Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Ortadoğu’da olaylara yol açan “İnnocence of Muslims/Müslümanların merhameti” adlı filmi eleştirdi. “Kutsal değerlere hakaret tüm dünyada suç olarak kabul edilmelidir” diyen Görmez, “Amerika’da yayınlanan film, küresel bir provokasyondur. Öyle bireysel veya toplumsal değil, küresel bir provokasyondur. Çünkü bir kısır döngüye girildi ve provokasyonların sayısı çoğaldı” dedi. Görmez, tarih boyunca İslâm’a yönelik birçok eleştiri olduğunu ancak son dönemlerde bu eleştirilerin aşağılama ve hakaret boyutuna vardığını söylerken, İslâm’ın hiçbir zaman uygun görmediği şiddete başvurmayı, rastgele büyükelçiliklere saldırıp insan katletmeyi meşru kılmadığını da belirtti.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, dün Bingöl Karlıova’da meydana gelen terör saldırısı nedeniyle şehit düşen 8 polisle ilgili olarak da “Din-i mübin-i İslâm bu topraklarda kaldıkça, bizi birbirimize kardeş kılan ortak değerlerimiz var oldukça terör, bir katiller hareketi olarak kalmaya devam edecektir” diye konuştu.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, gündeme ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Hz. Muhammed’e hakaret içerdiği gerekçesiyle İslâm dünyasında protesto gösterilerine neden olan “Müslümanların Masumiyeti” filmini ve dün Bingöl’de 8 polisin şehit düştüğü olayları değerlendirdi.
İslâm dünyasında ortaya çıkan tepkilerin sadece bir filme yönelik olmadığının altını çizen Görmez, şöyle konuştu:
“Salman Rüşdî ile başlayan aşağılamaya varan eleştiriler Fitne filmi, karikatür krizi, Papa’nın Regensburg konuşması, İsviçre’deki minare referandumu, Almanya’da son zamanlarda gündeme gelen sünnet yasağı ve Müslümanların varlığını sadece bir güvenlik meselesi olarak ele alan başörtülü afişler ve son olarak da Amerika’da ortaya çıkan bu bayağı, pespaye film. Bütün bunlara baktığımızda ortak noktaları, bunların hiçbir düşünsel, bilimsel, kültürel, sanatsal değerlerinin olmayışıdır. Filmin, sadece aşağılamak, sadece kutsala saldırmak, sadece tahkir etmek üzere bina edilen bir provokasyon olduğu anlaşılıyor.”
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, dün Bingöl Karlıova’da meydana gelen terör saldırısı nedeniyle şehit düşen 8 polisle ilgili şunları söyledi:
Aslında sözün tükendiği bir zaman diliminde olduğumuzu biliyorum. Artık başsağlığı dilemenin, mesajlar yayınlamanın çok anlamsızlaştığını biliyorum. Ancak bununla birlikte öncelikle bütün şehitlerimizin yakınlarına, ailelerine başsağlığı; milletimize sabır ve metanet diliyorum. Bütün bu olup bitenlere rağmen, bizim millet olarak, hangi düşünceden, hangi inanıştan, hangi ırktan, hangi dilden olursa olsun, milletimizin her ferdinin kardeşlikte ısrar etmesi gerekiyor. Terörün otuz yıldır bir amacı var: Sahip olduğu ideolojiyi toplumsallaştırmak, toplumun fertlerini karşı karşıya getirmek. Ancak hesap etmedikleri bir şey var. Din-i mübin-i İslâm bu topraklarda kaldıkça, bizi birbirimize kardeş kılan ortak değerlerimiz var oldukça terör, bir katiller hareketi olarak kalmaya devam edecektir. Şehitlerimizin bize bıraktığı en büyük emanet, her birimizin onların bu ideolojisinin toplumsallaşmaması için çaba göstermek, birbirimize daha da yakınlaşmak, kardeşliğimizi daha da pekiştirmek olmalı. Ben tekrar bütün milletimize başsağlığı diliyorum.”
