MİT TIR'ları davasında yargılanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül'e destek olmak için duruşmaya giderek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ve hükümet kanadının tepkisini çeken Batılı büyükelçi ve konsoloslar ikinci duruşmaya katılmadı. Tarih profesörü İlber Ortaylı, Tayyip Erdoğan'ın "Sen konsolosluk binası veya konsolosluk sınırları içerisinde hareket edebilirsin, diğerleri izne tabidir" diyerek sert sözlerle eleştirdiği diplomatların, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki konumunu yazdı. Diplomatların imparatorluğun gerileme dönemine kadar dokunulmazlıklarının olmadığını söyleyen İlber Ortaylı, "Konsoloslar, işlemlerinde diplomatik muafiyet sahibi değillerdi. Aslında sefirler de 18’inci asra dek böyle bir mahsuniyet sahibi değildir. Rusya elçisi Amiral Tolstoy, 1711 Prut Cengi başlarken Yedikule’ye hapsedilmişti" dedi.
İlber Ortaylı'nın Hürriyet'in bugünkü (3 Nisan 2016) nüshasında "Konsolos meselesi" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
İstanbul'daki konsolosların Can Dündar'ın ve Erdem Gül'ün duruşmasına toplu olarak katılması, Cumhurbaşkanı'nın tarizine neden oldu. Bizce protokol bakımından başkonsoloslar düzeyindeki sorunların Cumhurbaşkanı tarafından kamuoyu önünde ele alınması uygun değildir. Dışişleri Bakanı bu gibi işler için ne güne duruyor. Başkonsoloslar ve konsoloslar günümüzde diplomat statüsündedir. Lakin mazide öyle değillerdi.
Osmanlı diplomasisinde uzun bir zaman konsolosların diplomatik muafiyeti yoktu. Biz büyükelçilerin diplomatik muafiyetini dahi 1699 Karlofça Antlaşması’nı izleyen 1718 Pasarofça ve giderek 1730 Belgrad Antlaşması, asıl önemlisi Rusya ile 1774 Küçük Kaynarca ve nihayet 1815 Viyana Kongresi’nin kararlarına istinaden tanımışızdır. Bu zaten bütün dünyada diplomasiyi beynelmilel kurallarla tespit eden bir kongreydi ve 1648 Vestfalya Antlaşması hükümlerinin gelişmiş bir şekliydi. Osmanlı 1790’lara kadar dışarıda daimi elçi bulundurmamıştır. İlk daimi elçilik 1793’te Paris-Londra-Viyana çizgisinde gerçekleşti ve daha sonra birçok merkezlerde elçilikler ve tabii burada saymaya imkân yok, konsolosluklar teşekkül etti.
Bizim tanıdığımız konsoloslar, Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517 Mısır’ı fethinden sonra kendisine oradaki konsolosların temsilcisi olarak biat eden Katalan Konsolos (consulate del mare) unvanlı zatın ve temsil ettiği kitlenin beratlarının yenilenmesidir. Ama hiç şüphesiz imparatorlukta ‘Venedik balyosu’ ve ‘Cenova podestası’ gibi hem imparatorlukta mukim İtalyan şehir devletleri mensuplarının mülki amiri hem de elçilik görevi yürüten memurlar vardı.
Bazıları tüccar temsilcisi
Rusya ile diplomatik ilişki 1495’te kuruldu, Polonya ile daha eskidir. Bununla birlikte konsolosluk diplomatik anlamda bir temsilcilik değildi; tüccar temsilcisiydi. Mesela Avusturyalı konsoloslar halen ticaret odası tarafından seçilip yollanır. Osmanlı tüccarlarının da temsilcileri vardı. Bunların illa Müslüman-Türk olması gerekmiyor. Mesela Balkanlı tüccarların temsilini Avusturya-Almanya nezdinde Osmanlı Slav bölgelerinin konsolosu olarak yerli Sırp ve Hırvatlar temsil etmiştir. Konsolosluk mahkemeleri o ülkenin tebaası arasındaki tüccarların davalarını halleder, noterlik işlemlerini yapardı. Şüphesiz Karlofça hükümlerinden çok önce konsolosların yerli halk arasında gayrimüslim tercümanları da vardı. Bunların bir koruma altında oldukları gerçekti. 17’nci asırda Akdeniz bölgesinde ilişkileri olan Osmanlı Yahudi cemaatinden bir hayli konsolos vardı. Cemaatin iktisadi durumlarının bozulmasıyla Yahudi tercümanlar bu statülerini kaybettiler.
