İlahiyat profesörü İsmail Kaya, “İçlerindeki muhtemel suçlulardan ve yine muhtemelen çok az sayıdaki darbeciden bağımsız olarak, Ergenekon ve Balyoz Operasyonu bence Türkiye’ye yapılmış bir operasyondu. Şu anda yaşananlar da yine Türkiye’ye karşı bir operasyon. İnsanlar, Ergenekon ve Balyoz sürecini hükümet-Cemaat ittifakı ile asker ve merkezi bürokrasi ittifakı arasında bir kavga olarak görmekten yanaydılar. Şimdi yaşananları da hükümet ile Cemaat arasında bir kavga olarak görme eğilimindeler. Oysa bana göre, başından itibaren bu iki hadise de Türkiye’ye birer müdahale” dedi.
Habertürk’ten Ruşen Çakır’a konuşan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İsmail Kara, “Cemaat’in kodlarına baktığımızda şunu düşünebilirdik: Sert bir kayaya çarptığını anlayıp bir adım geri atacak veya duracak, işler yumuşadığı zaman da iki adım ileri atabilecek. Geleneksel davranış tarzları budur. Fakat Cemaat’in şimdiki agresif davranış tarzı, kendi çizgileri içinde de meşru, anlaşılabilir ve açıklanabilir cinsten değil. Cemaat elbette Tayyip Erdoğan kadar sert bir dil kullanamaz, ama kullanabilecekleri dilin de en uç noktalarında geziyorlar” diye konuştu.
Prof. İsmail Kara, “Tek partili yıllarda mütedeyyin kesimlerle siyasi merkez arasında oluşan ileri derecedeki gerginlik ve güvensizlik geri geldi. Ve bu, AK Parti- Cemaat aktörleri üzerinden yapılıyor. Şu andaki esas büyük hadise, tek partili yılların güvensizliğine dönülmüş olmasıdır. Taraflar dindar, fakat pragmatist siyasetin ve dar görüşlülüğün mahkûmu durumundalar. Hepimizi aşağıya çekiyorlar” ifadelerini kullandı.
Ruşen Çakır’ın Habertürk gazetesinin bugünkü (26 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “‘AK Parti ve Cemaat hepimizi aşağıya çekiyor” başlıklı yazısının ilgili bölümü şöyle:
Türkiye'de İslamcılık denince akla ilk gelen isim, hiç tartışmasız Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. İsmail Kara’dır. İlki 1986’da çıkan üç ciltlik “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” başlıklı antolojinin sahibi olan Prof. Kara ile, AKP hükümeti ve Gülen Cemaati arasındaki çatışmayı konuştuk.
AKP ile Tayyip Erdoğan, cemaatleri kendi şemsiyesi altında toplamak istiyor gibi. Burada bir yenilik söz konusu mu?
Esas itibarıyla yok. Bizi yanıltan şey sayının, talebin, katılımın, hevesin, belki ihtirasın öncekiyle kıyaslanamayacak ölçüde büyümüş olması. Bir de olayın görünürlük kazanması. Çok partili hayata geçişle birlikte 1924-1946 yılları arasında devletten uzak tutulan dini grupların ve cemaatlerin, devletle ilişkilerinin yeniden kurulması söz konusu. Onların farklı yollarla devletin içine doğru çekilmesi hadisesiyle karşı karşıyayız. 1960 ihtilalinin getirdiği düzenlemelerden sonra, önemsediğim bir sıçrama noktası 12 Eylül’dür. 12 Eylül’de devlet, ilk defa aleni olarak Diyanet’i ve ilahiyat fakültelerini de işin içine dahil ederek, cemaatler ve tarikatlarla resmi münasebete geçmeye başladı. Diyanet ve ilahiyat fakülteleri, şimdi büyük ölçüde başka yerde dursalar da, Cemaat’in dinlerarası diyalog toplantılarına, Abant Platformu’na, mübalağalı ve alışılmadık iftarına heves ve iştiyakla katıldılar. Birlikte poz verdiler. Fethullah Hoca hareketinin, ortaya çıkışı değil ama, büyük bir sıçrama yapması da aynı tarihlerdedir. Bu durum diğer cemaatler için de geçerlidir. Elbette bu sadece 12 Eylül ile açıklanamaz, bu toprakların Müslüman tabiatı ve toplumsal hareketliliğiyle de alakalı. Olanı anlamak için, AK Parti-Cemaat ilişkisinin 12 Eylül’den itibaren gelen bu çizgi üzerindeki farklı tarafı nedir, buna bakmak lazım. 12 Eylül’den sonra askeri yönetim, sonra Özal, Demirel, Erdal İnönü, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli...