Diyanet İşleri Başkanlığının görev alanlarının yanında toplumsal konularda da duyarlılık gösteren bir kurum olduğuna işaret eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, şöyle devam etti:
“Diyanet İşleri Başkanlığının görevi yalnızda camileri yönetmek, sadece cami içinde topluma manevi rehberlik yapmak değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak aynı zamanda kardeşliğimizi pekiştirmek, birlik ve beraberliğimizi zedeleyen unsurları ortadan kaldırmak için de bir çabamız, gayretimiz, görevimiz var. Sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde, on dokuz bin arkadaşımızla çalışıyoruz. Onların her birisiyle ben bizzat bir araya geliyorum. Onlarla birlikte bunları değerlendiriyoruz. Hatta birlikte özeleştiri yapıyoruz. ‘Demek ki biz, bizi kardeş kılan değerleri aktarmakta zaaf gösteriyoruz. Demek ki biz görevimizi hakkıyla ifa etmiyoruz.’ diye sürekli özeleştiriler yapıyoruz. Sadece bu tür konuları gündemine alarak çaba göstermek zaman zaman çok fayda vermiyor. Ama görünmeyen çabalarımızın çok daha farklı olduğunu ifade edebilirim.
Mele projesinin, terör hareketinin başlattığı bir proje olmadığına vurgu yapan Başkan Görmez, şunları söyledi:
“Bu proje, bizim tarihimizin, kültürümüzün bir değeri olarak ortaya çıkan; ancak zamanla ötekileştirdiğimiz bilge şahsiyetlerin bilgisinden de istifade etmeyi de amaçladığımız, yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle sınırlı olmayan, Karadeniz ve Marmara’da, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde eserleriyle kendilerini ortaya koymuş bilge şahsiyetlerin bilgilerinden, kültürlerinden, irfanından, tabiri caizse ustalıklarından yararlanmayı hedeflediğimiz bir proje oldu. Şu anda bin kadar arkadaşımız göreve başladı. Bununla birlikte projenin ilk olumlu, müspet sonuçlarını aldığımızı söyleyebilirim. Gayet güzel bir şekilde gidiyor. Şimdi yakında o arkadaşlarımızla bir eğitim yapacağız. Hem onların birikimlerinden faydalanacağız, hem de Diyanet İşleri Başkanlığının birikimini, tecrübesini arkadaşlarımıza, hocalarımıza aktarmaya çalışacağız.”
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in açıklamalarından diğer başlıklar şöyle:
"Libya’da, Mısır’da ve dünyanın farklı bölgelerinde feryat eden insanların yaşadığı 200 yıllık yaralanmış bir bilinç var. Ben insanların sadece bu filme tepki gösterdiklerini zannetmiyorum. Sömürge dönemi var. İşgaller ve işgallerin bıraktığı 30- 40 yıllık yönetimler var. Müslümanlar gösterdikleri tepkiyle aslında şunu söylüyorlar:
'Yer altındaki bütün kaynaklarımızı aldınız, götürdünüz. Sizin olsun. Her yerde canımızı aldınız, kanımız aktı. Ama hiç olmazsa bizim kutsallarımıza dokunmayın.'
Ancak bu, hiçbir zaman sokağa çıkıp provokatörlerin emellerine alet olmayı, İslâm’ın hiçbir zaman uygun görmediği şiddete başvurmayı, rastgele büyükelçiliklere saldırıp insan katletmeyi meşru kılmaz. Zaten bu kısır döngüde beni en çok üzen şey, en büyük zararı İslam’ın görmesi. O film kendi başına kalsaydı dünyada kaç kişi izleyecekti o filmi? Ama o film bütün dünyanın izlediği bir film haline getirildi. Bu film niçin Arapça alt yazı yazılıp, internet erişiminin en düşük olduğu Mısır ve Libya’da piyasaya sürülüyor? Amaç çok açık. Dolayısıyla bütün bunlardan en büyük zararı İslâm görüyor. İslamofobia bundan sesleniyor. Onun için tabii ki Müslümanların bu gösterdiği tepkinin sebeplerini tahlil ettiğimizde, gösterilen tepkilerin sadece o filme bir tepki olarak gösterilmediğini ben şahsen biliyorum. Derin bir tarihi birikim, aşağılama, tahkir, iki yüz yıllık yaralı bir bilinç ve kültürel işkenceye varabilecek saldırılar var. Ancak bu film ne kadar bayağı, ne kadar pespaye, ne kadar provokatif olursan olsun bu hiçbir zaman herhangi bir Müslümanın sokağa çıkıp, ilgili veya ilgisiz demeden rastgele insan öldürmesini asla meşru kılmaz."