Konsoloslar, işlemlerinde diplomatik muafiyet sahibi değillerdi. Aslında sefirler de 18’inci asra dek böyle bir mahsuniyet sahibi değildir. Rusya elçisi Amiral Tolstoy, 1711 Prut Cengi başlarken Yedikule’ye hapsedilmişti. 1718 Pasarofça Antlaşması’ndan önce Venedik Balyosu’nun Yedikule’de ‘misafir edildiği’ biliniyor. Konsolosların ölçüyü kaçırdıkları takdirde hakarete maruz kaldıkları görülür. 1654 yılında Şeyhülislam Bahai Mehmed Efendi, İzmir Konsolosu’nun yargılanması meselesinden dolayı azledilmiştir. İngiliz tüccarlar, İzmir Kadısı Haşimizade’ye başvurarak kadının İzmir’deki İngiliz konsolosunu yargılamalarını talep etmişlerdi. İzmir Kadısı Haşimizade’nin bu davaya bakmak için konsolosu celbi itiraza neden oldu. Konsolosun itirazı aslında yerinde görülüyor, fakat tavrı çok küstahtı. 19’uncu asrın diplomatları hatta taşralardaki konsolos bile bazen ölçüyü kaçırarak valiyi ve Babıâli’yi taciz etse de 17’nci yüzyılın bir Osmanlı yetkilisi bu tavırlara müsaade edemezdi.
İzmir konsolosunun devlet aleyhine faaliyetlerde bulunduğu ve savaş halindeki Venedik kalyonlarına zahire sağladığını İzmir Kadısı kendisine bildirdiğinden Şeyhülislam Bahai Efendi’nin Sadrazam Melek Ahmet Paşa’ya İngiliz Elçisi Thomas Bendis’in uyarılması konusunda ısrar ettiği açıktır. Ne yazık ki sadrazamın şeyhülislama arka çıkmadığı görülüyor. Oysa Bahai Efendi İngiliz sefirini çağırdı ve kendisine bu konsolosu azletmeleri gerektiğini bildirdi. Sefir ise şeyhülislamın bu talebini soğukkanlı bir şekilde reddetti. Bu nedenle çıkan kavga İngiliz elçisinin şeyhülislamın konağına hapsedilmesiyle sonuçlandı. Hiç kuşkusuz ki sonunda şeyhülislam azledildi.
SELANİK’TE ÇIKAN İSYAN
Tam 140 sene önce 5 Mayıs 1876’da Selanik’te bir Hıristiyan kızın Müslüman gence kaçışı yüzünden başlayan kavgaya müdahale eden Fransız ve Alman konsolosları da kızgın halk tarafından linç edilmişti. Büyük karışıklık çıktıktan on gün sonra kışkırtıcı sayılan altı Müslüman, Selanik Limanı’nda asılarak idam edildi. Bu vakalar Sultan Abdülaziz’in hal edilmesini önleyememiş görülüyor.
Diplomatik temsilcilerle yerel yöneticilerin kavgası sırf Türkiye’ye mahsus değil. Eski Sovyetler Birliği’nde hatta bazı halde Ortadoğu ülkelerinde diplomatik temsilcilerin protestoları görülür. Bunlarla baş etmenin yolu şiddet veya inat değil, zeki bir hiciv ve nükte edebiyatıdır. Nihayet konsoloslar günümüzde diplomat statüsündedir. Görevleri de olayları takip etmek ve rapor etmektir. Unutmayalım; Cumhurbaşkanımız İstanbul Belediye Başkanı’yken Siirt’teki miting konuşması yüzünden mahkûm edilmiş ve hapis kararı çıkmıştı. Onu da ziyaret eden Ankaralı diplomatlar vardı. ABD İstanbul Başkonsolosu Carolyn Huggins’in 29 Eylül 1998 tarihli ziyaretini hepimiz hatırlıyoruz. Yanılmıyorsam, başkaları da onu izlemişti. Bu gibi ziyaretlerin bir gerekçesi her zaman bulunuyor. İktidarların yapacakları var, yapamayacakları var. Tarz değişikliğiyle yapabilecekleri ve takınabilecekleri tavırlar var... En son takınılacak tavrı başında benimsemek ters tepebilir.
