Olağanüstü hâl (OHAL) kapsamında çıkarılan 696 sayılı kanun hükmünde kararname (KHK) ile getirilen tek tik kıyafet uygulamasına tepki gösteren Prof. Dr. Köksal Bayraktar, "Tek tip, hukuk cinayeti olur" dedi.
Kişilerin, adliye koridorlarında toplanan insanlar önünde teşhir edilmekle çeşitli ve değişik tespitlerin konusu olabileceğini ve bu durumun psikolojik baskılar yaratacağını söyleyen Bayraktar, "Ayrıca, tutuklu ya da hükümlülerin farklı kıyafetle yargı organları önüne çıkarılması, Ceza Yargılaması Hukuku’nun temel ilkelerinden biri olan 'Herkes suçluluğu tespit edilinceye kadar masumdur' özdeyişine tamamen aykırıdır" diye konuştu.
Cumhuriyet'ten Olaylar ve Görüşler'e yazan Prof. Dr. Köksal Bayraktar'ın yazışı şöyle:
Son günlerde 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanuna Ek Madde 1 olarak getirilen bir düzenleme kamuoyunda tartışma konusu oldu. Söz konusu kanunun ek maddesi aynen şöyle: “3713 sayılı kanun kapsamına giren suçlar nedeniyle tutuklu veya hükümlü bulunanlar, duruşmaya sevk nedeniyle ceza infaz kurumu dışına çıkarılmaları durumunda, ceza infaz kurumu idaresince verilen giysileri giymek zorundadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 309 ila 312. maddelerinde düzenlenen suçlardan tutuklu ve hükümlü olanlar badem kurusu; bu maddede belirtilen diğer suçlardan tutuklu ve hükümlü olanlar ise gri rengi göğüs ve pantolon bölümü bitişik (tulum) giysiler giyer. Ancak kadın tutuklu ve hükümlülerin giysileri bitişik şekilde (tulum) olmayabilir. Bu madde hükümleri çocuklar ile hamile kadınlar hakkında uygulanmaz.”
Bu madde ile görüldüğü gibi Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan tutuklu ve hükümlü olanlar, duruşmalara mutlaka belirli tipte bir giysi ile gitmek zorunluluğu altında tutulacaklar.
Ceza İnfaz Hukuku’nda tutuklu ya da hükümlülerin giysilerinin bir örnek olup olmaması XVIII. ve XX. yüzyıllarda uygulanan yöntemdi. Kısaca, geçmiş yüzyıllarda cezaevlerine giren kişilere aynı biçimde elbise giyme zorunluluğu getirilir ve bu kişiler son derece ağır koşullarda cezaevlerinde tutulurlardı. Geçmiş zamanların örnekleri, Ceza İnfaz Hukuku’nda bugün “tarihin kalıntıları” olarak anlatılıyor.
Nitekim Fransız Philippe Poisson’un bir yazısında XIX. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da mahkûm erkek ve kadınların nasıl giyindikleri, bir çeşit üniforma şeklindeki giysileri nasıl kullanmak zorunda bırakıldıkları resimlerle açıklamıştı.
XX. yüzyıl ceza infaz hukuku tutuklu ve hükümlülerin pek çok sorununu çözmeye çalıştığı gibi, cezaevlerindeki kişilerin barınma, sağlık, giyim, kuşam ve çalışma sorunları ile ilgilendi. Bu yeni yaklaşımda, tutuklu ve hükümlülerin tek tip elbise giyip giymemelerinin önemli olmadığı, buna karşılık cezaevlerindeki kişilerin kötü ve ağır hava koşulları karşısında korunabilmeleri amacı ile kendi giysilerinin yetersiz kalması durumunda onlara elbiselerin sağlanması gerekliliğinin önemli olduğu belirtildi.
Bu nedenle kimi uluslararası kuruluşların incelemelerinde, tutukluların yargılamada öncelikle üniforma şeklinde elbiseyi giyme zorunluluğu reddedildi.
Avrupa Konseyi’nin kabul ettiği “Avrupa Cezaevi Kuralları” başlıklı uluslararası belgenin 20/2. maddesi, tutuklulara cezaevlerinde uygun koşullar sağlanması gerekliliğini vurguladıktan sonra, giyim kuşamın onur kırıcı olmaması gerektiğini belirtir.
Aynı şekilde Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği ve Nelson Mandela kuralları olarak da anılan, “Tutuklular ve Hükümlüler Hakkında Uygulanacak Asgari Kurallar” başlıklı uluslararası belgenin 19. maddesinde aynı kural tekrar edildi.
Bu uluslararası belgelerin yanı sıra doktrinde de aynı ilkeler açıklanmıştır. Örneğin, hukukçu Profesör Timur Demirbaş’ın “İnfaz Hukuku” kitabında aynen şöyle denilir: “... Bir kişinin kendi giysilerini giymesi benlik duygusunun bir parçasıdır ve bu nedenle öz saygısını, bireyselliğini geliştirir. Cezaevleri üniformaları bunun tersi bir etkiye sahiptir.”
Kişinin, yargı makamları önünde, diğer kişilerden farklı biçim ve renkte giysiyle sorgulanması, delilleri sunması, çapraz sorguda soru sorması, cevap vermemesi kısaca savunmada bulunması koşulların farklılığı nedeni ile ağır ve zor olacaktır. Bu durumdaki kişi adliyelere gidip gelirken, kalabalıklar, yargılamalarda dinleyiciler, adliye koridorlarında toplanan insanlar önünde teşhir edilmekle çeşitli ve değişik tespitlerin konusu olabilecek, bu durum psikolojik baskılar yaratacaktır. Ayrıca aynı suçtan yargılanmakta olan kişilerin farklı giysilerinin farklı tepkilerle karşılaşmaları eşitsizlik yaratacaktır. Bütün bu olumsuz yönlerin dışında bireylerin farklı biçim ve renklerdeki giysilerle topluluklar ve yargı makamları önüne çıkarılmaları insan onurunun zedelenmesi ve ihlal edilmesi sonucunu da doğuracaktır. Ayrıca, tutuklu ya da hükümlülerin farklı kıyafetle yargı organları önüne çıkarılması, Ceza Yargılaması Hukuku’nun temel ilkelerinden biri olan “Herkes suçluluğu tespit edilinceye kadar masumdur” özdeyişine tamamen aykırıdır. Bu durumda, aynı suçtan yargılanan birden fazla kişinin bir kısmının farklı giysilerle bir kısmının ise normal kişisel giysileriyle yargıç önüne çıkması, kamuoyunda suçluluğun tespiti anlamına da gelecektir. Doğaldır ki, “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin ihlali durumunu da yaratacaktır. Kısaca belirtilen bu durum, savunma hakkını ve adil yargılanma hakkını olumsuz etkileyecektir.
AİHM, 16/06/2010’da verdiği Jiga-Romanya’ya karşı kararda, hükümlünün kendi giysilerini giyme olanağı varken ayrı tipte elbise giyme zorunluluğunda bırakılmasının, toplum nazarında onun suçlu olarak kabul edileceği ve bu nedenle suçsuzluk karinesine aykırı olacağı belirtilerek, Romanya’nın AİHS 6/2. maddesini ihlal ettiği sonucuna ulaştı.
Bugün, Ceza İnfaz Hukuku, şüpheli, sanık ya da suçluyu toplumdan ayırmayı, toplum dışına atmayı değil, topluma kazandırmayı, toplum içinde yaşamasını sağlamayı amaçlar. Tek tip giysi zorunluluğu bu amaca aykırıdır ve bu nedenle terk edilmiştir.