Kamunun borcunun iki, özelin borcunun ise yedi kat arttığına dikkat çeken Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, ekonomi için bir dizi riskin yanı sıra, geçilmeyen köprü, muayene olunmayan hastane için kaynak aktarılan mekanizmadan, geleceğinden endişe ettiğini belirtti. Son açıklanan rakamlara göre Türkiye’nin dış borçlarının 432.3 milyar dolara ulaştığını söyleyen Kozanoğlu, şimdiye kadar yaşanan ekonomik krizlerle özel sektörün dış borç yükümlülüklerinin kamunun üstlenmesiyle sonuçlandığını belirterek, "Son tahlilde faturayı ödeyen de hep vergi mükellefi sade yurttaş olmuştur" dedi.
Prof. Kozanoğlu doların artış sebebini ise şöyle açıkladı:
"Türkiye özelinde, dış borçların yüksek düzeyi, özellikle reel sektörün 300 milyar doları aşan borç yükü, ekonomi politikasının Saray’ın ufkuyla sınırlı bir vizyona sahip olduğu algılaması, her gün hiçbir ekonomi öğretisine sığmayan açıklamaların ekonomi ile ilgili bakanların ağzına sakız olması, ülkenin stratejik ve jeopolitik risklerinin sürekli yalpalayan dış politika nedeniyle artması, bu güvensizlik ortamının yerleşikleri de döviz tevdiat hesaplarına yönelmeye teşvik etmesi gibi etmenler, doların 4 TL’ye dayanmasının temel nedenleri olarak sıralanabilir."
Prof. Dr. Hayri KozanoğluKozanoğlu’nun Cumhuriyet'ten Olcay Büyüktaş'ın sorularına karşılık yaptığı açıklamalar şöyle:
Şirketler de, özellikle kur kaynaklı girdi maliyetlerinin artması sonucu, fiyatları yukarı çekme eğilimine girecekler. Talebin, azalan satın alma gücü nedeniyle yeterince artmaması, muhtemelen maliyetleri tümüyle fiyatlara yansıtamamalarını getirecek. Deneyimlerimizden bildiğimiz gibi, bu bahanelerle ücretleri reel olarak düşürmeye çalışacaklar. Bu tablo ise, “stagflasyon” diye adlandırılan, durgunluk içerisinde enflasyona davetiye çıkarır ne yazık ki...
Manşet işsizlik oranı evet iki haneli yüzde 10.6 ama, hâlâ tarım istihdamı yüzde 20’lerde seyreden bir ülkeyi, tarımda çalışanların oranının yüzde 1-2 olduğu gelişmiş ülkelerle karşılaştırmak için, en son yüzde 12.8 olan tarım dışı işsizlik oranına bakmak daha anlamlı görünüyor. Genç nüfustaki işsizliğin yüzde 20.6 olması, işgücüne yeni katılan genç nesillere iş kapıları açamamamız gibi daha vahim bir duruma işaret ediyor. AKP’nin sözcüleri ne zaman Avrupa ile bir sorun yaşansa, AB’nin çöken ekonomisinden dem vururlar. Bu teşhis kısmen doğruluk payı içerse de, en son rakamlar Avro bölgesi işsizliğinin yüzde 9.1’e gerilediğine işaret ediyor. Aslında bu istatistik de yanıltıcı olabilir; çünkü AB’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 50, ortalama yüzde 56.5; yüzde 9 civarı işsizliği göz önüne alınca çalışma yaşındaki her 100 kişinin 51’inin istihdam edilebilmesi gibi parlak olmayan bir sonuç çıkıyor. Gelgelelim, Türkiye’de erkeklerin yüzde 71’inin işgücü piyasasına çıkmasına karşın (AB’nin 10 puan üzeri bir oran), kadınlarda yüzde 30 civarında. Dolayısıyla her 100 kişinin 50’sinin emek piyasasına katılması, bunların ancak 44’ünün iş bulması gibi çarpık, AB’nin de gerisinde bir performans ortaya çıkıyor.
Diğer önemli bir istatistik ise, “ne bir işe sahip olan, ne de eğitim süreçlerinde bulunanların” oranını veriyor. Bu istatistik, bir bakıma bir ülkenin geleceğinin aynası.
