Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu 29 Eylül’de, eşi Necip Hablemitoğlu’nun 18 Aralık 2002’de silahlı saldırı sonucu ölümüne ilişkin soruşturmada ifade verdi. Hablemitoğlu eşinin öldürülmese, o dönem Gülen örgütüne ilişkin davalarda tanıklık yapacağını hatırlatırken, ailenin 'FETÖ' çatı davasına müdahil olma talebi de kabul edildi. Hablemitoğlu, eşinin aynı dönemde Alman vakıflarıyla ilgili dönemin DGM’lerinde görülmeye başlanacak olan davada ve Fethullah Gülen örgütlenmesine dair dönemin DGM’lerinde başlayacak davalarda tanık olacağını hatırlatarak "Necip’in ölümünden sonra Vakıflar Yasası değiştirilerek yeni bir düzenleme yapıldı. Dolayısıyla bu cinayetin içinde herkes olabilir. Üstelik de biri diğerine ‘Ben hallettim, sen merak etme’ gibi bir şey de söylemiş olabilir. Buradaki uluslararası ya da yerel alışverişleri bizim tahayyül etmemize imkân yok" dedi.
Hablemitoğlu'nun Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'e verdiği söyleşi şöyle:
- Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmeden 4 ay önce tamamladığı ‘Köstebek’ kitabı 15 Temmuz parametreleriyle okuduğunda ta o gün kendisinin Fetullahçı örgütlenmeye dair ortaya koyduğu net tablo karşısında dehşete kapılmamak elde değil. Bir akademisyenin 15 sene önce tespit edebildiklerini devlet nasıl edemez?
Adliye, mülkiye, askeriye. Bir ekosistem geliştirdiklerini söylüyor Necip. Bu değerlendirme hiç bu şekilde yapılmıyor. Bu ekosistemin içinde bu örgütün kendi sağlık, eğitim, kültür ve teknolojisini yarattığını söylüyor. Necip bunu sosyal bilimcilerin çok iyi bildiği sosyal çevre kuramı üzerinden anlatıyor. Ama kimsenin ilgisini ve dikkatini çekmedi o zaman. ‘Bunlar organize bir suç örgütüdür’ diye ilk söyleyen kişidir Necip. Bu kitap daha yazılmadan söyleyen insandır.
- Türkiye sahte delil üretilmesi ve hukukun manipülasyonu meselesinin zirvesini Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle yaşadı. Oysa ‘Köstebek’ Telekulak Operasyonu ve Gülen hakkındaki iddianameyi hazırlayan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik kaset komplolarının da aynı sistematik içinde üretildiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Sadece hukuku manipüle etmediler, hukuku manipüle edecekleri bir sosyal yaşam manipülasyonu gerçekleştirdiler. Ekosistem dediğimiz bu zaten işte. Başkalarının yaşamlarına zarar verebilmek için de bir sistematik oluşturdular ve o sistematik de kendi ekosistemleri üzerinden yürüyor.
- Necip Hablemitoğlu o dönem emniyet içindeki Gülencilerin röntgenini çekmiş. Bugünden bakınca çok benzer bir şablonun daha sonra ordu içinde uygulandığını biliyoruz. Üç kilit noktada sistemi tutuyorlar: İstihbarat, personel ve bilgi işlem. Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve yardımcısı Osman Ak gibi Fetullahçı ekosisteme uyanan bürokratlar da bir şekilde tasfiye ediliyor.
Evet, kendi ekosistemleri dışında kalan insanlar temizleniyor ve söz konusu kurumun içine o sistem hâkim oluyor. Bir de eğitime yatırım yapıyorlar biliyorsunuz. Eğitime yatırım yapmak insana yatırım yapmaktır. Dolayısıyla kendi insan kapitalini yaratıyor; kendisi gibi düşünen, kendisi gibi davranan ve sonuçta kendisine hizmet üreten bir insan kapitali yaratıyor. Bu kadar basit. Bu ekosistemin ekonomisi bu insan gücüne dayanıyor.
- Zaten Çağdaş Eğitim Vakfı ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile yollarının kesişmesi bu insan kaynağı meselesi yüzünden değil mi?