Onlar ne yaptıysa, AKP de aynısını mı yapıyor?
Çizgi kesintisiz devam ediyor, 28 Şubat dahil hiçbir büyük kırılma yok. 12 Eylül’den bu yana Fethullah Hoca Cemaati’nin Emniyet’te, Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve yargıdaki ilerleyişi hiç yavaşlamadı, engellenmedi. Yurtdışı teşebbüsleri, iktisadi faaliyetleri, hususen okulları desteklendi. Nerede ise bütün liderler ve devlet kurumları tarafından... Dışardaki okulların desteklenmesi doğru bir tercihti. Hacim ve nicelik olarak büyük bir artış olmakla beraber AK Parti bunu sürdürdü, ileri götürdü, kendi lehine de yönetti. Cemaat da bu süreci çok iyi idare etti ve yönetti. AK Parti şimdi bunun maliyetini ve artırdığı ilişkinin faturasını, kendisine hiç pay ayırmadan başkasına kesiyor. Üstelik dini alan başta olmak üzere, toplumsal bölgelerde yaralar açarak... Bu kötü bir şey.
Bu süreçte dindarlar, Erdoğan ve Gülen’in ikisini birden sevdi...
Maalasef...
Neden maalesef?
Çünkü, içlerindeki muhtemel suçlulardan ve yine muhtemelen çok az sayıdaki darbeciden bağımsız olarak, Ergenekon ve Balyoz Operasyonu bence Türkiye’ye yapılmış bir operasyondu. Şu anda yaşananlar da yine Türkiye’ye karşı bir operasyon. İnsanlar, Ergenekon ve Balyoz sürecini hükümet-Cemaat ittifakı ile asker ve merkezi bürokrasi ittifakı arasında bir kavga olarak görmekten yanaydılar. Şimdi yaşananları da hükümet ile Cemaat arasında bir kavga olarak görme eğilimindeler. Oysa bana göre, başından itibaren bu iki hadise de Türkiye’ye birer müdahale.
Küresel bir müdahale mi?
Hiç şüphesiz iki cenah üzerinde de dışarının ciddi etkisi var. Fakat Ankara’nın etkisi daha fazla ve önemli. Şu anda insanlar ‘Ankara’ deyince Erdoğan, hükümet ve AK Parti olarak, ‘cemaat’ deyince de Fethullah Hoca olarak anlıyorlar. Ben hiç bu fikirde olmadım. Türkiye’de devletin, asker-sivil üst bürokrasinin ve iş çevrelerinin bölünmüş tabiatının, bu iki mücadelede de çok etkin rolü var. Yaşananları sadece dış dünyayla ilişkilendirerek anladığınız ve açıkladığınız zaman, Türkiye içindeki unsurların kuvvetli etkisini gözden kaçırmış oluyorsunuz. Mesela, basın... Şu anda basın ikiye bölünmüş ve taraflardan birine tamamen ya da kısmen angaje olmuş durumda. Benim açımdan bu, şu demek: Meselenin anlaşılmasını, Türk basını da örtüyor ve karartıyor. Onun için, ancak Türkiye’ye müdahale düzeyine çıkabilirsek, hadisenin cesametini ve muhtevasını kuşatabiliriz. Hükümet ile Cemaat, bu mücadelenin ve çekişmenin alt, hatta belki pasif unsurları...
Bunu olumsuz manada mı söylüyorsunuz?
Elbette. Türkiye şu anda hem toplumsal olarak, hem de özellikle din alanında büyük bir yarılma yaşıyor. AK Parti ve Cemaat de, bu yarılmayı akıl almaz bir şekilde derinleştiriyor.
Angaje olanların dışında kalan dindarlar ve çok sayıda insan, kafası karışık ve mutsuz görünüyor. Sizce de böyle mi?
