Sosyoloji Profesörü Faruk Birtek, üniversite yıllarında öğrencisi olan Başbakan Ahmet Davutoğlu'yla ilgili olarak, "çok çalışkan bir öğrenciydi. Zaten Boğaziçi'nde kötü öğrenci ne gezer?" diye konuştu.
Hürriyet'ten İzzet Çapa'ya konuşan Prof. Faruk Birtek, "Evvelce dediğim gibi İslamofaşizm ile mücadele vermek için ülkeme döndüğümde, Erdoğan'ın balkon konuşmasını dinleyip inandım. 'Bu adam yeni bir ufuk açmaya çalışıyor, söylediklerine kulak vermek lazım' diye düşündüm" dedi.
Prof. Birtek, "Bunları da açıkça dile getirmemdeki amaç, CHP siyasetini ve Deniz Baykal'ı tenkit etmekti. Kaldı ki referandumda hayır oyu vererek niyetimi yeterince belli ettiğimi düşünüyorum. Soruna gelince, fikir değiştirdiysem ne âlâ! Fikir değiştiremeyen insanlara acırım çünkü. Ancak başında Erdoğan'dan katiyen bu değişikliği beklemiyordum!" diye konuştu.
İzzet Çapa'nın Prof. Faruk Birtek'le yaptığı söyleşinin bir kısmı şöyle:
Sosyoloji bölümünden mezun olanlar ne iş yaparlar?
- Aslına bakarsan her işi yaparlar. Sosyolojinin en büyük özelliği, her konuya özgün ve açıklayıcı bir metotla yaklaşmasıdır. Şöyle anlatayım; "Nasıl oluyor da bir olay meydana geliyor, diğer olaylarla bağlantısı ne, tarihte bir yerle etkileşimi var mı?" gibi sorulara cevap arayan bilim dalıdır. Özünde; sosyoloji toplum mühendisliği olmadığı gibi, bir meslek eğitimi de değildir. Mesela Teoman benim öğrencilerimden biridir ama şarkıcı, besteci ve söz yazarı oldu adam. Teoman'ın yazdığı şarkı sözlerinde sosyolojinin etkisi var mıdır?
- Nereden bileyim, ben şarkıları dinlerken müziğe konsantre olurum, sözleri duymam, kelimeleri de anlamam. Maalesef öyle bir kusurum var (gülüyor). Bak hâlâ orada, koridorda duruyor sanki kerata. Öğrenci olduğu dönemde de "Şu okul bir an önce bitsin de işime bakayım" diyen biriydi Teoman, haklıydı da çocuk. Sonuçta herkesin akademisyen olması gerekmiyor!
Yanlış bilmiyorsam, Başbakan Davutoğlu da sizin öğrencinizdi...
- Haa o mu, çok çalışkan bir öğrenciydi. Zaten Boğaziçi'nde kötü öğrenci ne gezer? Doktora tezini Üstün Hoca'dan (Ergüder) almıştı. Koca Başbakan'la ilgili söyleyecekleriniz bu kadar mı hocam?
- No comment (gülüyor). Öğrencilerim hakkında başkalarına konuşmam. Her biri ayrı ayrı değerlidir ve onların hususiyetleri benim için özeldir.
Hocam Amerika'nın en prestijli okullarından biri olan Yale'de öğretim üyesiyken; ne oldu, rahat mı battı da apar topar ülkeye döndünüz? Deli olabilir misiniz?
- Doğru söylüyorsun, çok sevdiğim kentte, düşlediğim araştırma bursunu kazanmıştım. Ama aynı günlerde Türkiye'de seçim olmuş ve hükümet değişmişti. Ülkeden "İslamofaşizm geliyor" haykırışları yükselince, bu kabusla mücadele etmek için Yale'deki görevimi de, kavuştuğum o muhteşem hayatı da bırakıp hemen geri döndüm.
Çünkü oturduğum yerden yazı yazıp ahkam kesmektense, ülkemde ve olayların bizzat içinde olmayı görev bildim. İtiraf ediyorum, belki de bunu yaparken içimde topluma katkım olacağını varsaydığım bir kibir de söz konusuydu... Sizin için "Weber, Marx ve Durkheim üçlemesini dünyada en iyi bilen adamlardan biri" diyorlar.
- Valla mütevazı olamayacağım, dedikleri doğru (gülüyor)!
Peki Weber'in, Marx'ın sınıf temelli çözümlemeleri yerine getirdiği statü kavramını bugün biz yanlış anlıyor olabilir miyiz?
- Weber'in bir prestij grubu olarak gördüğü statü, Marx'ın sınıf kavramının muadilidir aslında. Marx'ın düşünür olarak söylediğini, çok iyi bir sosyolog olan Weber "Bir yere mensup olmak insanları bağlayıcı kılar" şeklinde açıklar. Ona göre aynı statüde, karşılıklı, yüz yüze ilişki örnekleri vardır. Ancak sınıf tanımındaysa bu davranış türlerine rastlanmaz. Haklısın, Weber'in statü tanımını ne yazık ki biz anlayamadık ya da anlamak işimize gelmedi. Bu yüzden de kendimize göre uyarladık. Tam da bunun üstüne, şu sıralar herkesin sıkça kullandığı "despot" sözcüğünün bir çözümlemesini alsak sizden...