Evet, insan kapitaline yatırım yaparken yolları kesişiyor. Laik kesim ÇEV be ÇYDD aracılığıyla yoksul ailelere, özellikle kız çocuklarına ulaşıyor ve burs veriyor. Tabii bu onlar açısından insan kapitalinden bir kaynak kaybı demek. Hedef kitle aynı: Yoksul ve başarılı çocuklar. O hedef kitlede birisi Cumhuriyet’in değerleriyle eğitime odaklanırken diğer taraf kendi ekosistemini beslemek için aynı insan kaynağına yöneliyor. Bunu tabii hiç kimse bu şekilde anlatmıyor. Özellikle mi bu yanı anlatılmıyor çözemedim!
- Ergenekon ve Balyoz’dan yargılanıp beraat eden komutanlara bir şekilde itibarları iade edildi, bugün aklına fikrine danışılan kimseler. Oysa ÇYDD Genel Başkanı iken Ergenekon davası kapsamında evine baskın düzenlenen Türkan Saylan’a yapılanlar konusunda ne hükümetten, ne de devletin herhangi bir kurumundan bir pişmanlık ya da özür ifadesi duymadık. Neden sizce?
Türkan Hoca konusunda bir intikam duygusu beslediklerini düşünüyorum. İdeolojik bir saplantı var. Aynı şeyi Necip Hablemitoğlu için de hissediyorum. Ben iktidar ya da iktidara yakın kim varsa hepsinin Hablemitoğlu cinayetine Türkan Hoca’ya yaklaştıkları gibi yaklaştıklarını düşünüyorum. Bu insanlar ‘Cumhuriyet değerleri’ dedi! Ben bu iktidarın Cumhuriyet sevdalısı olduğuna inanmıyorum. Zaten öyle bir iddiaları yok ve bunu söylemiyorlar. Evet, laik kesimle bir dertleri var bunu da biliyorum.
Ama laik kesim homojen bir grup değil ki. Benim 30 yıllık akademi geçmişimde hiçbir zaman dindar öğrencilerimle bir sorunum olmadı çünkü ben onların derslere girmesine izin vermeyen hocalardan olmadım. Bir kere bir öğrencim bana laboratuvarda abdest almak istediğini söylediğinde buna izin veremeyeceğimi, daha uygun bir yer bulması gerektiğini söyledim. Bu örnek dışında dindar bir öğrenciye ‘Çık bu derse giremezsin’ dediğimi akademi tarihi yazmaz. Aynı şey Necip için de geçerlidir.
- ‘Köstebek’in sonsözünde Necip Hablemitoğlu şöyle yazmış: “Sizler bu satırları okuduğunuzda eminim ki hakkımda bugüne kadar açılmış yüz milyarlarca liralık tazminat davalarına yenileri eklenecektir. Tehditler ve hakaretler hız kesmeyecek. Büyük bir ihtimalle hakkımda suç duyurusu yapılacak, dava açılacak. Bunlara değer mi diyorsanız Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer diyorum.” Ölüme götüren bu duruş mu kendisini sizce?
Necip öldürüldükten bir süre sonra Necip’in eşyalarını teslim almak için Adli Tıp’a gittik. Eşimin arabasında çok eski, babasının çocukken verdiği bir Enam-ı Şerif çıktı. Lime lime olmuş artık, ama onu hep taşırdı. Soruşturmayı yürüten polislerden biri onu bana verirken ne dedi biliyor musunuz? ‘Bu da hocanın arabasından çıktı, bize hocayı hiç böyle anlatmamışlardı!’ Ben böyle şeyler duyunca öfkeleniyorum işte. Kim ve ne yerine koyabiliyor bu insanlar kendilerini ki bizim gibi insanları tek bir etiketin altında kategorize edip ‘Laikler de şöyledir işte’ deme hakkını kendilerinde görüyorlar? Böyle bir şeye hakları yok, o yüzden de yaptıklarına saygı duymuyorum. Benim için insan hakkı olan, onlar için kul hakkı olan şeyi gözetmiyorlarsa saygı duymam.
- 14 yıl sonra başlayan dava sürecinde Hablemitoğlu suikastının üzerine gidilmemesinde ihmali ya da sorumluluğu olan siyasetçi ve bürokratların sorgulanmasını istiyor musunuz?
