Prof. Ergüder: Her üniversite kendi öğrencisini seçsin

Prof. Ergüder: Her üniversite kendi öğrencisini seçsin

T24 - Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Üstün Ergüder, "gelişmiş ülkelerde üniversitelerin öğrencilerini kendileri seçiyor, merkezi sınav yerine üniversite, kendi ölçülerini baz alıyor" dedi. Prof. ÜErgüder, Yükseköğretime Geçiş Sınavı'ndaki şifreli soru iddiaları üzerine “Sınav baskısı altındaki çocukların şifreyi bulabileceğini sanmam. Eğer çocukların şifreyi bulduğunu gösteren bir durum varsa, bu şifreler bazı kitlelere fısıldanmış demektir” yorumunu yaptı.

Taraf gazetesi yazarı Neşe Düzel'in "Her üniversite kendisi seçsin" başlığıyla yayımlanan (11 Nisan 2011) yazısı şöyle:Her üniversite kendisi seçsin

NEDEN ÜSTÜN ERGÜDER

Toplumu sürekli istikrarsızlaştıran bir üniversiteye giriş sistemi acaba dünyada başka bir ülkede var mı? Ya toplu kopya olayları yaşanıyor... Ya şifre çözülüyor... Biz, sınav işini eskiden beri mi beceremiyorduk yoksa bu hatalar yeni mi? Gelişmiş dünya üniversiteye giriş işini nasıl halletmiş? Onlar, sınavlarını nasıl yapıyorlar? Üniversitelere kendi öğrencilerini seçme imkânı veren bir düzene geçsek ne olur? Böyle bir merkezî sisteme güven duyulabilir mi artık? Daha önemlisi, böyle merkeziyetçi bir üniversite sistemi daha fazla sürdürülebilir mi artık? Biz, üniversiteye giriş sistemini tartışmaktan üniversitenin kendisini de tartışamıyoruz. Zor bela girilen üniversiteler üniversiteye benziyor mu peki? Üniversiteye girebilen çocuklar bizim üniversitelerden nasıl insanlar olarak çıkıyorlar? Amerika’nın ve Avrupa’nın üniversiteleri, kendi toplumlarında ve dünyada, özgürlüğün sınırlarını zorlamak ve kaliteli eğitim vermek için nasıl örgütlenmişler? Peki, bizimkiler, özgürlüklerinden vazgeçip nasıl bir yapıya teslim olmuşlar? Sürekli YÖK sisteminden şikâyet eden akademik dünya, YÖK’ün kaldırılmasını istiyor mu? Üniversiteler niye YÖK sisteminin devamından yana? Bütün bu konuları, yükseköğretimin kalitesi üzerine raporlar hazırlayan siyaset bilimci Prof. Dr. Üstün Ergüder’e sorduk. 1992-2000 yılları arasında iki dönem Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğü yapan Prof. Üstün Ergüder, halen Sabancı Üniversitesi Politikalar Merkezi’nin direktörlüğünü sürdürüyor ve Avrupa’da yükseköğretimde kurumsal özerkliği ve akademik özgürlüğü savunan Magna Charta Gözlemcilik Konseyi’nin başkanlığını yürütüyor.

***

Üniversite sınavlarında hile değilse bile abartılı acemiliklerin yapıldığı anlaşılıyor. Biliyorsunuz, geçtiğimiz yıl da toplu kopya skandalı yaşanmıştı. Sınav işini eskiden beri mi beceremiyorduk biz yoksa bu hatalar yeni mi?

Eskiden biz bu sınav işini beceriyorduk. Hatta bu işi son derece iyi ve etkin yapıyorduk. Makbul olmayan bir işi de çok iyi ve çok etkili bir şekilde yapabilirsiniz. Bana göre böyle bir sınav sisteminin olmaması lazım ama sonuçta ÖSYM, son derece iyi çalışan ve kendi içinde mantığı olan bir sistemi uyguluyordu.

Üniversiteye giriş sınavlarının geçmişte bazı hile, yanlışlık ve beceriksizliklere bulaşmadığından emin olabilir miyiz?