İslâm dini bize hak aramanın da bir hukuku olduğunu öğretmiştir. Acaba hukukunu savunmak için sokağa çıktığımız peygamber, bizim eylemlerimizin, hareketlerimizin, tavırlarımızın hangilerini beğenir? Hiçbir Müslüman bunun izahını yapabilir mi? Resul-i Ekrem’e hayatı boyunca defalarca saldırılar yapılmıştır ve onun bütün saldırılara verdiği karşılıklar bellidir. Bütün bu provokasyonları boşa çıkarmanın yolu, hikmetten ve adaletten, ahlaktan ve hukuktan ayrılmadan tepkilerimizi dile getirmekten geçer. Peygamberimizin hukukunu korumak her Müslümanın görevidir. Ama O’nun hukukunu korumak, Peygamber ahlakına ters bir şekilde sokağa çıkıp gördüğümüz bütün dükkanları, Batılı ifadelerin bulunduğu bütün iş yerlerini yağmalamak, saldırmak şeklinde olmamalı. Zaten provokasyonun amacı da bu olsa gerektir. Müslümanların göstereceği tepki mutlaka Peygamberin hikmetine ve onun bize öğrettiği Kur’an-ı Kerim’e uygun olmalı.
Küreselleşme, insanlık tarihinde gerçekten çok büyük bir gelişme. Bu büyük gelişme karşısında insanlık bu duruma uygun bir dil geliştiremedi. Bu duruma uygun bir ortak yaşama kültüründen aciz kaldı. Bu duruma uygun bir düşünce gelişmedi. Böyle olduğu için de ciddi sorunlar çıkmaya başladı. Buna paralel olarak insanlar kimliklerini korumak için dinlerine sarıldılar. Başta İslâm olmak üzere bütün ilahi dinler, evrenseldir. Yani tam da bu durumu dikkate alarak, bütün insanlığa, kâinata, varlığa karşı bize sorumluluk yükleyen inançlarımız var. İslâm’ın Rabbi, bütün âlemlerin Rabbidir, İslâm’ın peygamberi bütün âlemlere rahmettir. Biz Müslümanların İslâm anlayışı, İslâm algısı, İslâm tatbikatı, İslâm’ın evrenselliğine yakışıyor mu? Yakışmıyor. Bizim İslâm algımız ve anlayışımız, İslâm’ı yerelleştiriyor, bölgeselleştiriyor, mevzileştiriyor. Böyle olduğu için, bütün bunların üstesinden gelmekte sıkıntılar yaşıyoruz.
Bu tür provokasyonlara karşı iki şey çok önem arz ediyor. İlk olarak bütün İslâmî kurumların ve Müslüman kanaat önderlerinin, Müslüman bilim adamı, fikir ve düşünce insanlarının bu türden provokasyonların devamının geleceğini de dikkate alarak bir araya gelmek suretiyle Müslüman toplumlarda bu tür küresel provokasyonlara karşılık vermenin ortak bilincini, ortak kültürünü oluşturmanın yollarını aramalıdır. Örneğin bunların İslâm dünyasındaki tüm camilerde vaaz konuları içerisinde yer almasını sağlayabilmeliyiz. Uluslararası toplantılar düzenlenerek bir daha böyle bir küresel provokasyon olduğunda Müslümanların tepkilerini nasıl ifade etmeleri gerektiği ile ilgili çok ciddi çalışmalar yapılmalıdır. Bu küresel provokasyonlar, Müslüman toplumlar üzerinde soyut ve kültürel bir işkenceye dönüşüyor. Çok farklı bir algı ile bilinçsiz kitleler öfkelerine hâkim olamıyorlar. Elbette kitleler kendi tepkilerini muhakkak vereceklerdir. Ama bu tepkiler nasıl olmalı, her şeyden önce bilinçli olarak bunun çalışmalarını yapmak zorundayız.