Necip’in öldürülmesi sırasında ve sonrasında görev yapan bütün polislerin ve diğer yetkililerin listesi var. Kimler o tarihlerde ve sonrasında görev yaptıysa belli. Muhalefet partisinin soru önergesi verdiği dönemleri ve verilen yanıtları da kastediyorum. Bunun içinde Beşir Atalay var, Abdülkadir Aksu var, var da var. O dönemlerdeki en yüksek mülki amirleri düşünelim. Ben sadece ve sadece soruşturmada savcıya süreçte karşılaştıklarını söylemekle yükümlüyüm. Bunun dışında mülki idari yapıyla ilgili sorgulamayı ben yapamam. Bunu dile getirmem bile mümkün değil. Belki başka türlü bir iklimde olsaydık sorardım ama bu iklimde soramam.
- OHAL’in yarattığı iklimden mi bahsediyorsunuz?
Bence biz uzun süredir OHAL’deyiz. Bu hal uzun süredir OHAL. En azından benim için Necip’in öldürülmesiyle başlamış bir OHAL var. Aile yaşamım, mesleki yaşamım ve sokağa çıkmam da dahil buna. Buradan ne söylemeye çalıştığımı anlamışsınızdır!
Henüz katili ortaya konmamış, azmettiricileri ortaya çıkarılmamış. Üstelik de yıllarca birlikte çalışılmış bir kadroyla bu işin üzerine gitmeye çalışan bir hükümete ben diyeceğim ki İçişleri bakanlarını da sorgula, onlar da sorumlu. Ben bunu söyleyemem çünkü o zaman ben suçlanacağım. Bugün bana sosyal medyadan saldıran saldırana zaten. Başka türlü bir saldırıyla karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilmiyorum.
- Hablemitoğlu gibi siyasi bir cinayet olan Hrant Dink davasında AK Parti-Gülen kavgası patlak vermeden ismi belli olan sorumlular ne sorgulanmış ne de açığa alınmıştı. İki davanın benzerlik gösteren yanları var mı?
Orada bir fail fotoğrafı var elde, bizde hiçbir şey yok. Biz şu anda faili bilmiyoruz, görüntü de yok. Hrant Dink suikastında görsel birtakım deliller var. Kötü olan şu: Bir geçiş sürecinde işlenmiş bir cinayet bu. 3 Kasım 2002 seçimleri oluyor, 18 Aralık 2002’de Necip öldürülüyor. Çok daha ilginç bir tarihi çakışma var. 26 Aralık tarihinde Alman vakıflarıyla ilgili dönemin DGM’lerinde görülmeye başlanacak olan davada Necip tanık sıfatıyla müdahil olacaktı. Yine aynı süreçte, Fetullah Gülen örgütlenmesine dair dönemin DGM’lerinde başlayacak davalarda da Necip tanıklık yapacaktı. Nuh Mete Yüksel bunu açıkladı: “Ben zaten iddianamenin önemli bölümünü Necip Bey’in çalışmalarına dayanarak oluşturdum. Kamu kurumlarında hazırlanmış raporlarla birleştirdim” dedi. Bu tarihi çakışmaların dikkate alınması gerekiyor.
- Necip Bey’in çalışmaları kadar bu tarih çakışmaları da sizin gözünüzde hem Alman vakıflarını hem de Fetullah Gülen teşkilatını şüpheli hale mi getiriyor o halde?
Bu taraf ya da o taraf diyemiyorum ben. Belki başka bir şeydir. Basının birtakım spekülatif yönlendirmelerinin de olduğunu söyleyebilirim. O dönemde konuşan birtakım kanaat önderleri ve adının yanında ‘uzman’ yazan insanlar farklı yorumlarda bulundular! Ama ben şöyle yorumluyorum: Bir akademisyen, ağırlıklı olarak dış Türkler çalışıyor, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu şeriatçı terör tehlikesi ve cemaatler üzerinde çalışıyor. Yabancı STK ve vakıfların o dönemde Türkiye’de herhangi bir yasal düzenlemeye tabi olmadıklarını ortaya koymuştu. Necip’in ölümünden sonra Vakıflar Yasası değiştirilerek yeni bir düzenleme yapıldı. Dolayısıyla bu cinayetin içinde herkes olabilir. Üstelik de biri diğerine ‘Ben hallettim, sen merak etme’ gibi bir şey de söylemiş olabilir. Buradaki uluslararası ya da yerel alışverişleri bizim tahayyül etmemize imkân yok.