Emin olamam ama ben şimdiki olayda da bir hile olduğundan emin değilim. Şu andaki karmaşayı benim mantığım almıyor. Üniversite sınavına girmiş çocukları şifre çözme uzmanı gibi görüyorsunuz.

Şifreyi çözemezler mi peki?

Sınav baskısı altındaki çocukların bütün bu şifreleri bulabileceklerini hiç sanmıyorum. Eğer çocukların şifreleri bulduğunu gösteren bir durum varsa, o zaman muhakkak bu şifreler birtakım kitlelere fısıldanmış demektir. Böyle bir şey olmuşsa, Türkiye’de mutlaka çıkar sonunda bu ortaya. Seçim öncesinde bu şifre skandalı çok önemli bir olay. Türkiye’de bir siyasi kutuplaşma var ve yükseköğretime siyaset bulaşıyor. Bu konuda herkes suçlu! Yükseköğretim sisteminin bu kadar merkezîleştirilmiş olmasının bir sonucu bu.

Gelişmiş ülkelerde üniversite sistemi merkezî değil mi? Orada üniversiteler öğrencilerini nasıl seçiyorlar?

Üniversiteler kendileri seçiyor öğrencilerini. Seçerken de birtakım ortak sınavları ölçü olarak kullanıyorlar. Mesela Amerika’da SAT sınavları var. Bu sınav, öğrencinin okuma, yazma, anlama becerisini, matematik bilgisini ölçüyor. TOEFL sınavı ise öğrencinin İngilizce bilgisini ölçüyor Bazı üniversiteler öğrencinin SAT notuna önem verirken, diğeri SAT notunu hiç dikkate almayabiliyor. Ya da bir diğeri TOEFL isteyebiliyor. Öğrenciyle yüz yüze mülakat yapıyor, referans mektuplarına, ortaöğretim geçmişinize, nereden nasıl geldiğinize bakıyor. Yani Amerika’da her üniversitenin kendine ait bir öğrenci kabul sistemi var. Çünkü üniversite dediğimiz şey bağımsızdır!

Sizce hangi yöntem daha iyi, üniversitelerin kendi öğrencilerini seçmesi mi yoksa bütün öğrencilerin tek merkezden yerleştirilmesi mi?

Öğrenci seçme işi üniversitelere bırakılmalı. Üniversiteler, öğrencilerini kendileri seçmeli. Bu sistem, öğrenci açısından da daha iyi. Çocuk bir üniversiteye girer ve onu beğenmezse, gider başka bir üniversiteye müracaat eder. Türkiye’de de Amerika’daki gibi bir sistem olmalı. Öğrencilerin dosyalarında SAT benzeri birkaç merkezî sınavın sonuçları bulunmalı. Bizde de eskiden olgunluk sınavları vardı. İyi veya kötü, hangi liseden mezun olursanız olun, eğer bu sınavı geçmişseniz, bu önemli bir ölçüydü. Mesela...

Evet...

Mesela bir üniversite şunu diyebilir; “Benim öğrenci kabul ediş standardım yüzde 30 olgunluk sınavındaki başarıdır, yüzde 70 ise SAT tipi sınavdır.” Bir başka üniversite ise tam tersini yapabilir. O, SAT’ı hiç kale almayıp, olgunluk sınavına yüzde 70 ağrılık verebilir. Ayrıca biz bugünkü üniversiteye giriş sistemini sadece sınav olarak değil, bu ülkede orta eğitime yaptığı tahribat çerçevesinde de ele almak zorundayız artık. Mevcut sınav sistemi, liseyi anlamsız hale getirdi. Lise eğitimini destekleyen, liseyi tekrar anlamlı kılan bir üniversite seçme sınavı sistemi gerekiyor Türkiye’ye.

Eskiden bizde de her üniversite kendisi sınavla kendi öğrencisini seçerdi. Bu düzeni neden değiştirdik?

