Prof. Dr. İlber Oratylı, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) Suriye'nin Kuzeybatısında bulunan Afrin'e yönelik başalttığı Zeytin Dalı Harekâtı, 9'uncu gününe girerken, YPG'nin temsil ettiği kuvvetin bölgenin tarihi coğrafyasında yeri olmadığını yazdı. "Ortadoğu’daki Gertrude Bell çizgilerinin yaşaması mümkün değil" diyen Ortaylı, "En büyük sorun PKK-YPG’nin Akdeniz’e doğru yayılma isteği. Böyle bir yayılma gelecekteki Ortadoğu’yu daha da çok karıştıracak" ifadesini kullandı.
"Afrin ve Menbiç bir arada kontrol altında tutulursa YPG’nin etkisi azalacak. ABD ise temelde DEAŞ korkusuna rağmen tezini çok abarttığı için ters bir konuma düşüyor" sözlerini sarf eden Ortaylı, ABD'nin YPG güçlerinin bölgede varlık göstermesini istemesinin sebebini, "Amerika’nın mantığı masa başı tasarımına dayanıyor" diyerek belirtti.
Prof. Dr. İlber Oratylı'nın Hürriyet'te yayımlanan, "YPG'ye yer yok" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Dış politikada bazen doğru sandığınız notayı seçmek virtüöz olmanıza yetmez. Abartıya veya hafife kaçarsanız yanlışı bulursunuz. Türkiye’nin ve hatta Suriye’nin çekindiği bir unsurun, yani YPG’nin temsil ettiği kuvvetin bölgenin içinde, buranın tarihi coğrafyasında yeri yok. Bunu isteyenler sadece Amerika ve belki bölgenin çok renkli olmasından hoşlanacak İsrail. İsrail’in talebinde kendince bir mantık var, Amerika’nın mantığı ise sadece masa başı tasarımına dayanıyor.
Suriye sorunu çıktığı vakit yoğunlaşmamız gereken başlıca nokta Hatay sınırındaki Halep Türkmenleri dediğimiz büyük gruptu. Adlarını bile doğru dürüst telaffuz etmediğimiz, garip coğrafi mahal ve köy adlarıyla isimlendirdiğimiz bu grup maalesef ilgimizin dışında kaldı. Hatta o zamanki Dışişleri’nde hâkim bir grubun ve onların çevresinden “Türkmenlerin Şii olduğu, dolayısıyla Esad’ın Nusayri hükümetine yakın oldukları” gibi hafif suçlama ve saçmalama sesleri de duyulduydu. Suriye kıyıları, Hatay’ın güneyi ve Lazkiye arasındaki bölgenin Nusayrileriyle, Şii mezhebin yakınlığını tartışanların bilgisizliği bir yana dış politikada bu gibi yanlışları ortak hale getirmenin vahameti çok açıktı.
Şu anda durum ortada: Suriye Türkmenleri Rusya’nın nüfuz bölgesinin bitişiğinde. Özgür Suriye Ordusu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolündeki bölge YPG’lilerden temizlenmiş. En azından etkileri azaltılmış durumda. Sınırın içerisindeki El-Bab son operasyonlarda ele geçirildi. Afrin ve Menbiç bir arada kontrol altında tutulursa YPG’nin etkisi azalacak. ABD ise temelde DEAŞ korkusuna rağmen tezini çok abarttığı için ters bir konuma düşüyor. Dış politikada bazen doğru sandığınız notayı seçmek virtüöz olmanıza yetmez. Abartıya veya hafife kaçarsanız yanlışı bulursunuz. Türkiye’nin ve hatta Suriye’nin çekindiği bir unsurun, yani YPG’nin temsil ettiği kuvvetin bölgenin içinde, buranın tarihi coğrafyasında yeri yok. Bunu isteyenler sadece Amerika ve belki bölgenin çok renkli olmasından hoşlanacak İsrail. İsrail’in talebinde kendince bir mantık var, Amerika’nın mantığı ise sadece masa başı tasarımına dayanıyor.
Çok yakın zamana kadar Ortadoğu aslında öyle tekrarlandığının aksine çok karışık bir kıta değildi. Osmanlı Suriyesi’nin adı Suriye değildi. Çünkü tarihte Suriye diye bir coğrafi bir birlik ve kimlik yoktur. Aynı şey Irak için de geçerlidir. Irak ve Suriye, Sir Mark Sykes’in temsil ettiği Britanya ve Georges-Picot Fransası’nın çizdiği çıkar bölgeleriydi (Sykes-Picot Anlaşması). Çölün üstünde cetvelle hat çizmek suni bir dünya yaratmaya çalışmaktır. Suni bir siyasal birlik kolonyalizmin çıktığı hiçbir yerde kolay yaratılmadı. Hindistan alt kıtasında milyonlarca insan birbirini karşılıklı olarak kesti, Pakistan ve Hindistan ortaya çıktı, derken Batı Pakistan ve Doğu Pakistan da birbiriyle çatışarak ayrıldı. Dünyanın en büyük demokrasisi denen Hindistan’da ise sistem yürüyor ama huzur o kadar kolay sağlanmıyor. Afrika’daki çizimler gerçeğe uymuyor, Ortadoğu’daki Gertrude Bell çizgilerinin de yaşaması mümkün değil. En büyük sorun PKK-YPG’nin Akdeniz’e doğru yayılma isteği. Böyle bir yayılma gelecekteki Ortadoğu’yu daha da çok karıştıracak.