OECD’de yüzde 14.5 oranı yetkilileri kaygılandırırken, Türkiye’de oran yüzde 30 civarında. Çünkü bir işi bulunmayan, becerisini geliştirme şansı da bulamayanların, emek piyasasından kalıcı dışlanma tehlikesi var.
Ayrıca bu gençlerin ebeveynleri de işsizse ciddi bir yoksulluk tehlikesi baş gösteriyor. Ayrıca, Türkiye özelinde, dış borçların yüksek düzeyi, özellikle reel sektörün 300 milyar doları aşan borç yükü, ekonomi politikasının Saray’ın ufkuyla sınırlı bir vizyona sahip olduğu algılaması, her gün hiçbir ekonomi öğretisine sığmayan açıklamaların ekonomi ile ilgili bakanların ağzına sakız olması, ülkenin stratejik ve jeopolitik risklerinin sürekli yalpalayan dış politika nedeniyle artması, bu güvensizlik ortamının yerleşikleri de döviz tevdiat hesaplarına yönelmeye teşvik etmesi gibi etmenler, doların 4 TL’ye dayanmasının temel nedenleri olarak sıralanabilir.
Son açıklanan rakamlara göre Türkiye’nin dış borçları 432.3 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu, GSYH’nin yüzde 51.8’ine denk geliyor ki, 2002’den beri yüzde 50’lik psikolojik sınır ilk kez aşılmış oluyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana, kamunun dış borcu kabataslak 2 kat artarken, özel sektörün dış borç stoku 43 milyar dolardan 302 milyar dolara yükselip 7 kat sıçradı. Ama hatırlanırsa 1994, 1999, 2001, daha önce 1979’da yaşanan ekonomik krizler hep özel sektörün dış borç yükümlülüklerini, kamunun üstlenmesiyle sonuçlanmıştı.
Son tahlilde faturayı ödeyen de hep vergi mükellefi sade yurttaş olmuştu. Uluslararası sermayenin mutemet adamı Kemal Derviş’in, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın belkemiğini yabancı bankaların alacaklarını eksiksiz tahsili oluşturuyordu. Doğrusu bu kez de bende böyle bir endişe söz konusu.
Türkiye ekonomisi tartışılırken çok dile getirilen rakamlardan birisi de, reel sektörün 212 milyar dolar döviz açığı. Türkiye’nin önümüzdeki 1 yılda ödemesi gereken 170 milyar dolar dış borcu, muhtemelen yıl sonunu 40 milyar doların üzerinde kapatacak cari açığı bulunuyor. Bu da önümüzdeki yıl 210 milyar dolar taze döviz kaynağına ihtiyaç duyulması anlamına geliyor. 2017’nin 9 ayında gerçekleşen 31.1 milyar dolar cari açığın, 23.5 milyar doları portföy yatırımlarından finanse edilirken, sadece 2.5 milyar dolar taze kredi sağlanabildi. Bunun diğer anlamı, cari açığın yüzde 75’inin “sıcak para” denilen, yani borsaya, devlet iç borçlanma senetlerine ve repoya gelen ve anında ülkeyi terk etme eğilimine girebilecek kaynaklardan sağlanmış olması.
Türkiye’ye ilişkin kredi limitlerinin daraltıldığı yolundaki haberler, önümüzdeki dönemde cari açığın baş ağrıtacağını gösteriyor.
Bu olan bitene çözüm önerisi olarak; ülkenin “demokrasi, insan hakları, gösteri ve toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler” benzeri konularda yol almadan, ekonomiyi düzlüğe çıkaracak teknik politika önerileri yapmanın bir sonuç getireceğini de, anlam taşıyacağını da düşünmüyorum. Ancak sade yurttaşlara; enflasyonun şaha kalktığı dönemde “enflasyon+büyümenin” gerisinde ücret artışlarına karşı direnin; işsizlik sigortası fonunda biriken 110 milyar TL’nizin başka amaçlar doğrultusunda kullanılmasına izin vermeyin; emekçinin hakkına sahip çıkmak yerine, Saray propagandasına alet olan yandaş sendikalara prim vermeyin; liyakata dayanmayan tüm atamaları teşhir edin; sakın ha dövizle borçlanmayın ; en son Man Adası skandalındaki gibi yolsuzluk ve rüşvet vakalarına karşı tepki göstermekten yılmayın; önümüzdeki önce yerel, sonra genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkenin bu karanlıktan kurtulması için sorumluluk üstlenin gibi bazı pratik önerilerde bulunabilirim.