Üniversiteye gitmek isteyen öğrencilerin sayısı çok artınca, “Merkezî sisteme geçelim, daha sağlıklı olur” dedik. Yükseköğretim sistemindeki bu merkeziyetçilik aslında bizim siyasi kültürümüzün de bir sonucudur. Geçen gün Ahmet Altan yazdı. İngilizcede “control freak” denen, “kontrol manyağı” diye özetlenen bir özellik bu! Her şeyi tepeden kontrol etmeye çok meraklı bir ülke burası. Bu kültür, üniversite kültürüyle hiç bağdaşmıyor. Bizim sorunumuz, bu her şeyi kontrol etme kültüründen kaynaklanıyor.

YÖK, otuz yıldır üniversitelerin tepesinde oturan ve her şeyi kontrol eden bir yapı. Üniversiteler, bir yandan YÖK’ün kalkmasını isteyip, bir yandan da YÖK’e teslim mi oluyorlar yani?

Evet, YÖK’e teslim olmak da var. Bir de bazıları, “Daha çoğulcu bir ortama geçersek ve üniversiteleri merkezî olarak değil de yatay olarak örgütlersek, üniversiteler muayyen grupların eline geçer” diye korkuyorlar. Hâlbuki böyle merkezî bir yapı kurarsan, asıl o zaman üniversitelerin tümü ele geçer. Şu anki YÖK sistemi yaşadığımız dönemin Türkiyesi’ne hiç uymuyor. Yükseköğretim sistemini yeni bir vizyonla örgütlemek gerekiyor. Ama böyle bir değişim talebinin karşısına hemen, “Doğru söylüyorsunuz fakat burası Türkiye! Türkiye’nin kendine ait özel şartları var!” yaklaşımı dikiliyor. Ne demek burası Türkiye? Türkiye’nin kendine ait özel şartları yoktur kardeşim! Türkiye’nin özel sorunları vardır.

“Türkiye’nin özel şartları var” demek aslında ne demek oluyor?

“Türkiye’nin kimseye benzemeyen özel şartları var” dediğiniz zaman, kendi kendinize, demokrasilerde olmayan birtakım çözümler icat ediyorsunuz ve üstelik bunun da adına “demokrasi” diyorsunuz. Türkiye eğer gerçekten bir demokrasisiyse, dünyada demokrasinin genel ilkeleri ve ölçüleri vardır. Türkiye, kendine ait özel sorunlarını bu genel ilkeleri unutmadan çözmelidir. “Türkiye’nin özel şartları” diye başlayan itiraz üniversitelerle ilgili o kadar sık kullanılıyor ki...

Ne deniyor?

Amerika’nın ve Avrupa’nın özerk sistemini istedin mi hemen cevap olarak, “Bu sistemi Türkiye’ye getirmen güç. Çünkü Türkiye’nin kendine özgü şartları var” diyorlar. Kimse de oturup nedir bu özel şartlar anlatmıyor. Çünkü gerçek şu ki, dünyada yükseköğretimle ilgili kabul edilmiş genel prensipler vardır.

Nedir bunlar?

Mesela OECD’nin, bir ülkede üniversitelerin özerk olup olmadığını değerlendirmek için on bir kriteri var. Bunlar akademik özgürlük, kurumsal özerklik, üniversitenin öğretim üyelerini ve öğrencilerini kendisinin seçebilmesi, kendi fonlarını stratejik planına göre harcayabilmesi gibi ölçülerdir. Bu özerklikleri göz ardı ederek çağa uygun bir üniversite sistemi tasarlayamazsınız.

Türkiye’de üniversitelerin özerkliği var mı?

Yok. Ama üniversiteler bu yönde kıpırdanıyorlar. Kendi başlarına hareket etmeye çalışırken karşılarına mevzuatlar çıkıyor. Mesela yeni ve yaratıcı bir akademik programı uygulayabilmeleri için YÖK’ü ikna etmeleri gerekiyor. Yorucu bir iş bu! Oysa gelişmiş dünyada üniversitelerin özerk olması istenir.