- Yerel taşeron derken Fetullah Gülen’i mi kastediyorsunuz?
Bizim iddianame 15 Temmuz’dan önce hazırlanmaya başlanmış. İçinde Hablemitoğlu suikastının karartıldığına, görevlilerin sorumluluklarını yerine getirmediklerine dair birtakım bilgiler var. Böyle olunca biz FETÖ/PDY çatı davasına müdahil olmak istedik. 22 Temmuz’da dava kabul edildi, biz de dilekçemizi 25 Temmuz’da verdik. Müdahilliğimiz kabul edildi. Ama şu an benim görüştüğüm Savcı Cem İşçimen bu davayla ilgili 1.5 yıla yakındır çalışıyor. Çatı davadan sonra ne olur onu bilemiyorum.
- Eski emniyet müdürlerinden Hanefi Avcı iki yıldır ‘Hablemitoğlu’nu Cemaat öldürmüş olabilir’ şeklinde demeçler veriyor. Sizinle temasa geçti mi Hanefi Avcı ve benzeri isimler?
Hayır. Zaten isteseler de görüşmem. Asla görüşmem öyle emniyetçiyle falan. Güven duymuyorum ki. Benim güvenim o akşam sarsıldı, bir daha toparlamaya imkân yok.
- Yeni dava sürecinde ‘Fail şu, arkasında şunlar vardı’ şeklinde net bir tablo ortaya çıkarılsa bile devlete güveniniz oluşmaz mı?
Oluşur tabii ki. Zaten Savcı Necip Cem İşçimen ile yaptığımız görüşmeden sonra o akşam sırtımdaki yükün yarısını boşaltmış gibi hissettim. Çünkü bundan önce hep şöyle şeyler yaşadım. Olayın yaşandığı gece sabaha kadar emniyette kaldım. Bir başka sefer 12 saat dinlediler. Emniyete çok sık gidip geldim. Bilmiyorum diğer olaylarda eşler benim kadar sık emniyete gidip geldi mi? O açıdan da çok kızgınım. Bu cinayet bugün olsaydı gitmezdim ‘Ne işiniz var, def olun gidin’ derdim. Bu kadar da amiyane söylüyorum.
- Yasınıza saygı duyulmadı anlamında mı söylüyorsunuz bunları?
Hiç kimse duymadı. O anın sıcaklığıyla bir yandan aklınızın bir yanı ‘Aman Şengül yardımcı ol, yol alınsın’ diyor. Bir yanınız da ‘Bunlara mı anlatıyorum ben’ diyor. Ciddiye almadan dinliyorlar, yargılayan bakışlarla. Duvara konuşuyormuşum gibi hissettiğim geceler oldu. 13 saat kaldığım akşam Ankara Emniyet Müdürü ve diğer görevliler vardı. Sonra sabah sekize doğru beni bir teşhis odasına indirdiler. Karşıma 4-5 kişi çıkardılar. Olay günü aracımın karlarını temizlerken birkaç şüpheli kişi gördüğümü anlatmıştım. ‘Bakın bakalım gördüklerinizden biri bunların arasında mı?’ dediler. Ben o an bağırmaya başladım çünkü karşıma dizdiklerinden ikisi biz daha önce konuşurken çay, meyve getiren kişilerdi. ‘Siz benimle alay mı ediyorsunuz’ dedim. Teknik bir yöntem olduğunu söylediler! O dönemin emniyet müdürünün tavrı da hiç hoş değildi.
- Kimdi o emniyet müdürü ve ne yaptı?