Mazideki Suriye Halep ve Şam eyaletlerinden oluşuyordu. Tarihi büyük Suriye veya Bilad-ı Şam denen bölge Lübnan’ı da içeriyordu. Osmanlı döneminde Lübnan, bugünkü Lübnan’ın dağlık kesimi olan temelde Dürziler ve Marunilerin birlikte yaşadığı Cebel-i Lübnan ve her çeşit Hıristiyan ve Müslüman’ın bulunduğu Beyrut vilayetiydi. Beyrut vilayeti, bugünkü İsrail’in Hayfa’sını da içerirdi. Siyonist göç başlamıştı ama henüz hiçbir siyasi sağlamlaşma başarısı yoktu. 1918’ten ve bilhassa Hitler’in Avrupa’da yarattığı dehşetten sonra Yahudiler buraya sığınmaya başlayınca dengeler değişti. Ortadoğu bu sarsıntının tesirinden kurtulmak için başka bir şoku arıyor.
Daha doğrusu Ortadoğuluların dışındaki dünya böyle bir şok yaratma çabasında. PKK-YPG yayılması ne o halka ne Ortadoğu’nun yerlilerine hayır sağlamaz. Ortadoğu’ya bir huzur ve denge sağlaması da mümkün görünmüyor. ABD bugüne kadarki kararsız denge politikasından şiddetle uzaklaşıyor. Bir bakıma Rusya’nın Suriye’ye girip yerleşmesi doğan boşluğu doldurmak oluyor. ABD politikasını takip edenlerin baş endişesi İran-Rusya-Türkiye ittifakı. Türkiye’nin 70 yılda kurduğu daha doğrusu dahil olduğu ittifak sistemi içinde yer almasını burnundan getirmeye çalışanlar doğacak gelişmeler karşısında daha çok bedel ödeyecekler. El verir ki o bedeli en ağır ödeyenlerarasında biz olmayalım.
MISIR Hidivliği kelime olarak Viceroy (Kral Naibliği) gibi bir unvandır. Kırım hanları ve Osmanlı sadrazamı için kullanılırdı. Erzincan’ın İliç kasabasından çıkan bir ailenin Konya üzerinden Rumeli’ye, oradan Kavala’ya uzanan ve Mısır’da noktalanan tarihi macerası sonunda ortaya çıktı. Mehmed Ali Paşa 19. asrın dünyasında zekâsı ve tecrübesi ile çıkan pek mektep görmemiş bir validir. Ama modern Mısır onun eseridir. İşin daha ilginci II. Mahmud’un vakıflardan matbuata, ulaştırma sistemine kadar uzanan birtakım reformları Mısır’ı izleyerek ortaya çıkmıştır. Hidivler Hanedanı’nın yapısı ve veraset sistemi Osmanlı ülkesine benzer. Ta 1914’te savaş bitip İngiltere, Mısır’a tamamen el koyana kadar da sanıldığının aksine İstanbul’un Mısır üzerinde nüfuz ve kontrolü vardı. Hidivler Osmanlı monarşisi yıkıldıktan sonra son padişah Vahideddin’in ve son halife Abdülmecid’in torunları olan üç prensesi gelin aldılar ve Osmanlı hanedanı ile o zaman akraba oldular. Sabancı Müzesi’nin binası Hidiv ailesinin İstanbul’daki kalabalık sayıda inşa ettirdiği köşklerden birinde yer alıyor. O nedenle de müze bu yıl bir Hidivler programı başlattı. Önce bu ailenin tarihi üzerine konferans yapıldı.
Ardından İstanbul’da Hidivlere ait eserler tanıtılacak. Fevkalade mühimdir. Mısır’ın zenginliklerini elinde tutan bu hanedanın İstanbul’da bıraktığı eserler ve konakların Osmanlı sadrazamlarında dahi bulunmayacağı açıktır. Hatta Dolmabahçe Sarayı’ndan evvel Beykoz’da inşasına başlanan Beykoz Kasrı bayağı iddialı bir eserdi. Neticede padişaha hediye edildi. Şu sıralar TBMM tarafından restore edilen bu binayı Balyanlar daha küçüğünü tersimleyerek Yeniköy’de Avusturya-Macaristan Sefareti olarak yapmışlardır. Hidivlerin servet ve yeni bir hayat tarzı getirdikleri 19. asır İstanbulu’nu böyle bir kültürel diziyle, sergi ve konferanslarla el alıp tanıtmak şüphesiz yararlı.