Prof. Dr. Selçuk Şirin: İtaat edenden kâşif de olmaz mucit de; itiraz etmeden ilerleme olmuyor

Prof. Dr. Selçuk Şirin: İtaat edenden kâşif de olmaz mucit de; itiraz etmeden ilerleme olmuyor

Türkiye'nin eğitim karnesini yorumlayan New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Şirin, "İtaat edenden kâşif de olmaz mucit de. Çünkü itiraz etmeden ilerleme olmuyor. Katma değeri yüksek eğitime geçmek için üç sacayağına ihtiyacımız var: Adalet, özgürlük ve eğitim. Adil bir rekabet ortamının olmadığı bir ülkede insanlar ya hiç yarışa girmiyor, ya da girdikleri yarışı zaten kaybedeceklerini düşündükleri için gerektiği kadar üretken olmuyor. Özgürlük de bu çağda kalkınma için artık temel bir şart" ifadelerini kullandı.

Birgün'den Meltem Yılmaz'ın sorularını yanıtlayan New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Selçuk Şirin'in yanıtları şöyle:

»Yeni eğitim öğretim yılı başlarken, çok dikkat çekici bir tablo ile karşı karşıyayız: Eğitime harcanan para ile okullaşma oranları artarken, dahası okul binalarının fiziksel imkânları iyileşirken, uluslararası başarı alanında hızla geriye gidiyoruz. Neden?

Bunun temel nedeni bizim reform yapmayı beceremiyor olmamız. Türkiye’de reformları yapma tekeli bir kişinin elinde. O da Ankara’da bakanlık koltuğunda oturuyor ve o koltuktan 20 milyon öğrencinin ve bir ülkenin kaderini elinde tutuyor. Türkiye’de bir Eğitim Bakanı ortalama iki yıl ancak o koltukta kalınca da ortaya tam bir kakafoni çıkıyor. Her koltuğa oturan kişi yeni bir reform paketiyle başlıyor işe. Öyle olunca da ortaya ne için yapıldığını ancak bir kişinin bildiği, daha önceki reformlarla hiçbir alakası olmayan, sistemsel yaklaşımdan yoksun bir kargaşa ‘reform’ adıyla çıkıyor. Bakın okul öncesi eğitim konusu tipik bir örnektir. Bakan Nimet Baş kapsamlı bir okulöncesi eğitim reform başlattı. Bence yerinde bir müdahaleydi. Her çocuk okulöncesi eğitime alınacaktı. O reform devam ederken, bakan değişti. Yeni bakanın aklına dâhiyane bir fikir geldi. Okulöncesi yerine okulöncesi çağdaki çocukları 60 aylıkken birinci sınıfa almak. Bir anda 60 aylık tüm çocuklar zorunlu olarak birinci sınıfa başlatıldı. 1.5 milyon çocuktan söz ediyorum. Ne okullar hazırdı, ne öğretmenler.

»Ne oldu peki?

Ne oldu? Önce uygulama 66 aya çekildi sonra da zaten bakan değişti. Peki o çocukların çektiği eziyet? Bizdeki reformlar hep bunun gibi. Çoğu birbirine ters istikamette işleyen sözde reform girişimleri. Olan çocuklara oluyor tabii. Oysa reform dediğiniz dönüşümün de bir yolu yordamı var bu çağda. Reform kişiye dayalı değil, veriye dayalı olmalı. Yani temel ihtiyaçları veriyle belirleyip, herkesi çözüme ortak etmeli ve ancak pilot uygulamayla test ettikten sonra bir reform tüm sisteme yaymalı. Dünya böyle reform yapıyor. Bakın Kuzey Kore’ye, bakın bizden çok daha az para harcayan Vietnam’a ya da Polonya’ya. Bu ülkelerde veriye dayalı reform pratiğinin sonuçlarını görebiliyorsunuz. Bu bakımdan bizde eğitime ayrılan para arttıkça uluslararası karşılaştırmalarda performansımızın düşmüş olması vergi veren her yurttaşın sorması gereken bir soru. Çünkü sorun kaynak sorunu değil, kaynakların becerikli bir şekilde kullanılması sorunu. O manada reform yapmayı artık öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü reformsuz eğitim olmaz, ama kafasına esenin reform yaptığı bir sistemden de sağlıklı bir sonuç çıkmaz.