Ercüment Yılmaz. Beni o zaman Başbakan olan Abdullah Gül ile görüştürdü. Gittim. Ben içerideyken Ercüment Yılmaz’ın da içeri alınması gündeme geldi. Girdi içeri bana Abdullah Gül’ün yanında ‘Eşinizin başka çalışma mekânı var mıydı?’ gibi absürd sorular sordu. Dedim ki ‘Ercüment Bey bir haftadır bir sizinle birlikte uyumadığımız kaldı. O kadar zaman geçirdik, bunu bana sormanız için Başbakan’a gelmemize gerek yoktu’. Böyle trajikomik bir şey vardı karşımda. Çok sarsıcıydı benim için. Bütün o dönemdeki duygularımı tarif etmek için bir kelime icat etmem lazım. Bana yönelik bir nemelazımcılık, değersizleştirme... Bütün bunları hissettim. Öldürülerek ölmüş birinin geride bıraktıklarının hislerini asla anlayamaz kimse.
- Necip Hablemitoğlu suikastı özelinde devlet kurumlarında bir ideolojik körlük dönemi yaşandığını mı düşünüyorsunuz?
İdeolojik körlük de diyebiliriz, cehalet körlüğü de diyebiliriz. Çünkü bu kadrolarla bu kadar yakın temas içinde olunmasının en önemli nedeni bu cehalet körlüğü. Yeterli bilgi ve donanımı olan insanlarla hükümet edilmedi bu ülkeye. Çok daha bilgili, uzmanlaşmış insanlarla çalışabilirlerdi. O ideolojik körlüğün dışına çıkabilselerdi o zaman saygı duyardım.
- Hayata Necip Hablemitoğlu gibi Atatürk ilkeleri ve laiklik kavramı üzerinden bakan bir akademisyen ‘Gülen Cemaati bir suç örgütüdür ve sistematiği şudur’ şeklinde ciddi bir çalışma ortaya koyuyor. Eğer mesele Türkiye’yi arındırmaksa ve kurumların sağlıklı işleyişini sağlamaksa bu uyarıları yapan kişinin Atatürkçü mü muhafazakâr mı olduğunun ne önemi var?
Öteki buldukları insanların sözleri ya da bilgisi değer taşımıyor. Bu çok kötü bir şey.
Son bir haftadır bir de şunu duyuyorum: FETÖ’nün asıl müsebbibi laik kesimdir. Bu, kahkaha atmama neden oluyor. Katı laiklerle, sosyal barışı ve sosyal demokrasiyi önemseyen insanları aynı kefeye koyup ‘Bunu siz yaptınız’ derseniz yine samimiyeti kaybetmiş oluyorsunuz. O zaman bu yine fırsatçılığa evrilmiş oluyor. Madem bir şeyin üstünü kapattın, oradan barışa doğru yönelmek zorundasın. Toplumsal barışı her sabote edeceğimiz adım bize bumerang olarak başka sorunlarla dönecek. Tekrar eski retoriğinle geliyorsan benim önüme ben buradaki samimiyeti sorgularım.
- Türkiye toplumsal olarak 15 Temmuz’da yaşadığı travmayla yüzleşip kayıplarının yasını gerçek manada tutabildi mi?
Yüzleşemedik bununla. Ölenleri şehit olarak tanımlamak olayı kabul edilebilir hale getiriyor. Mesela ben hiçbir zaman eşime şehit demedim, demem. Devlet de demesin aman! Şehit değil, katledildi. Siz istediğiniz kadar o insanları yüceltin, bir yere koyun. Kayıp yaşayanların şurasındaki acıyı asla dindirmediği gibi bazen daha da kanırtabilir. Bakın şu örneği hatırlayın. 15 Temmuz gecesi ölenlerden biri Yeni Şafak foto muhabiri Mustafa Canbaz’dı. Sonra ailesini Beştepe’de saraya çağırdılar. Eşinin orada yaşadığı travmayı hatırlayan var mı acaba? Orada o gecenin görüntüleri izlettirilince sesleri duyunca aile orayı terk etmek zorunda kaldı. Bu patolojiye dönüşüyor. Siz bu söylemlerle o patolojiyi besliyorsunuz. 15 Temmuz gecesi camilerden sala okunmasını eleştirenlere tepki gösterdiler. Benim her duyduğumda tüylerim diken diken oldu. Sadece ölümü çağrıştıran bir şey bu. Tabii aradan zaman geçmiş, bir de laik biriyim ya bu hükümete de oy vermedim ya bunları söylemenin hiçbir değeri olmadığını biliyorum.