Tartışmanın harareti ve her gün yenilenen seyri, meselenin tehditkâr ve yarayı derinleştirici boyutlarının görülmesini engelliyor. Hayretler içerisindeyim. İnsanlar bu büyük problemi, çok alt düzeyde görüyorlar. Cemaatler ve tarikatlarda daha içerlerde bir tedirginlik olduğu muhakkak, fakat onun da farkındalık derecesi düşük. Cemaat ve tarikatlarda bir tehdit algısı var aslında şu anda. Yakın ve uzak tarihte tecrübe ettikleriyle, şu anda Cemaat’e yapılan şeyin yarın kendilerine de yapılabileceğini hissediyorlar. Böyle bir tedirginliklerinin olmaması imkânsız. Fakat bu hissiyatları, hadisenin derecesiyle yakın veya eşit değil.
Gelecek kuşaklar, bugün yaşananları, detaylarından ziyade, ‘İslamcı bir iktidar ile bir cemaat savaştı, sonucunda İslami değerler ve dindarlık yara aldı’ şeklinde okumayacaklar mı?
Doğru, ama daha önemli bir şey var. Tek partili yıllarda mütedeyyin kesimlerle siyasi merkez arasında oluşan ileri derecedeki gerginlik ve güvensizlik geri geldi. Ve bu, AK Parti- Cemaat aktörleri üzerinden yapılıyor. Şu andaki esas büyük hadise, tek partili yılların güvensizliğine dönülmüş olmasıdır. Taraflar dindar, fakat pragmatist siyasetin ve dar görüşlülüğün mahkûmu durumundalar. Hepimizi aşağıya çekiyorlar.
AKP-Cemaat gerginliğinden nasıl bir sonuç çıkar? Kimse kazanamaz belki, ama kim daha çok kaybeder?
Esas olarak Türkiye kaybediyor, hepimiz kaybediyoruz. Bunu ileride acı bir şekilde göreceğiz. Ama aktüel olarak değerlendirince, Cemaat’in kayıpları daha büyük gözüküyor. Cemaat, muhalif çevreleri yumuşatmak ve kendisiyle bir şekilde ilişkilendirmek için 30-40 yıldır sarf ettiği emeği ve enerjiyi heba etmiş durumda. Bunun geri dönüşü de gözükmüyor. Cemaat’in kodlarına baktığımızda şunu düşünebilirdik: Sert bir kayaya çarptığını anlayıp bir adım geri atacak veya duracak, işler yumuşadığı zaman da iki adım ileri atabilecek. Geleneksel davranış tarzları budur. Fakat Cemaat’in şimdiki agresif davranış tarzı, kendi çizgileri içinde de meşru, anlaşılabilir ve açıklanabilir cinsten değil. Cemaat elbette Tayyip Erdoğan kadar sert bir dil kullanamaz, ama kullanabilecekleri dilin de en uç noktalarında geziyorlar. Sarf ettikleri kelimeler Tayyip Bey ile yarışır: Yezit, Firavun, tiran, zalim, kâfir, münafık... Zaman Gazetesi’nin, Samanyolu Televizyonu’nun dili ve üslubu da, iktidar yanlısı basının alt seviyelerinde. Hiç normal bir şey değil.
Bir tarafta hükümet-Cemaat savaşı var, öteki tarafta IŞİD. Böyle bir atmosferde yetişen gençlerde İslam algısı nasıl şekilleniyor?
Etkilediğini varsayabiliriz, ama benim gözlemim bu yaralanmanın şimdilik hissedilmediği. Etkileri daha sonra hissedilecek muhtemelen. Büyük kalabalıklar AK Parti ile Cemaat arasındaki mücadeleyi siyasi bir mücadele olarak görüyor. Ve sorumsuz, sorunsuz bir şekilde seyrediyorlar. Yaşananları, din kisvesi altında görünen, ama aslında dini olmayan bir hadise gibi algıladıkları intibaını ediniyorum. Bunun uzun vadede ciddi sıkıntılar doğuracağını, dini alanı tahrip edeceğini düşünüyorum. Eğitimli insanların, mütedeyyin entelektüellerin, İslamcıların, Cemaat’in hadiseye yaklaşımı ve seyir biçimi ise çok daha problemli.
Habertürk'te yayımlanan yazının tamamını okumak için tıklayın