DOSYASI TUTULAN DİPLOMATLAR
YERİ gelmişken belirteyim, II. Abdülhamid devrinin meş’um kişilerinden olan İzzet Halo Paşa’nın asıl gizli görevi imparatorlukta görevli diplomat ve konsoloslar için gizli dosya tutmaktı. Onların varsa kumar borçları veya gizli ilişkilerini bir şantaj olarak kullanıp bu gibi haddi aşan tavırları önlemek amaçlanırdı.
PALMİRA’NIN KURTULUŞU
HAZİN olan nokta, kimlerin Palmira yağmasını protesto ettiğidir. Yeryüzünün en seçkin tarih ve arkeoloji bilim merkezi geçinen, eski Mezopotamya dillerinin mukayeseli lügatini hazırlayan Chicago Üniversitesi’nde en büyük rezaletlerden biri, ABD’nin ordusu Saddam Irak’ını işgal ettiğinde Bağdat Müzesi’nin haydutça yağmasına göz yummaktı. Samara şehrinin bombalanmasına ses çıkarmamaktı. Koca ordunun içinde yarım düzine olsun Mezopotamya uzmanı ve arkeolog istihdam edilmemişti. Demek ki Batı medeniyeti denen camia Napolyon’un Mısır Seferi’ndeki tavrının çok gerisine düşmüş, dünyadan bihaber hale gelmişti. Afgan gerillalarını kovalamak için Sovyet ordusu Herat’taki muhteşem yeraltı su şebekesini yani “ğanat” denen sistemi bombayla tahrip etmişti, ses çıkaran yoktu.
METROPOLİTAN’DAN ÇIKABİLİR
Baktılar ki Taliban hödükleri Bamyan’ daki Buda heykelini tahrip ettiler, eski eser sevenler ayaklandı. Ayaklanmalarına bir diyeceğim yok, haklıdırlar. Ama Herat “ğanat” sistemi de yeryüzü mirasının bir parçasıdır, Samara ve Bağdat müzesi de. Bağdat Müzesi için protestolar çok cılız kaldı. Nihayet dünyanın lümpenlerinden oluşan birlikler Palmira’ya girdi. Suriyeli arkeoloğu katlettiler. O muhteşem şehri yağmalamaktan daha adi bir iş yaptılar; eserleri açıkça satışa çıkardılar. Eski yağmacılara ses çıkaran pek yoktu. Palmira’nın müthiş güzel Roma dönemi portrelerini Palmira Müzesi’nden başka her yerde görebilirdiniz. Üstelik IŞİD’lilerin sattıklarını bulmak için de aramaya kaçak mal almakla ünlü Metropolitan Müzesi’nin bodrumlarından başlamak lazım. İşin bu tarafına pek dokunulmuyor.
Dünyamızı koruyamıyoruz. Ortadoğu dünyasında dört bin yıllık veya bin yıllık bütün eserlerin yağmalanması dahi bir bütün halinde değil, ufak parçalar halinde oluyor. Bir heykelin bir yarısı falan müzenin mahzeninde, öbür yarısı Los Angeles’taki Hollywood artistinin bahçesinde. Bir 18’inci yüzyıl Edirne Mihrabı’nın parçalarını Atina’daki Benaki Müzesi dört beş yerden topladı. Parthenon’un frizleri de aynı durumda. Dünyada bu rezil alışveriş öyle bazılarının ilan ettiği gibi falan dinin veya falan milletin tah-ripkârlarını değil, bu işin ticaretini yapan haydutlar ve kibar görünmek isteyen görgüsüzlerin elinde. Bu görgüsüzlere sadece yeni zengin Donald Trump’lar değil en kalabalık uzman kadrolarını çalıştırmakla ünlenen müzeler de dahil.
İLBER HOCA ÖNERİYOR
Ortadoğu tarih ve medeniyetini bir bütün halde elifbasından öğrenmek için Bernard Lewis’in Ortadoğu kitabını okuyun, tavsiyelerimi tazelerim.