere kadınları alıp içeri atmak daha kolay. Çünkü erkeklerin çoğu, -gazeteci ve yazarlar- tanınır kalabilmek için daha esnek davranabiliyorlar. Kadınlar birazcık daha düz gidiyor. Onun için kadınla ders vermek daha çok işlerine geliyor. Bir de lanetlemeyi kolaylaştırıyor. “Senin kanın Türk, niye gidip kanı Kürt olanın partisine yardım ediyorsun!” söylemi sansasyonel bir şekilde kitleyi daha çabuk etkiliyor. Çünkü eleştirel akademisyene veya öğretmene “Besle kargayı, oysun gözünü” gibi bakıyor devlet. Oysa, bilgiyle uğraşan herkesin sorunlara karşı duyarlı olması, sorgulaması, eleştirmesi üniversitelerin zaten tanımı içinde. Diyor ki, “Sen onu terk et! Kanına uy!” Kanına uymak ne demek? Ayrıca buralar öyle zengin topraklar ki kültürel açıdan, herkes o kadar karışık ki, kimsenin de o kadar net bir kanı yok! O zaman benden nasıl beklenebilir böyle bir şey? Çok saçma. Karşı tarafa bakınca, onlar da bunu abartma hakkına sahip değiller. Eşitlenmek isteyen ve sorunun çözümüne katkı yapmak isteyen ama Kürt olmayan bir insanın HEP geleneğinden bir partiye girmesini abartmaları da çok acayip. O partilerin içinde de ayrım yapılıyor. “Kürt olan benim yoldaşım, sen dostumsun” denilebiliyor.
Belki, özellikle de 4-5 yıl önce Türk kökenli bir aydının Kürt siyasetiyle birlikte olmasına az rastlanması, bu adım daha çok cesaret gerektirdiği için…
Tamam ama HDP’nin milletvekilleri, o zaman benim de dahil olduğum BDP’nin milletvekilleri ve yöneticilerinin birçoğu son derece zeki ve parlak insanlar. Niye bu kan bağına tabiymiş gibi davrandılar, anlamak zor. Demek ki takıntılar yaygın. Tek bir partiye ait değil yani… Tek adam, tek fikir, tek ideoloji çok yaygın bu ülkede, örgütlemesi de çok daha kolay.
Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan’ın tutuklanma gerekçelerinde bugün bir fark var mı peki?
Bugün daha fazla baskıcı tabii. Necmiye Alpay sadece barışla ilgilenmiş ve hiçbir zaman partiye girmeyi düşünmemiş bir insan. Ki, biz partili olduğumuz için tutuklanmıştık, o partiye dahi girmek istemeyen biri. Onun için çok hazin. Muhalif, devletin düşüncesine aykırı olan bir gazeteyi desteklemenin ne kadar ağır cezalandırılabileceği halka duyurulmuş oluyor. Özellikle bu isimlerin seçilmesi ve onların kadın olması daha büyük korku salar. Ataerkil bir toplum olduğumuz için, “Kadınlara bunlar yapılıyorsa bize kim bilir neler yapılır” dedirtir. Korku ve pısırıklık artar…
Sergilenen dayanışma için nasıl bir gözleminiz var?
Bizim dönemimizde de dayanışma olmuştu, belki biraz daha yaygındı çünkü bugün korkan, çekinen insan sayısı çok arttı. Herkes sindirilmiş vaziyette olduğu için şimdi dayanışma daha ziyade akademik kuruluşlardan, uluslararası kuruluşlardan ve ufak bir dayanışma kitlesinden meydana geliyor. Tam olarak bilemeyeceğim ama sanki biraz daha az geliyor bana. Ama nicelik bu olsa da dayanışma nitelik değiştirebilir ve çok daha etkili olabilir. Çünkü korku her yanda…Sadece susturulmaya çalışılan kesimlerde değil.
Darbe girişiminden sonra muhalefeti de içine alan tutuklamalar, açığa almalar, ihraçlar vs. “mağduriyet” kavramı üzerinden tartışılıyor. Daha önce “at izi, it izine karışmış” diyen Erdoğan, bu kez “ne mağduru, mağdur falan” yok dedi ama mağdurluk kavramı yaşanan durumu karşılıyor mu?
Hayır, tabii ki değil. Mağduriyet kavramı genellikle daha özel vakalarda kullanılan bir terimdir. Bence bu kavram, haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik ve baskı kavramlarını arka planda tutmak için seçilip yaygınlaştırılmış bir popülist kavramdır.
Malumunuz, Hükümet cephesi sizin de tutuklandığınız 2011’deki KCK operasyonunu da FETÖ’ye yıkıyor. Bugün baktığınızda KCK operasyonlarını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl bir işlev gördü?
İktidar açısından çok faydalı oldu çünkü o zamanki adıyla BDP’nin çalışmalarını sekteye uğrattı. Yerel seçimler arifesindeydik. Seçime gidilirken kadroları alıkoymuş oldu. Rehin olarak tuttu ve hala da o davaların sürmesi, rehinlik pozisyonunun işe yaradığını gösteriyor. Bir de tabii çok büyük bir yalan ortamında yapıldı bu tutuklamalar. O zamanın içişleri bakanı olan İdris Naim Şahin, sonradan neredeyse tutuklanacak konuma geldi. Ben hiçbir zaman bu işi sadece “cemaat” yaptı diye düşünmedim. Ortak oldukları çok açıktı zaten. Ki, işte içişleri bakanından söz ediyorum! Ergenekon’da da benzer bir şey oldu. Gerçekten araştırılması gereken şeyler araştırılmadı, gerçekten suç işlemiş, insanlara fiziki anlamda zarar verilmiş olayların üzerine gidilmedi. KCK davalarında da öyle, kim molotofu patlattıysa, kim bir binayı yıktıysa onlar belgeleriyle yakalanıp cezalandırılmadı, yasal siyaset içinde olan insanlar cezalandırıldı. Hep devam ediyor bu. İnsanlar suçlu ile suçsuzu ayırdedemiyor.