- Gel sana bunu sosyoloji diliyle değil, yurttaşlık bilgisiyle anlatayım. Despot, antik Yunan'da kullanılan bir kavramdır, tek elden ve denetlenmeyen yönetime sahip olduğu iddiasındaki kişiye denir. Bizim buralarda vaziyet ne durumda?
- İnsanların özel hayatlarına bu kadar fütursuzca girilip, haklarına tecavüz edilmesi başka hangi sözcükle anlatılabilir ki Allah aşkına? Eski Yunan'daki despotluk bile bu ülkede bize nüfuz ettiği şekilde yaşanmadı. Telefonlarımıza, bilgisayarlarımıza, evlerimize istedikleri gibi müdahale edebiliyorlarsa, konu tartışmaya kapanmıştır. Üstüne bir de polise "makul" sebepten her şeyi yapabilme yetkisi verilmişse, artık bu sözün bittiği yerde olduğumuzun göstergesidir. Aynı karanlık gölge hepimizin üstüne düşüyor mu sizce?
- Elbette o makul sebebi 75 milyon insanın hepsine birden uygulayamıyorlar. Ama olanak bulsalar, inan ki hiç tereddüt etmez, kimsenin gözünün yaşına bakmazlar.
Bu yüzden mi bazı röportajlarınızda "korkuyorum" diye beyanatlar verdiniz?
- İyi araştırmışsın, beş sene önce "Ben korkak modernim" açıklamasıyla manşet olmuştum. O günlerde "Başbakanın böylesine hiddetli ve şiddetli olduğu bir yerde, polise bu yetkilerin verilmesinden vatandaş olarak çok korkuyorum" demiştim. Ama şimdi korkacak ne kaldı ki? Korkunun var olabilmesi için, onların gerçekleşebilme ihtimalini hissetmek lazım. Başına atom bombası atılan korkar mı? Hayır! Ancak üzerimize düşme ihtimalinden korkarız. Bu korku için çok geç, çünkü o bomba atıldı! Ne yani, artık korkusuz bir korkak mısınız?
- Anlamıyor musun, mantığın bittiği yerde, korkuların da bir önemi kalmaz. Bu saatten sonra istedikleri gibi buyursunlar, gelsinler. Birlikte eğleniriz (gülüyor)... Ya bu davete icabet gerekir diyerek pat diye kapınıza dayanırlarsa ne olacak?
- Davete ihtiyaçları yok ki, çağırmadan da geliyorlar! Geçtiğimiz haftalarda, aynen 6-7 Eylül olaylarındaki gibi birileri ellerine sopalarını alıp, Hürriyet Gazetesi'nin kapısına dayandığında buyur eden mi vardı? Bunlar Muz Cumhuriyeti'nde bile yaşanmaz. Ne doğru dürüst bir önlem alındı ne de dava açıldı... Gezi olaylarında bir metreden insanların suratlarına biber gazı sıkan polisler, o gün nedense ortada yoktu. Nasıl bir hınçsa bu, iki gün sonra gazeteyi tekrar bastılar. Yetmedi, Ahmet Hakan'ı evinin önünde darp ettiler. Hocam bunun adı vandalizm değil de ne?
- A benim saf kardeşim! Vandalizm dediğin, eşyayı tahrip etmektir. Evet, Hürriyet'e yapılan vandalizmdir. Ama Ahmet Hakan'a yapılanın adı haydutluktur, eşkıyalıktır... Bunlar medeniyetin bittiği, barbarlığın başladığı noktadır. Hürriyet'in kapısında yaşananlar Patrona Halil İsyanı'nın devamı niteliğinde; Lale Devri'ni ve güzelliklerini bitiren, laleleri söken, şiire son veren, Osmanlı'nın Rönesans'ını yok eden sürecin tıpa tıp benzeridir! Bunca yılın toplum bilimcisisiniz, önümüzdeki süreç için öngörünüz ne?
- Valla ben de bilmiyorum! Hayatımda böyle bir dönem yaşamadım. Biz 12 Eylül sürecinde onların bir gün gideceklerini biliyorduk. Ama bunlar hiç de gidici gibi durmuyorlar. Ne olacağını soruyorsan, tek kelimelik bir cevabım var; muamma... Sizin muamma olarak gördüğünüzü, istikrar diye tarif edenler de var...
- Sen o yüzde 40'tan bahsediyorsan, onların içinde de benimle hemfikir olanlar vardır. Ama unutma halkın yüzde 60'ı da "hayır" dedi! Bizim acilen Batılı bir siyaset anlayışıyla toplumsal barışı sağlamamız lazım. Fakat 1 Kasım'da sandıktan pek de farklı bir tablo çıkacağını sanmıyorum. Madem öyle niye seçime gidiyoruz?