Niye üniversitelerin özerk olması istenir?

Çünkü üniversite ancak özerk olursa ve öğretim üyeleri akademik özgürlüklerine sahip bulunursa, şeytanın avukatlığını yapabilir. Bir ülkenin sağlıklı düşünebilmesi için en aykırı şeyleri söyleyecek olan şeytanın avukatlarına ihtiyacı vardır. Zaten bir üniversitenin işlevi de budur, en aykırı düşünceleri üretebilmektir. Bizdeki gibi piramitleşmiş, yukarıdan aşağıya katı bir merkeziyetçilikle örgütlenmiş bir üniversite sistemi son derece yanlış bir tasarımdır. Üstelik Türkiye’de üniversitelerin özgürlüğü giderek azalıyor.

Anlamadım... YÖK daha mı baskıcı ve merkeziyetçi oluyor?

Evet. Benim dönemimde, kendi akademik planlarımızı geliştirmeye, öğretim üyesi ve araştırma görevlisi alımlarına daha çok hâkimdik biz. Şimdi öyle değil. YÖK akademik programlara müdahaleci... Türkiye merkeziyetçiliği seviyor. Ben siyaset bilimcisiyim. Ankara’da, yukarıda bir kuruma yetki verdiğiniz zaman, o kurum giderek kemikleşiyor ve o yetkiyi giderek daha fazla kullanmaya başlıyor. Biz dört profesör arkadaş, “Neden yeni bir yükseköğretim vizyonu?” diye bir rapor yazdık. Bunun girişinde, “Her gelen iktidar YÖK’ü değiştirmek istedi ama değiştiremedi. Niye” diye sorduk.

Değiştiremedi mi? Yoksa değiştirmek mi istemedi?

Değiştirmek istemediler. Çünkü iktidarlara altın bir tepside resmen bir piramit hediye ediyorsunuz. Altında üniversiteler olan merkeziyetçi bir YÖK sistemini sunuyorsunuz iktidarlara. Düşünün... YÖK’e hâkim olduğunuzda, ülkede yükseköğretimde her şeye hâkim oluyorsunuz.

Peki... Üniversiteye öğrenci seçerken sizce kriter ne olmalı?

Üniversiteye girişi, birkaç saatlik bir sınav performansına ve tek bir puana bağlamak hiç doğru değil. Bence Amerika’daki uygulama iyi. Öğrencinin elinde nerede, nasıl, ne okuduğunu gösteren, bazı merkezî sınavların notlarını ve referans mektuplarını içeren bir dosya olmalı. Ayrıca öğrenciyle mülakat yapmak da çok başarılı sonuçlar veriyor.

12 Eylül’ün başımıza sardığı bir YÖK belası var. YÖK, üniversitelerin nelerine karışıyor?

Ben olaya YÖK belası diye bakmıyorum. YÖK, bir vizyon sonucunda ortaya çıktı. YÖK düşüncesinin bir alt yapısı ve bir vizyonu vardı. Böyle bir merkezî kuruluşun kurulması 1970’lerin başından beri tartışılıyordu. Hatta CHP iktidarında YÖK kurulmuştu ama Anayasa Mahkemesi iptal etmişti. Yani bu iş on sene konuşuldu ve sonra darbe geldi, YÖK kuruldu. YÖK’e iki yönlü bakmak lazım.

İki yönlü bakmak derken...

YÖK’ün bir amacı, okullaşma oranını arttırmaktı. Gerçekten de YÖK’ten sonra üniversitelerde öğrenci sayısı arttı. YÖK’ün diğer amacı da siyasiydi. Mesela sosyal bilimlere hiç önem vermedi. YÖK kurulduğunda, Boğaziçi’nde siyaset bilimi bölümünü resmen lağvetti. Bize, “Siz artık kamu yönetimi bölümüsünüz” dediler. Üniversiteleri kontrol etme isteğinin sonucudur bu... Siyaset bilimi, sosyoloji deyip, “Bu ülkede ne oluyor? Türkiye’nin sosyolojisi, demokrasisi nereye gidiyor?” meseleleriyle uğraşılmasını engellemeye çalıştı.