Ama bununla birlikte uluslararası kurumların ve uluslar arası camianın da atması gereken adımlar var. Aslında karikatür krizinden itibaren İslam İşbirliği Teşkilatının da bu konuda yoğun bir çabası oldu. Öncelikle bu tür provokasyonların tüm hukuk sistemleri tarafından suç olarak tanımlanması gerekiyor. Bugün dünya üzerinde ırkçılık ve ayrımcılık nasıl suç sayılıyorsa, nasıl nefret suçları diye bir suç çeşidi varsa, bu şekilde kültürlerin ve milletlerin kutsal değerlerini aşağılamak, tahkir etmek, bilimsel, sanatsal, kültürel hiçbir değeri olmayan, sadece provokasyon olan bu tür operasyonlar da aynı şekilde bütün hukuk sistemleri tarafından nefret suçları kapsamına alınmalıdır. Çünkü bu tür küresel provokasyonlar sadece Müslüman kitlelerin sabrını, sadece Müslümanların masumiyetini test etmeye yönelik değil, aynı zamanda batı dünyasında yüreklere yerleştirilen İslamofobiayı da tahriktir.
Nitekim bunu Norveç’te gördük yakın zamanda. Breivik diye birisi ortaya çıkıp kendisini Hıristiyanlığın kurtarıcısı olarak lanse ediyor ve 77 masum insanı katledebiliyor. Dolayısıyla bu tür provokasyonlar, sadece Müslümanlara ve İslâm dünyasına zarar vermeyecek aynı zamanda batı dünyasında da ayrımcılığı, İslamofobiayı, ırkçılığı, körükleyecek ve küresel ölçekte bir şiddeti, terörü besleyecektir.
İslâm dünyasında zaten zihinler, bilinçler yaralı. 3 milyon insan ölmüş Irak’ta. Yanı başımızdaki Suriye’de 30-40 bin insan öldü. Afganistan’da, Filistin’de, Arakan’da ve dünyanın muhtelif yerlerinde zaten açılmış birçok yara var. Bütün bu yaraların her Müslüman bilinçte meydana getirdiği bir zedelenme var. Bunun üzerine bir de tahkir, kutsal değerlere, toplumun canından aziz bildiği peygamberine böyle bir saldırı olduğunda, işte böylesine hiç tasvip edilmeyen, İslâm’a da uygun düşmeyen tepkisel davranışlar ortaya çıkabiliyor. Ancak tekrar ifade ediyorum, bütün bunlar karşı şiddeti, saldırıyı, öfkeye hâkim olmadan yanlış işler yapmayı meşru kılmıyor. İkisini birbirinden ayrı ayrı ve çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Hem o küresel provokasyonu ve artık bunun kültürel bir işkenceye dönüştüğünü, hem de bunun doğu-batı çatışmasını, medeniyetler çatışmasını nasıl körüklediğini; bunun, ifade ve inanç özgürlüğü ile ilgisinin olmadığını çok güzel değerlendirmek lazım. Bir daha bu tür provokasyonlara gelinmemesi için kendi aramızda nasıl ortak bir bilinç geliştirebiliriz, peygamberî ve hikmetli bir tavır nasıl geliştirebiliriz, bunun üzerinde çalışmamız lazım. Aynı zamanda uluslararası camianın da bu tür provokasyonları suç sayacak ve bunun ifade özgürlüğü ile hiç alakası olmadığını ortaya koyacak, bunun bir ırkçılık ve ayrımcılık gibi bir nefret suçu olduğunu ortaya koyacak bir takım kararlar alması gerekiyor.