Hükümetin KCK için de kullandığı “kandırılma/aldatılma” argümanını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu çok felsefi bir şey aslında. “Tek doğru, benim doğrum” demek, “bilginin dışında kalmaya ant içtim” demektir. Din de olsa, ideoloji de olsa, lider de olsa tek doğru diye bir şey olmaz. Tek doğru bilimi, bilgiyi, reddetmek demektir. Üretimi, yaratıcılığı, gelişmeyi her şeyi reddetmek demektir. Mesela Suriye’ye giriliyor o konuda sadece tek bir yönde (Cumhurbaşkanı’nın uygun gördüğü yönde) düşüneceğiz… o zaman o toplum olmaz “tekim” olur.
Bir de beni en çok ürküten laf, “bitirmek!” Nefret üzerinden, kinle başka bir gruba saldırılıyor. FETÖ’yü bitirmek, PKK’yi bitirmek… nasıl bitirebilirsin? Bir sürü insan inanmış ya da sempati duymuş bu yapılara. Ancak şiddet uygulayanı delilleriyle ortaya koyup cezalandırırsan sempati yerini bulur, şiddetten uzaklaşır. Ve onlar senin komşun, çalışanın. Bu tür şeylere yöneleceğine kriterlerini, liyakatı esaslı koy değil mi? Maaşını almak için bir bankada hesap açmak durumunda kalmış insanı mesela, nasıl suçlu görebilirsin?
O suçlu görülüp işinden gücünden edilirken, buna alan açan, teşvik edenlere bir şey olmuyor…İşte Anayasa geleneği, bir hukuk devleti geleneği olmazsa böyle olur. Bugün bu yapar, yarın öteki yapar. Çünkü paylaşma dolayısıyla denetleme ve denetlenme ahlakı yok. Birlikte konuşalım, birlikte karar verelim ahlakı yok. Bu ahlak olmadan özerklik de tartışılamaz, başkanlık da. Yani mesele çok derin aslında. Amerika’da kayıp kuşak diye bir edebi akım geleneği vardır, biz de tam kayıp kuşaktayız. Hatta kayıp birkaç kuşak var.
Yeni kuşağı da buna dahil ediyorsunuz?
Ediyorum tabii, bu kadar genç öğretmeni ÖYP'li akademisyeni sokakta bırakırsan, aileleri zaten 2 bin lirayla geçiniyor, kira veriyor, çoluğu çocuğu var yani ne yapabilir ki? Veya kırk yaşındaysa nasıl yeniden bir iş bulacak, ne yapacak? Herkesin arkasında bir dayanağı yok ki!
Adli yıl açılışı gibi, akademi yılı açılışının da bugün Saray’da yapılıyor olmasını nasıl karşıladınız?
Bu da, muhtarlar filan halkın çeşitli kesimlerini buradan yönetiyorum mesajını kuvvetlendirmek için yapılan bir şey. Fazla şaşırtıcı değil. Demek ki, bilgi üreten ve bir toplumun ilerlemesi için en başta gelen kurumlardan biri olan üniversiteler de, muhtarlar gibi, aşiretler gibi, yargı gibi oradan idare edilecek! Bu ne kadar geçerli olur, etkisi büyük olur mu? Pek sanmıyorum.
Hiçbir zaman Sarayda toplanan bir akademiya, İngiltere’deki gibi Royal Academy (Kraliyet Sanat Akademisi) yaratamaz mesela, dünyanın her yanına Cemil İpekçi gibi sanatçı yetiştiremez. Türk tipi akademi olur. O “royal” kelimesi içinde bir “asilzadelik” var. Onun arkasındaki amaç da karışmadan yardım vermektir, karışmadan imkan yaratmaktır. İktidardakiler, Türkiye için diyebilirler ki, “Türkiye daha dipten gelen, halk çocuklarının liderliğine teslim edilmiş bir ülkedir!” O zaman onun adı Royal Academy zaten olmaz. Türk tipi akademik dünya olur, o da bilgi üretemez. Çünkü yöneticisi vardır. Yöneticisi olan bir sanatçı-akademisyen bilgi üretemez, yaratıcı olamaz.
Eğitimden, hukuktan, yargıdan bunca umutsuzluğa düşme, geleceğe güvenle bakamama durumu ve duygusundan nasıl çıkılır?
Şöyle; bütün dünyada ve Türkiye’nin içinde de bir takım gelişmeler var, bunlar önlenemez şeyler. Bundan 20 yıl önce insan hakları dersinin ortaokul müfredatına girmesi gibi ya da toplumsal cinsiyetin ders kitaplarında biraz düzelmesi, gençlerin toplumsal cinsiyet konusunda daha duyarlı olmaya başlaması, ekolojik sorunlara daha fazla duyarlı olmak veya besinlere daha fazla dikkat etmek gibi. Bu önlenemez gelişmeler, tabii ki insanlardaki umudu bitirmez. Bitirmeyeceği için de biz de bu noktalardan hareket edebiliriz.