Artık kimse Merkez Bankası’na inanmıyor. Buna Cumhurbaşkanı da dahil ama “beni dinlemiyorsunuz, faizleri indirseniz böyle olmaz” iddiasında. Sadece piyasa aktörlerinin değil ekonomiden sorumlu bakanların ve Merkez Bankası yönetiminin de bu iddiaya katılmadıkları belli. Ama Merkez üzerindeki baskı nedeniyle gereken faiz artırımına da gidemiyor. Son PPK toplantısında “ne şiş yansın ne kebap” tadında fonlama faizinde 0.5 puanlık artış yaptılar. Yatırımcılar 1 puan artış bekliyordu. Bu koşullarda enflasyonda sert ve kalıcı bir düşüş beklenmiyor. Önümüzdeki iki ay baz etksiyle bir gerileme olacak ama sonra ne olacağı beli değil. Çift haneli enflasyon iyice katılaştı. Banka faizleri yüksek düzeylerini uzun süre koruyacak. Yüksek faizler ve belirsizlik tüketici ve yatırımcı davranışlarını olumsuz etkilemeye devam edecek. Son aylarda gerek tüketici güveninde gerek reel kesim güvenindeki sürekli düşüşler bu yüksek enflasyon-yüksek faiz ortamının bir yansıması olarak değerlendirilmeli. Faiz politikası hususunda bu kadar tezat varken ne kur ne de fiyat istikrarı sağlanır.
Bir ekonomi, dizginsiz sermaye akımlarına düzenlemeler getirebilir, “sıcak paraya” yönelik vergi ve stopajları artırabilir, o takdirde benim gibi kamucu iktisatçılardan da destek alabilir. Ama sizin Cumhurbaşkanınız Avrupa Parlamentosu Başkanı’na “Ben senin ne fırıldak olduğunu bilmez miyim?” diye amiyane ifadelerle hitap ediyorsa; yine Türkiye’de en büyük doğrudan sermaye yatırımcısı Hollandalıların “karakterine, cibilliyetine” saydırıyorsa, bu külhani üslup kendi dinci ve şoven kitlesini tatmin etmek dışında hiçbir yarar sağlamaz, aksine bugün gözlemlediğimiz gibi ekonomiyi olumsuz etkiler. Bir ülke politik ve jeostratejik ittifaklarını da gözden geçirebilir; ne var ki, evvelki yıl Çin’le füze anlaşması imzalar sonra bunu NATO telkinleriyle iptal ederseniz; şimdi Rusya’dan S-400 füzesavar sistemi alacağınızı ilan eder, ama ekonominin geleceği AB’ye yapılacak ihracata bağlı kalmaya devam ederse, bütün üretim standartlarınızı, lisansları, tedarik zinciri diye tabir edilen çok uluslu şirketlerin üretim ağlarını AB çıpasıyla şekillendirirseniz, “sıcak paranın” kaynağı büyük ölçüde Batı’ysa “altı kaval, üstü şeşhane” bir ekonomi-politik anlayışla yol alamazsınız; Pakistan-Kuveyt-Mısır ile birlikte “kırılgan beşli” üyeliğinden kurtulamazsınız.
Hayri Kozanoğlu kimdir?
Altınbaş Üniversitesi öğretim üyesi. Prof. Dr. Mustafa Hayri Kozanoğlu’nun BirGün gazetesinde düzenli yazıları yayımlanıyor. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak girdi; yüksek lisans ve doktorasını işletme finansmanı konusunda yaptı. Bir ara Eximbank’ta görev aldıktan sonra, 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’ne girmiştir. Bir dönem ÖDP başkanlığını yaptı. Evli ve iki çocuk babası. Aralarında Küresel Krizin Anatomisi, Neoliberalizmin Gerçek 100’ü, Küreselleşme Heyulası’nın bulunduğu birçok kitabın yazarı.