Öğrencilerin kıyafetlerine bile karışılan bir ülke burası. Dünyada öğrencilerin kıyafetlerine karışılan ülkeler var mı?

Bilmiyorum... Yirmi yaşını aşmış bir insanın kıyafetiyle uğraşmakla istemediğiniz bir sonucu pekiştiriyorsunuz üstelik. 20 yaşındaki adama öyle değil böyle giyin deyince, o tam aksini yapıyor. Türbanı bir sorun olarak algılıyorsanız, onunla bu şekilde uğraşmakla istemediğiniz sonuçları pekiştiriyorsunuz. Üstelik yaptıklarınızın sonuçlarını da ölçmeniz gerekir.

Türban yasağının sonucu nedir?

Bu kadar merkeziyetçi bir sistemde türbanı önleyebildiniz mi? Önleyemediniz. Bu ülkede türban konusunda büyük hata yapıldı. Maliyeti o kadar yüksek oldu ki bu işin! Üniversitelerle ilgili bir değişiklik yapılmasını istiyorsun... “Şimdi bunu parlamentoya götürmeyelim. Bunu götürürsek, kanunun içine türbanla ilgili bir şey de eklerler” diyorlar. Her şey türbana endeksleniyor ve türban meselesi yüzünden üniversitede, eğitimde reform engelleniyor.

Bizim akademisyenlerimiz arasında tek merkezden emir alarak eğitim yapan memur tipli hocalar mı yoksa özgürce öğrencilerini yetiştirebilen yaratıcı, dünyayı izleyen hocalar mı daha fazla?

Benim bulunduğum üniversitelerde dünyayı izleyen, yaratıcı hoca daha çok ama... Türkiye geneli için konuşursak, birinci tip daha fazla tabii.

Cumhuriyet’in eğitim projesi başarılı oldu mu sizce?

Türkiye’de eğitim yeni bir millet yaratma aracı olarak kullanıldı. Başlangıçta belki de öyle yapmaları, ideolojik bir eğitim vermeleri gerekiyordu. Dağılan bir imparatorluğun en altta kalmış, en heterojen kitlesinden yeni bir ulus yaratıyorsunuz çünkü. Ama günümüzde... Cumhuriyet’in eğitim projesi artık bir sorundur. Düşünün dünyanın her ülkesinde bir eğitim bakanlığı var, bizde ise milli eğitim bakanlığı var. Bu, Cumhuriyet’in eğitim politikasını yansıtıyor ve artık bu “ulus yaratma politikasının” değişmesi gerekiyor.

Peki, üniversitelerin nasıl olması gerekiyor?

1982’de darbeyi yapanlar da “Türkiye dağılıyor, terör, şu, bu” dediler ve bir ideoloji yaratabilmek için üniversitelere lise gibi baktılar. Üniversitelere devrim tarihi, Türkçe dersleri koydular. Bakın... Bu devirde üniversitelere, devlet ideolojisini yürüten, yansıtan kurumlar olarak bakamazsınız. Kürt sorunu meselesinde sualleri sorabilen, çok değişik görüşleri önümüze koyabilen yapılar olarak bakmamız lazım üniversitelere. Kalitenin ölçüsü sorgulayabilmektir, özgür düşünceli insanlar üretebilmektir.

Eğitim kalitesini yükseltmek için ne yapmalıyız?

YÖK’ün kaldırılması ve YÖK’le hiç ilgisi olmayan bir koordinasyon kurulunun kurulması, üniversite sisteminin yatay bir şekilde örgütlenmesi ve üniversitelere özerklik tanınması lazım. Üniversitelerimizin performansını düzeltmemiz için de, Türkiye’de üniversitelerin eğitimini ölçen ve bu bilgiyi topluma sunan özerk bir “kalite ölçme ajansı”na ihtiyacı var. Şu da çok önemli: Üniversitelere bütçenin, kalite performanslarına göre verilmesi lazım. Eğer bütçenin en azından bir kısmını üniversitelerin eğitimde ve araştırmada gösterdiği performansa göre verirseniz, üniversiteler kalitelerini arttırmak için uğraşacaklardır, birbirleriyle rekabet edeceklerdir.

