‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’ kitabının yazarı İsmail Kara, “İslam, Cumhuriyet devrinde baskılanarak bir mesele haline getirildi" dedi. Kara, "İlahiyat fakülteleri dini meselelerle ilgilenmiyor" ifadesini kullandı.
İsmail Kara’nın ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’ kitabının ilk cildi 2008’de yayımlanmıştı. İkinci cildi geçen senenin sonunda çıktı. İlk baskısı kısa zamanda tükenen bu cildin ikinci baskısını vesile edinerek Türkiye’nin bazı meselelerini konuşalım istedik. Prof. Kara, sohbetimizin ilk bölümünde önemli analizlerde bulundu.
* ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’ kitaplarının ana fikri nedir?
İslâm ve din meselesi geniş mânasıyla Cumhuriyet devrinde bir problem olarak ortaya çıktı ve öyle görüldü. Paranteze alınarak, baskılanarak bir mesele haline getirildi de diyebiliriz. Bu durum artarak ve yoğunlaşarak, bazı bölgeleri kötürümleşerek devam ediyor. Çok partili hayatla birlikte görmeye başladığımız kısmi normalleşme devam ediyor ama onun da getirdiği ilave problemler var. Bir açıdan bakarsanız problem katmerleşti de diyebilirsiniz çünkü paranteze alınma devam ediyor diğer taraftan sisteme entegre ediliyor. Laiklik ve sekülarizmle bir şekilde uzlaşan, kapitalizme uyumlu bir din anlayışı ve hayatı yayılıyor, bu yeni çizgi normalleşiyor. 1990’larda ve 2000’lerde bazı dinî gruplar ve siyasî hareketler için kullanılan Ilımlı İslâm, Kültürel İslâm, Liberal İslâm sloganlarını hatırlayın. Hepsinin bir öncesini ve o dönemleri için kullanılan ifadeleri de hesaba katmak lazım. Muhalefet nasıl uyum ve uzlaşmaya dönüşüyor?
Yalnız İslam’ın, dinin bir mesele haline gelişini Cumhuriyetle başlatmak doğru olmaz. 1924 sonrası itibariyle problemin daha da derinleşip müzminleştiği ve yaygınlaşıp bulaştığı şüphe götürmez ama tarihi süreci de görmek lazım. Bunun kaynakları Osmanlı modernleşme tarihine çıkıyor. Bu anlamda son Osmanlılar Cumhuriyetin gerçek babası ve anasıdır. Diğer İslâm ülkelerinde de benzer tecrübeler var.
* Nasıl çıkıyor, Osmanlı Devleti dini bir devlet değil mi?
Birkaç husus var burada. Modernleşme hadisesi hem felsefi hem de fiili olarak dinle problemli bir alandır. Problemli ifadesi her zaman yetmez, aynı zamanda din karşıtıdır demek lazım. Aydınlanma felsefesi, modern bilim, akıl ve deneyle sınırlandırılmış bilgi kaynakları, sanayileşme-sömürgecilik, kapitalist mantık ve sermaye temerküzü, hümanizm, pozitivizm, hatta felsefi olarak insan üstünde hiçbir hakimiyet-egemenlik ve otorite kademesi tanımayan demokrasi… Bunların hepsi dinle, dinî kültürle ve yaşama üslubuyla ciddi problemleri olan alanlardır. Sadece İslamiyet’le değil bütün dinlerle… Modernleşme fikriyle ve süreçleriyle bile-isteye yahut zaruretler sebebiyle münasebete geçtiğiniz andan itibaren din alanında birçok problem, yeni yorum, açılma, bozulma, çekilme, biçimsizleşme yaşanacaktır, yaşanmıştır. Osmanlılarda, İslâm dünyasında da yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Cumhuriyet bunu devraldı ve derinleştirerek sürdürdü.
Osmanlılar ve İslâm dünyası devleti ve dini kurtarmak için modernleşme hadisesiyle irtibata geçtiler, bunları red ve tasfiye için değil. Onun için felsefi olarak birbirine zıt olsa da modern olanla dini olanı yan yana, iç içe tutabileceklerine dair bir iddia geliştirdiler. Bu şu demekti; modernleşme en azından söylem itibariyle yahut fiilen dini bir hüviyete büründürülecek, din de bir miktar modernleşecek. Modern İslâm dünyasındaki bütün fikir hareketleri, sadece İslâmcılık değil, üç aşağı beş yukarı bunu savunagelmiştir. Bugün de savunmaktadır. Cumhuriyet bunu da bir şekilde devraldı. Elbette iki dönem eşitlenemez, aralarında kopuş denebilecek farklılıklar var ama hadisenin bütününü görebilmek için devamlılık ve farklılık ilişkilerine dikkat etmek lazım.