- Senaryo malum; iktidarın daha çok oy alması lazım! Hatırlar mısın, Kılıçdaroğlu "Ne oldu da 8 Haziran'da PKK ayaklandı?" diye sormuştu.
Her şeyin, Erdoğan'ın 400 vekile ulaşıp Başkan olabilmesi planı üzerine kurulduğunu düşünüyorum. "400'e ulaşamadık, bir daha deneyelim" mantığındalar...
Görünen o ki, seçim Güneydoğu'da silahların gölgesinde olacak...
- Güneydoğu'da silahın seçimlere hakim olacağını düşünmüyorum. Orada öyle bir kitle yarattılar ki, o insanlara dışarıdan kimse dipçikle oy verdiremez. Çünkü kaybedecek bir şeyleri kalmadığından korkuları da yok.
Türkler ve Kürtler arasında derinleşen duygusal bir kopuş mu yaşanıyor?
- Bu yeni bir durum değil, medcezir gibi gidip gelen bir süreç. Bu yüzden de Ankara'nın ne yaptığı çok önemli ve belirleyici... Dağdaki Kürtler, bağdaki Türk ve Kürtleri dövmek istiyor. Bugün PKK'nın gerçeği budur diye korkuyorum.
Demirtaş'ın kardeşi dağda olduğu için onu terör örgütü ile aynı safta görenler de çok...
- Bilakis PKK'nın Demirtaş düşmanı olduğunu düşünüyorum, ondan korkuyorlar. Çünkü bazılarının aksine, despotluğun ne kadar demode, eskimiş, gaddar ve toplumu parçalayıcı olduğunu gösteren bir lider imajı çiziyor. Ayrıca bunları söyleyenlere de sormak istiyorum, sizin bankaya olan kredi kartı borcunuzu kardeşiniz mi ödüyor? Kabilelerde bile şahıslar, bağımsız olarak suçlanırlar. Bu durumda kardeşiyle ne alakası var adamın?
Şimdilerde Demirtaş'ı beğendiğinizi söylüyorsunuz ama geçmişte de Erdoğan'ı desteklemiştiniz. Nabza göre şerbet verenlerden misiniz?
- Evvelce dediğim gibi İslamofaşizm ile mücadele vermek için ülkeme döndüğümde, Erdoğan'ın balkon konuşmasını dinleyip inandım. "Bu adam yeni bir ufuk açmaya çalışıyor, söylediklerine kulak vermek lazım" diye düşündüm. Özellikle Kıbrıs politikaları çok başarılıydı.
Bunları da açıkça dile getirmemdeki amaç, CHP siyasetini ve Deniz Baykal'ı tenkit etmekti. Kaldı ki referandumda hayır oyu vererek niyetimi yeterince belli ettiğimi düşünüyorum. Soruna gelince, fikir değiştirdiysem ne âlâ! Fikir değiştiremeyen insanlara acırım çünkü. Ancak başında Erdoğan'dan katiyen bu değişikliği beklemiyordum! Onu dinlemenin ötesinde bir desteğim olmadı. Cumhuriyet'e bağlılığımız birbirimizden çok farklı. Ben toplumsal plüralizme inanan bir insanım. Demokrasi de bu demek!
Söz liderlerden açıldı, o zaman Kemal Kılıçdaroğlu hakkındaki düşüncelerinizi öğrenelim de eksik kalmasın...
- Deniz Baykal'ın Türkiye'ye en çok zarar veren politikacılardan biri olduğunu düşündüğüm için, Kılıçdaroğlu'nun başkanlığını parti adına büyük bir gelişme olarak gördüm. Zamanında Erdoğan'a göreli bir optimizmle bakmamın bir sebebi de budur. Bağıran politikacılardan sıtkımızın sıyrıldığı günlerde Kılıçdaroğlu bize yumuşak tavır ve sakin konuşmayla da politika yapılabileceğini gösterdi. Ama liderlik vasfı var mı dersen, yok diye cevap veririm. Ancak Halk Partisi içinde o kadar beğenmediğim unsur var ki... Bunların başında ulusalcılar geliyordu, çok şükür gittiler!
Ne alıp veremediğiniz var ulusalcılarla anlamadım...
- Mustafa Kemal, evrenseli arayan, Türkiye'nin Batı'ya ait olduğuna inanan, kimseyi düşman olarak görmeyen ve Yunan Harbi'nden beş yıl sonra Venizelos ile kol kola girebilecek kadar önyargısız bir liderdi. Herkes dönüp, Cumhuriyet'in 10. yıl bayramındaki giyim kuşama baksın. Avrupa'da bile bu kadar Avrupalı görünen insanlar yoktu.
Hürriyet'te yayımlanan söyleşinin tamamını okumak için tıklayın