» Bizdeki reformların çoğunun, birbirine ters istikamatte işleyen sözde reform girişimleri olduğunu ve çocukları mağdur ettiğine dikkat çekiyorsunuz. Türkiye eğitim sisteminin ihtiyaç duyduğu reform nedir? 

Şu an tüm dünyada eğitim alanında ciddi bir konsensüs var. O da okulların artık yaparak öğrenme ortamına geçmesini, bilgi aktarma kuruluşları olmaktan çıkmasına dayanıyor. Benim Türkiye için kafamda hayal ettiğim model de işte bu ‘yaparak, yaşayarak öğrenme modeli’. Bu modelin şampiyonluğunu Finlandiya yapıyor ama son dönemde Finlandiya modelini Finlilerden daha iyi uygulayan Uzak Asya ülkeler de var. Güney Kore, Japonya ve hatta Vietnam mesela. Bu modelde çocuklar anaokulundan başlayarak öğrenmeyi yaparak yaşıyorlar. Kimisi bu modele ‘maker’ yani ‘yapma modeli’ diyor bu yüzden. Modelin özünde yatan prensip çocukların hayal gücüne inanmak ve onlara hayallerini gerçekleştirmek için cesaret vermek. Tahmin edeceğiniz gibi, bu modelde çocuklara doğrular bir hap gibi ezberletilmiyor. Onların kendi doğrularını bulmalarına yardımcı olacak bir özgürlük ortamı olmadan zaten yaparak öğrenmek mümkün değil. Eğer bu model size de aşina geliyorsa bunun bir nedeni var. Çünkü Türkiye bu anlattığım modeli biliyor. Hatta pek çok ülkeden evvel biz uygulamışız bu modeli.

»Köy Enstitüleri’nden mi söz ediyorsunuz?

Evet, Köy Enstitüleri modelinden söz ediyorum. Bunu ben söylemiyorum ‘yaparak öğrenme’ kuramının babası John Dewey söylüyor. Çin’den Japonya’ya, oradan Güney Afrika’ya pek çok ülkede eğitimi inceleyen Dewey için de Köy Enstitüleri döneminin çok ötesinde ‘yaparak öğrenme modeli’ için örnek bir ulusal uygulama. Yani garip bir şekilde dünya dönüp dolaşıp eğitimde reform yapa yapa bizim Köy Enstitüleri modeline geri döndü...

»Son yıllarda mesleki ve teknik eğitimin payı giderek artıyor. 2016-17 eğitim öğretim yılında örgün ortaöğretim kurumlarına devam eden öğrencilerin yüzde 54’ü mesleki ve teknik ortaöğretimde öğrenim gördü. Ve bu oran hızla artıyor. Bu gidişatı sağlıklı buluyor musunuz?

Eğer ‘mesleki ve teknik eğitim’ dediğimiz zaman gerçek manada 21. Yüzyıl ekonomisinde rekabet edecek mesleklere çocuklarımızı yetiştirecek bir eğitim söz konusu olsaydı elbette bu gelişmeye alkış tutardım. Ama bizdeki uygulama biraz ara eleman mantığıyla kurgulanan ve Almanların öncülüğünü yaptığı ama onların da son yıllarda reform etmeğe çalıştığı bir ‘eski ekonomi’ modeli. Oysa erken yaşta bir mesleğe ara eleman yetiştirme yöntemi artık geride kaldı. Bu çağda rekabet etmek için çocuklarımızı mesleklere değil yeni becerilere hazırlamamız lazım. Çünkü mesleklerin ömrü kısalıyor. Bugün var olan mesleklerin pek çoğu yarın olmayacak. Zaten iş ilanları sayfasında bugün var olan mesleklerin pek çoğu okullarda karşılığı olmayan alanlar. Özetle nüfusunun yarısını erken yaşta bir mesleğe hapseden uygulamaları doğru bulmuyorum. Esnek ekonomiye uygun bir yapılanma değil bu. Yapmamız gereken bir dönem Fen liselerinde olduğu gibi temel bilimsel altyapıya hâkim yeni kuşaklar yetiştirmek. O temeli alan çocuk her meslekte başarılı olur zaten.