* Cumhuriyet kurulduğundan beri “Türkiye üniversitelileri ve ‘aydınları’ din meselesini ya ciddiye almadı yahut çoğunlukla olumsuz gördü” gibi bir tespitiniz var. Bunun Türkiye’de doğurduğu sonuçlar ne oldu?
Sonuçları çok yönlü olarak vahim ve kan kaybettirici oldu tabii. Sosyal bilimlerin bir türlü Türkiye’yi taşıyabilecek bir seviyeye gelememiş olmasının sebepleri arasında bu da var. Belki İlahiyatları bile buna dahil etmek lazım. Fakat bugün için sadece sonuçların vahametinden bahsedip geçemeyiz. Suçu başkalarına, kendimizin dışına atarak da olmaz. Zaten suçu başkasına yüklemek hem ahlâkdışı bir şeydir hem de körlükleri artırır. Hadisenin sebeplerine ve sosyal, kültürel şartlarına eğilmemiz lazım. Çünkü aynı durum büyük ölçüde bugün de devam ediyor.
Bir iki istisnayı dışta tutarsak 1924’ten Soğuk Savaş sonrası döneme kadar Türkiye’de dinle alakalı meseleler hem siyasi merkez ve asker-sivil bürokrasi hem üniversite hem de medya tarafından irtica-gericilik merkezli olarak ve derinlikten yoksun bir şekilde ele alındı. Başka kelimelerle ifade edersek dini alan tehlike, tehdit alanı olarak görüldü, böyle sunuldu. Paranteze alınan dini düşünce ve hayatın aynı zamanda çeşitli yollarla baskı altına alınması manasına geliyordu bu yaklaşım tarzı. Muhafazakâr, mütedeyyin çevreleri de ağırlıklı olarak savunmacı bir dile, sadece karşı tezleri savunmaya veya ikiyüzlülüğe mahkûm etti.
Üniversitenin, fikir ve sanat çevrelerinin, basın-yayın organlarının bu konuda siyasi merkeze tamamen bağımlı kalmaları bu kurum ve çevrelerin kendilerine mahsus bir karakterlerinin, bir iradelerinin ve mücadele azimlerinin olmadığını da gösteriyor. Maalesef ilim ve fikir adamlarımız bunu başaramadı.
Türkiye’de solun 60’lı yıllarda bir tür ateizm ve din karşıtlığı üzerinden kurulup gelişmesi de işleri zora soktu. Dinle ilgili meselelerde solcular siyasi merkezden, CHP’den, Kemalizm’den öte bir yere gidemediler, buna niyetlenmediler. Halbuki dünyada da İslâm dünyasında da durum böyle değil. Katolik solcular, komünistler olduğu gibi Mısır’da, İran’da, Suriye’de solcu İslâmcılar da oldu. İran sineması Türkiye’de “Müslüman sinema” olarak izleniyor, halbuki bu başarılı ve yerli eserlerin rejisör ve senaristlerinin çoğunun solcu olduğu, soldan geldiği unutulmuş gibidir.
* Kitapta ilahiyat fakültelerinin de bu anlamda Türkiye’den kopuk olduğunu söylüyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu?
Evet, dıştan bakıldığında bir tenakuz var gibi. Onların meseleye irtica kalıbı etrafından bakmadıkları kesin. Hatta bunun karşısında durdukları da… Ama onların daha ciddi bir problemi var, Türkiye’nin dinî meseleleriyle yeterince ilgilenmiyor ve üst düzeyde uğraşmıyorlar. Diyanet de böyle. Şunu söylüyorum; bugün İlahiyat Fakültelerinde ve Diyanet’te cemaatlar mütehassısı yok, aktüel tarikatlar mütehassısı yok, halk Müslümanlığı ve dindarlık biçimleri mütehassısı yok, camiler ve cami cemaatları mütehassısı yok. (Mütehassıs yok sözlerime bazı genç arkadaşların takıldıklarını görüyorum, muhtemelen mütehassıstan neyi kastettiğimiz farklı). Size daha acı bir şey söyleyeyim; benim de hem talebesi olduğum hem hoca olarak çalıştığım Marmara İlahiyat Fakültesi bahçesinde yeni bir cami yapıldı, biliyorsunuz. Bu caminin mimarisi, konumlandırılması, süslemeleri, minareleri konusunda fakülte hocalarına herhangi bir şey sorulmadı. Sorulsaydı ne diyeceklerdi o da ayrı. İlahiyatların ve Diyanet’in Türkiye’deki dini bilgiye ve dini yaşantıya katkılarını elbette kimse görmezden gelemez ama bir akademik ve entelektüel faaliyet için bu yeter mi? Kimseye haksızlık yapmadan çuvaldızı biraz da kendimize batırmamız lazım.