İslamofobia hakikaten özellikle batılı ülkeler tarafından ciddiye alınmıyor. Ben bütün batılı ülkelerin İslamofobiayı çok çok ciddiye almaları gerektiğini düşünüyorum. Yurtdışındaki müşavirliklerimiz aracılığıyla günlük olarak Avrupa’da yaşanan İslamofobik hadiselerin bilgileri bize geliyor. Son aylarda bu sayı öylesine hızlı bir şekilde kabarıyor ki. Mesela Avrupa ülkelerinde son yıllarda çok bayağı bir davranış ve öfkeyi ifade ediş biçimi var. Bir gece biri bir domuz kesiyor ve domuzun kafasını caminin kapısına bırakıyor. Bu, o kadar çok yaygınlaştı ki! Peki bunu neden yapıyor? Çünkü, bunun karşı taraftan nasıl bir soyut işkence olarak algılanacağını biliyor. Tüm bunları sadece dinlerden kaynaklanan bir çatışma olarak yorumlarsak eksik değerlendirmiş oluruz. Bunun siyasi sebepleri var, sosyal, kültürel ve ekonomik sebepleri var. Son aylarda Almanya’nın sünnet yasağını telaffuz etmeye başlaması; “Aranıyor!” başlığı altında Müslüman insanların fotoğraflarını da koyarak afişler hazırlamaya kalkışması, Avrupa’da her ülkede ırkçı bir partinin ortaya çıkması, Avrupalı yetkililerin İslamofobik hareket, davranış ve düşünceleri hala hafife almakta olduğunu gösteriyor. Bu çok tehlikeli bir süreçtir. Herkesin bu konu üzerinde ısrarla durması gerekiyor.
Biz bu tespitleri yapıyoruz ama daha önemli bir şey var:
İslamofobiayı önlemenin yolu, bunu üreten provokatörle kavga etmekten geçmiyor. Çünkü o kavga, hakikaten kirli bir kavga. Bizim Müslüman olarak o kavgayı yapanların seviyesine inmemiz mümkün değil. Çünkü o dil farklı bir dil, bizim bilmediğimiz bir dil, bizim anlamadığımız bir kültür. Hz. Peygamberin Hira’dan inerek Hz. Hatice’ye gelişini bu pespaye filmde ortaya koyan sahneyi gördüğüm zaman gerçekten bunlarla konuşmanın mümkün olmadığını gördüm. Ama biz Müslümanlar olarak iki şey yapabiliriz. Topyekûn Müslümanlar olarak yüreklere yerleştirilmek istenen İslâm korkusunu nasıl izale edebiliriz, bunu düşünmeliyiz. Elbette işin bilgi boyutu da önemli ancak bu hedefi sadece kitaplarla, filmlerle gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunun en güzel yolu, bizatihi yaşayarak göstermek. Bu, özellikle gayrimüslimlerle iç içe yaşayan toplumlar için yani batıda yaşayan Müslüman topluluklar için çok daha önemli. O kardeşlerimiz, gayrimüslim komşularıyla daha yakın ilişki içinde olmalı. Biz de onların kendilerini çok daha yüksek bir özgüvenle ifade etmelerine yardımcı olmalıyız.
Bütün bunların haricinde başka bir şey daha yapılıyor. Sadece medeniyetler arası çatışma değil, bir taraftan da medeniyet içi çatışma körükleniyor. Bir Şii-Sünni çatışması ve dinî azınlıklar meselesi çıkarılmak isteniyor. Bizim medeniyet havzamızdaki dinî azınlıklar tarih boyunca İslâm’ın verdiği o ahlak ve hukuk çerçevesinde varlıklarını gayet rahat bir şekilde idame ettirebilmişlerdir. Ama şimdi o emanete de dokunmak için bir takım şeyler yapılıyor. Bu, biraz daha yüksek bir özen ve dikkat gerektiriyor. Bu, artık küresel ideolojinin bir klasiği haline geldi. Bu klasik oyuna artık gelmemek gerekiyor. Biz Müslümanlar bir taraftan kendi kutsal değerlerimize hakaret edilmemesi için her türlü yola başvurmalı bir taraftan da bu tür provokatörlerin provokasyonlarına gelmemek için kendi öfkelerimize ve kitlesel öfkelerimize de hâkim olarak bu kültürel işkenceyi toplumlarımızın üzerinden nasıl hikmetle atmamız ve peygamberî bir tavırla nasıl karşılık vermemiz gerektiği üzerinde çalışmamız lazım.