»Türkiye’de bu yıl müfredat bir hayli değişti. Atatürk’ün yerini “kadının kocasına itaat etmesi gerektiği” anlayışı alıyor. Böyle bir müfredatın, çocuklar üzerindeki pedagojik etkisinin nasıl olacağını düşünüyorsunuz?

Elbette bir etkisi olacak ama umulan istikamette bir etki olacağı konusunda kuşkularım var. Çünkü okulların devletin resmi idelojiye uygun kimlik yetiştirme işlevi geçmişte Türkiye’de ve farklı coğrafyalarda denendi ve tutmadı. Geçen yüzyılın koşullarında, okulların temel bilgi edinme ortamı olduğu devirlerde bile resmi ideoloji çocukları istediği gibi ‘yoğuramadı’. Günümüzde artık okullar bilgi üzerinde bir tekele sahip değil. Çocuklar okul müfredatında öğrendiklerinden çok daha fazlasını hayatın müfredatında öğreniyor. İnternetin, sosyal medyanın özellikle bizim gençler arasında bu kadar yaygın olduğu bu çağda okulun bilgi aktarma işlevini çok abartmamak gerekiyor. Zaten o nedenle başarılı modellerde müfredat değil, okul iklimi tartışılıyor. Çünkü müfredat vurgusu okulu bir bilgi aktarım merkezi olarak algılamaktan kaynaklanıyor. Hele bizimki gibi doğruları ezberletmeye dayalı bir sistemde bu müfredatı dayatanların elde edecekleri sonuçlara şaşıracaklarını düşünüyorum.

»Ne yapmak gerekiyor? 

Yaparak öğrenme modelinin başarısı çocuklara doğruları ezberletmek yerine onlara kendi doğrularını arama fırsatı sunmasından kaynaklanıyor. Eğer bu işler müfredatla olsaydı her devlet bunu yapardı zaten. Bakın Türkiye on yıllarca İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük derslerini yoğun bir şekilde ilkokul 1’den üniversite sona kadar her yıl müfredata koydu. Sonuç ne oldu? O müfredatla yetişen on milyonca öğrencinin yüzde kaçı o müfredat sonucu Atatürkçü oldu? Müfredata koymakla öğrenmek apayrı şeyler. Bir bakın bakalım müfredatta olan yazarlar mı çok okunuyor yoksa o müfredata alınmayan yazarlar mı? Nazım da Yaşar Kemal de bizde müfredata hiç girmedi… Ama bu gerçek onların okunmasına da bilinmesine de engel olmadı.

»Türkiye’de bugün pek cok üniversite, gizli işsizler ordusunu kamufle etmeye yarayan kurumlardan öteye gitmiyor. Ne düşünüyorsunuz?

Genç işsizlik oranında Türkiye OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor: Her 3 gençten biri ne okulda ne de bir işte. Yani üniversitelerin durumu kamufle etmesine gerek yok, zaten var olan durum ortada ve orada en son sıradayız. Kamufle etmeye gerek yok yani. Bunun ötesinde üniversite eğitimi ile meslek sahibi olmayı ayırmak lazım. Üniversite eğitiminin temel amacı meslek kazandırmak olarak sınırlanamaz.

***

Şart olan eğitim değil adalet

»Türkiye’de yeni bir kalkınma hikâyesi yazmamız için, katma değeri yüksek bir ekonomi modeline geçmemiz gerektiğini belirtiyorsunuz. Bunu eğitimle sağlamanın yollarını anlatır mısınız?