- Bunları söylerken hiç tedirgin olmuyor musunuz? 14 senedir beklediğiniz bir dava yeni açılıyor. Siyaseten ve yaşam tarzı olarak nerede duyduğumu hatırlatırsam acaba Hablemitoğlu suikastıyla ilgili mahkeme süreci akamete uğrar mı diye kaygınız yok mu?
Bugüne kadar böyle bir korkum hiç olmadı. Bakın Zekeriya Öz Ergenekon sürecinde bir gazete muhabiriyle bana ‘Bu davaya müdahil olsunlar’ diye haber gönderdi. Korksaydım onu ‘Rüyasında bile göremez’ diye reddeder miydim? Ben güven duymadım orada yapılanlara.
Bu adam benim kocamdı, sevgilimdi, arkadaşımdı, zaman zaman babam ya da oğlum. Ama ben onu hayatımda bir yere koydum. Onunla ilgili bu süreci kariyerim olarak görüyorum. Bu kariyerim orada duruyor. Laik biri olarak toplumsal hayata dair gözlemlerimi ise bir akademisyen olarak paylaşıyorum. Bir profesörüm, yıllarımı verdiğim bir yas çalışması var, yıllarımı verdiğim öğrenci iletişimim var. Onlara bu ülkede sosyal hizmetin nasıl olduğunu ve olması gerektiğini anlatıyorum. Ben bunları ayırt edebiliyorum. Ben dava süreciyle kendi akademik duruşumu ayırt edebiliyorum, devlet de ayırt edebilsin. Devletin ideolojisi olmaz. Devletin tek ideolojisi bütün vatandaşlarına eşit bir biçimde yaklaşmak olmalıdır. Belki çok ütopik bir şey söylüyorum.
Ben ‘Köstebek’te yazılanların önemini ve bu adamların nasıl çalıştığını biliyordum. Cinayetin ardından inanın şoktayım, ne yaptığımı bilmiyorum. Çocukluk ve üniversite arkadaşlarım koşarak geldi. Necip’in 4-5 metrekarelik çalışma odasının kapısının kilidi bozuk onu hatırladım ve kapıyı bağladım. Tabii bunları şuursuzca, mekanik olarak yapıyorum o an. Arkadaşlarıma dedim ki ‘Bu odaya kimseyi sokmayacaksınız’. Onlardan biri taburenin üstünde kapının önünde oturuyor. Ben emniyete götürüldükten yarım saat sonra iki kişi geliyor ve şöyle diyorlar: ‘Biz MİT’ten geliyoruz, hocanın odasına bakacağız’. Bizimkiler ‘Asla’ diyorlar ve kapının önünde etten duvar oluyorlar. Biz daha sonra odadan incelemeye götürülecek şeyleri bir tutanakla dökümünü yaparak verdik ve yine tutanakla geri aldık. Sadece kitap özelinde konuşuyorsak onun basılabilmesinin şöyle bir garantisi daha vardı. Tarihi atıp noktayı koyduğunda e-posta ile bütün yakın arkadaşlarına, gazete arkadaşlarına yolladı. Benim yanımda yaptı bunu. Kitap zaten basılmadan dağılmıştı.
Sahte belge ve bilgi üretiminden Necip de nasibini fazlasıyla almış bir isimdir. Cemaat gazetelerinden biri bir gün Anadolu Ajansı mahreçli bir haber yayınladı Necip hakkında. Necip’in Ankara Bahçelievler civarında bir PKK hücre evinde gözaltına alındığına dair bir haberdi. Necip o gazeteye dava açtı çünkü avukatı Anadolu Ajansı’na sizden böyle bir haber çıktı mı diye sordu, hayır cevabını alınca Necip dönemin Ankara Emniyet Müdürü’ne gitti ve ‘Böyle bir haber nasıl yapılabilir’ diye sordu. Adam ‘Sizin bizde böyle bir kaydınız yok’ dedi. Biz o tazminatı davasını kazandık.