Çok iyi de... Bizim üniversitelerin böyle bir özerklik talebi var mı?

Olduğunu düşünmüyorum. Bir kere yeni kurulacak sistemde, üniversite öğretim üyesi devlet memuru olmamalı. Üniversiteler sözleşmeyle öğretim üyesi alabilmeli ve kontratlar kısa süreli olmalı. Kısa sürelerle yenilenmeli. Öğretim üyelerinin performansları ölçülmeli. Maaşlarını da üniversite yönetimleri takdir etmeli. Hangi rektör bu sistemi ister sizce?

Ben sorayım. İstemezler mi?

Özerklik, mesuliyetler demektir! Hâlbuki devlet sistemi, devamlılık, iş garantisi, emeklilik garantisi sağlıyor. Yarışmacı bir ortama geçildiğinde ise bu rahat ortamdan çıkıyorsunuz, sözleşmeli oluyorsunuz, her iki senede bir kontrat yapıyorsunuz. Eğer Türkiye dünyada üst liglerde oynayacaksa, daha güçlü bir ülke olacaksa, yükseköğretim sisteminde kaliteyi arttırmak zorunda. Bunu da ancak kurumların birbiriyle rekabet ettiği bir sistemle yapabilir.

Peki, dünyada üniversite eğitimi, zorunlu bir kamu hizmeti midir?

Üniversite, yarı kamu hizmetidir. Yarı kamu hizmeti, kişiye de yükümlülük getirir. Şunu söyleyeyim. Türkiye’de devletin parasız ya da çok az paralı olan üniversite eğitimi bence sosyal adaletçi bir eğitim değil.

Niye?

Yüksek enflasyonlu ülkelerde de, dolaylı vergileri yüksek olan yerlerde de, devletin eğitim gibi harcamalarını hep düşük gelir grupları öder. Çünkü dolaylı vergiyi düşük gelir grupları verir ve devlet de yükseköğretimi onlardan aldığı parayla finanse eder. Gelir dağılımı kötü olan Türkiye’de, ancak iyi liselerde okuyanların, dershanelere gidenlerin üniversiteye girdiklerini düşünürseniz... Parasız üniversitenin Türkiye’de bir sosyal adalet sorunu yarattığını anlarsınız. Birilerinin, “Bedava yükseköğretim, kimin parasıyla yapılıyor” diye sorması lazım.

Kimin parasıyla yapılıyor?

Düşük gelirlilerden geliyor bunun parası gibi geliyor bana... Bu yüzden Türkiye’de devlet, üniversitenin parasını ödeyebilecek olandan almalı, ödemeyecek olana da yaygın burs ve kredi imkânlarıyla finansman sağlamalı.

Girmesi çok zor olan üniversitelerimizin mezunlarına gelirsek... Kaçta kaçı iş bulabiliyor?

Rakamsal olarak söylemek güç. Ama üniversite sisteminin bayağı bir işsiz ürettiği belli. Dünya Bankası’nın raporuna göre, işsizlik oranı üniversite mezuniyetinin hemen sonrasında çok yüksek. Çünkü Türk yükseköğretim sistemi piyasanın ve toplumun taleplerine uymayan öğrenciler üretiyor ve piyasaya sunuyor. Bu öğrenciler ilk başta iş bulamıyorlar fakat sonra muayyen öğrenme becerileri elde ediyorlar.

Yani onları işyerleri eğitiyor, öyle mi?

Evet... Yaş ilerledikçe yükseköğretim almış kişilerin işsizlik oranları düşüyor. Çünkü yükseköğretim mezunları iş hayatında daha kolay eğitiliyorlar. Lise ve ilkokul mezunlarının işsizlik oranları ise yaş ilerledikçe yükseliyor.