Bir kere bu tek başına eğitim ile mümkün değil. Önce bunu söyleyeyim. Çünkü bazen eğitim fetişizmi de yap��lıyor bizde. İşte “Eğitim şart”, falan. Hayır, aslında eğitim şart değil. Asıl şart olan adalet. Asıl şart olan özgürlük. Ancak bu ikisinin olduğu ortamda eğitim gerçek manada işlevsel olabilir çünkü. Ya Özgürlük Ya Sefalet kitabımda detaylarını anlattığım gibi katma değeri yüksek eğitime geçmek için üç saç ayağına ihtiyacımız var: Adalet, özgürlük ve eğitim. Adil bir rekabet ortamının olmadığı bir ülkede insanlar ya hiç yarışa girmiyor, ya da girdikleri yarışı zaten kaybedeceklerini düşündükleri için gerektiği kadar üretken olmuyor. Özgürlük de bu çağda kalkınma için artık temel bir şart. Çünkü katma değer dediğiniz üretim ancak inovasyon ile mümkün. İnovasyon için de bireylerin özgür iradeleriyle, sınırsız bir şekilde var olan her şeyi eleştirmesi lazım. Ancak var olana itiraz ettiğiniz zaman yeni bir şey ortaya çıkartabiliyorsunuz. Her şeye evet diyenlerin, her önüne geleni onaylayanların inovasyon yaptığı ne görülmüş ne de duyulmuş bir şey. İtaat edenden kaşif de olmaz, mucit de olmaz. Çünkü itiraz etmeden ilerleme olmuyor.

***

"Kalkınma trenini kaçıracağız"

»PISA sonuçlarının ortaya koyduğu gerçeğin, bu şekilde devam ederse Türkiye ekonomisine nasıl bir yansıması olacağını düşünüyorsunuz? 

Bugün eğitim artık ekonomik bir mesele. Öyle olduğu için de dünyadaki ekonomik kalkınma örgütleri artık işi gücü bıraktı eğitim üzerine yoğunlaşıyor. OECD, UNİCEF, Dünya Bankası bizim vergilerimizle desteklenen ve son yıllarda eğitim ölçme değerlendirme işine yoğunlaşan yarı resmi kuruluşlar. Bu değerlendirmelere bakınca hem nerede olduğumuzu hem de bulunduğumuz noktadan daha ileriye nasıl gideceğimizi görmek mümkün. Şimdi Türkiye bütün bu değerlendirmeleri hiçe sayıyor. Kendi bakanlığımızın sunduğu verileri görmezlikten geliyor. Bu vurdumduymazlığın ağır bir faturası olacak elbette. Aslında gelecek zaman konuşmaya gerek yok. Bakın Türkiye’de son 10 yıldır kişi başı milli gelir yerinde sayıyor. Hatırlarsınız 2010larda habire milli gelirimiz şu kadar arttı vesaire diyorduk ama şimdi kimisi bunu konuşmuyor. Bu bana çok garip geliyor.

Kimse çıkıp ya bizim milli gelir neden 10 bin dolara çakılıp kaldı 10 yıldır demiyor. Ben bu soruyu önemsiyorum çünkü bu soruyu sormaya başlarsak göreceğiz ki bu sorunun yanıtı ekonomik değil. Bu sorunun yanıtı bizim hukukun üstünlüğü, temel özgürlükler ve tabii ki eğitim alanında yapamadığımız yapısal reformlarda saklı. İşe bu bağlamda PISA testlerinde var olan düşüş trendi ekonomiye dair orta uzun vadede son derece ağır bir fatura çıkaracak Türkiye’ye. Dediğim gibi bu faturayı ödemeye başladık ama eğer başta eğitim olmak üzere, hukukun üstünlüğünü tesis etmede ve temel özgürlükleri yaygınlaştırmada elimizi çabuk tutamaz isek korkarım 21.Yüzyılda da kalkınma trenini kaçıracağız.