Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu, AKP'nin anayasa değişikliği teklifiyle ilgili olarak "1920 Meclisi’nden başlayarak, dahası Tanzimat öncesinden bu yana edinilen “anayasal ve siyasal kazanımlar” üzerine bir anda, toplam 21 maddelik bir teklif ile sünger çekmeye çalışmak, 'toplumun tarihsel hafızası'na hakaret etmek demektir" dedi. Kaboğlu, "Burada sorun, geçmişin eleştirisi değil; güdümlü yasama veya vesayetçi yargı söylem vb. Ya da, geleceğe dönük olarak şu söylenebilir: 15 yıldır 'bürokratik oligarşi'den yakınan bir yönetimin, Hükümet yerine devasa bir bürokratik yapı ile 'yeni düzen' kurması" diye yazdı.
İbrahim Kaboğlu'nun Birgün'de yayımlanan (29 Aralık 2016) yazısı şöyle:
Fikirler, eylemler ve hukuki düzenlemeler: Bu üçlü, toplumların bir tür özgeçmişini oluşturan anayasalarda somutlaşır. Bir toplumdan diğerine değişse de, anayasa adı verilen metinler, belli ölçüde toplumun özgeçmişi (otobiyografisi) sayılır.
Neden belli ölçüde? Çünkü, yapım, uygulama ve değiştirilme süreçleri bütününde anayasa, bir “toplumsal uzlaşma” belgesi olarak görülür. En yüksek uzlaşma, mutlaka en türdeş (Finlandiya) ve en demokratik (İsviçre) gibi toplumlarda değil, en çatışmacı toplumlarda da (Güney Afrika) sağlanabilir.
Bunda, geçmişten alınan miras kadar toplumun geleceğine bakış tarzı da önem taşımakta. Şöyle bir yaklaşımla: “Bizim görevimiz, atalarımızdan intikal eden mirasın sorunlu yönleri üzerine çalışmak ve gelecek kuşakların birlikte yaşayışına elverişli bir ortam yaratma çabası göstermek.”
10 Aralık gününden bu yana, TV ekranlarında, -Türkiye’nin onca ağır sorunlarına karşı- Anayasa, ilk sırada yer alıyor. Öyle ki; NTV ve CNN Türk gibi bir zamanların çoğulcu haber kanal spikerleri bile, örneğin, Anayasa teklifinde CB sorumluluğuna ilişkin maddeyi defalarca okuyor. (Belleklere kazınan darbe bildirilerin okunmasını çağrıştırmıyor değil.) Oysa, Teklif metni bütünü, sorumluluk ilkesinin kâğıt üstünde kalmasını sağlamaya yönelik.
Belki de bunun farkında oldukları için basın-yayın organları, “teklif mimarisi”ni tahlile elverişli programlara kapalı. Dahası, anayasa uzmanlarına kapalı. Hatta, tek-tük de olsa, Başkanlık rejimini savunan anayasacılara da kapalı görünüyor. Çünkü, onların en azından bir kısmı, “evet, ben Başkanlık rejimini savunuyordum; ama bu Başkanlık rejimi değil…” diyerek dürüst bir tavır koymak durumunda.
O nedenle, TV ekranlarında anayasa ile doğrudan veya dolaylı ilgisi olmayan kişiler, “resmi propaganda malzemesi” görünümünde.
Gerçi, “Önce Demokrasi” girişimiyle gerçekleştirilen anayasa tartışmaları sırasında sıkça vurguladığım üzere; “anayasa, anayasacıların tekelinde değildir, hukukçuların ise hiç değildir….”
Ne var ki, TV ekranlarında, “ben konunun uzmanı değilim, ama” şeklinde başlayan cümlelerin yanı sıra, “ben hukukçuyum” edaları, “anayasa harekâtı” üzerine ipuçları vermekle birlikte, şu sakıncaları da beraberinde getiriyor: eksik bilgi, yanlış bilgi ve algı operasyonu.
Hangi öneri getirilirse getirilsin tereddütsüz savunanlar açısından üç ihtimal: buna gerçekten inanıyor olabilir; “yeni düzen”den beklenti içinde olanlar; korktukları için destek verenler.
Toplumların tarihinde bir belge bile önemli bir yere sahip olabilir. Bu çok büyük bir belge de olmayabilir; buna rağmen, onu yürürlükten kaldırma yerine pekiştirme yoluna gidilir. Zira, temelinde fikir akımlarının ve toplumsal mücadelelerin yer aldığı özellikle anayasa gibi hukuk metinleri, toplumsal bellek yansımalarıdır.
Bizde, daha geriye gitmeden, 1982 Anayasası’nı hak ve özgürlükler eksenine yönlendirmek için gerek ulusal gerekse Avrupa ölçeğindeki fikri ve eylemsel mücadeleler ile çekilen acılar, belleklerdeki canlılığını koruyor.
Bu bir yana, 1920 Meclisi’nden başlayarak, dahası Tanzimat öncesinden bu yana edinilen “anayasal ve siyasal kazanımlar” üzerine bir anda, (biri torba, biri geçiş, biri de yürürlük olmak üzere) toplam 21 maddelik bir teklif ile sünger çekmeye çalışmak, “toplumun tarihsel hafızası”na hakaret etmek demektir.
Bunun, çelişkilerle dolu ve sadece bir buçuk sayfadan ibaret sanal olarak nitelenebilecek bir genel gerekçe ile kotarılmaya çalışılması da, hakaretin dozunu yükseltiyor.
Şimdi, yol açılmak istenen hasarın vahametini azaltmak veya örtmek için, bazı dolgu maddeleri, ya geri çekiliyor ya da değiştiriliyor.
Hangi “bürokratik oligarşi”?
Oysa bu işin özü; “yürütme-yasama-yargı” zincirindeki yeniden yapılanmada düğümleniyor; çift başlı yürütme ve organlarının yerini tek bir kişiye bırakmış olması; yasamanın ikincil konuma geçmesi ve yürütmeyi denetim olanağının ortadan kaldırılması; “tarafsızlık” süsü altında, yargının memuriyetleşmesi.
Burada sorun, geçmişin eleştirisi değil; güdümlü yasama veya vesayetçi yargı söylem vb. Ya da, geleceğe dönük olarak şu söylenebilir: 15 yıldır “bürokratik oligarşi” den yakınan bir yönetimin, Hükümet yerine devasa bir bürokratik yapı ile “yeni düzen” kurması.
Asıl sorun; geçmişe ve geleceğe dönük olarak “toplumsal bellek” üzerinde yoğunlaşmakta.
»Geçmiş: atalarımızdan bizlere intikal eden “tarihsel bellek”in yok edilmesi;
»Gelecek: gelecek kuşakların iradesine ipotek koyma harekâtı.
Şu halde gün; tarihsel bellek kırılmasını teşhir etme; gelecek kuşaklara karşı ödevlerimizi sahiplenme günüdür.