Birgün yazarı Prof. İbrahim Kaboğlu, 15 Temmuz'da düzenlenen darbe girişiminden sonra Başbakan Binali Yıldırım'ın "devlete karşı" sözleriyle ilan edilen OHAL döneminde AKP'nin anayasa değişikliğine gitmesini eleştirdi. Kaboğlu, "Gerçekten; Cumhuriyet’i kuranlar bile, Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmadıkları halde, Osmanlı’dan bu yana iç içe geçmiş anayasal kurumlar ve kuralları bir çırpıda ortadan kaldırmak için kullanılan gerekçe, fikir verici: İstikrar ve vesayet. Erkler ayrılığı, anayasal denge ve denetim düzenekleri bir yana, ne demokrasi var ne de insan hakları" diye yazdı.
İbrahim Kaboğlu'nun Birgün'ün bugünkü (12 Ocak 2017) nüshasında yayımlanan 'AKP, kendi seçmeninden mi korkuyor?' başlıklı yazısı şöyle:
TBMM’nin yerini OHAL KHK’lerinin aldığı; Meclis’e kurucu iktidar misyonunun yüklenmeye çalışıldığı; halka ise, seyirci konumunun çok görüldüğü bir ortam ile ‘anayasa tartışmaları’nın bayağılaşması arasında paralellik kurulabilir.
Millet sopası: Başbakan Sn. Yıldırım, CHP muhalefetine karşı, yöneltilen eleştirileri yanıtlamak yerine, "Milletten mi korkuyorsunuz? Korkmayın milletten!" şeklinde, ‘millet tehdidi’ ile savuşturmaya çalışıyor.
'İki kaptanlı gemi' benzetmesi: Gemi ile ülke yönetimi karşılaştırmasının yerindesizliği ötesinde, teklifte öngörülen tekli yönetim, demokratik yönetimin özüne aykırı. Eğer tekil yönetimler etkili olsaydı, en güçlü yönetimler diktatörlükler olurdu. Çağdaş demokrasiler ise, sadece çift başlılığı değil, çoklu yapıyı ifade eder.
"Bunlar köprüye de karşı çıkar; Anayasa’ya da ...": Bu tür söylemler, kendilerine kurucu rol biçen zevatın ‘anayasa anlayışı’ üzerine fikir verici...
"Siz de çalışın cumhurbaşkanlığını kazanın karşı çıkacağınıza" savunması ise, ‘üzüm yemek-bağcıyı dövmek’ deyişini çağrıştırıyor: Eğer bahçe başkasının olmasaydı, bekçi dövmeye gerek olur muydu? “Birlikte yiyelim” teklifi, çifte suça çağrı anlamına gelmiyor mu?
"OHAL ortamında anayasa yapılmaz" itirazını, 1921 ve 1924 Anayasaları örnekleriyle çürütmeye çalışan Adalet Bakanı, bir yandan, tarihi bilgileri çarpıttı; öte yandan iddiasını, iç çelişkiler pahasına haklılaştırmaya çalıştı.
1) OHAL yönetiminde TBMM’deki çoğunluk dayatmasıyla anayasa zorlaması, 1921 veya 24 dönemi ile kıyaslanamaz; çünkü, bunlar devleti kuran anayasalar; özellikle 1921. (Belki bu karşılaştırma ile, AK Parti’nin kendisine biçtiği kuruculuk rolü dışa vurulmuş olmakta...)
2) Atatürk ve İnönü de; ‘partili cumhurbaşkanı’ savunması için kullanılan Atatürk ve İnönü karşılaştırması ise daha beter:
Bir kez, her ikisi de CB ve yürütme yetkisini Hükümet ile paylaşıyordu; AKP ise, bütün yürütme yetki ve görevini tek kişiye devretmeyi amaçlıyor; daha doğrusu cumhurbaşkanlığını ortadan kaldırıyor.
Sonra, tek parti yönetiminde hedef, çok partili siyasal yaşamdı. Nitekim bunun için çaba gösteren, liderlerin kendileri.
Nihayet, ‘otoriter ve milli şef’ dönemi nitelemesiyle sürekli eleştirdikleri, 20. yüzyılın ilk yarısı yönetimlerini, 21. yüzyılda “ileri demokrasi!” adına referans almaları, tam bir çelişki.
Anayasa’nın kendisine tanıdığı başbakanlık statüsünden (hukuki durum) çok, Anayasa madde 175’in öngörmediği değişiklik yetkisini başbakan etkinlikleri arasında yürüten (fiili durum) Sn. Yıldırım, CHP’ye sıkça, “korkmayın milletten; millet karar verecek” sözleriyle meydan okumakta.
Bu kullanım, “Ne bu telaş? Aceleniz ne? OHAL’in kalkmasını beklemeden neden bu dayatma?” şeklindeki haklı itirazların yanıtı değil.
Tam tersine, bu vb. söylem ve tavırlar, AK Parti’nin milletten değil sadece, kendi seçmeninden bile korktuğunun göstergesi.
Çünkü AKP kurmayları, toplumsal gerilim yaratan hassas konularda, genellikle “talep var; millet istiyor” gibi referanslar kullanarak, ‘tabandan gelen talep’ izlenimi yaratır. Ölüm cezasını geri getirme söyleminde olduğu üzere...
Burada ise, böyle bir söylem yerine, ‘millete anlatma, milleti ikna’ vb. söylemler öne çıkmakta. Oysa AK Parti, bunu tam on yıldır yapıyor... Millet ikna olmamış ola ki,
OHAL çapraz baskısı ile şimdi bunu alelacele kotarmaya çalışıyor.
Bir taraftan; Devlet ve parti olarak medya yoluyla, yürürlükteki düzeni kötüleyip, ‘parti-devlet başkanlığı’ erdemlerini sürekli anlatmak suretiyle;
Öte yandan; siyasal ve özelikle toplumsal muhalefetin sesini giderek daha fazla kısmak suretiyle.
Oysa referandumda, geçerli oyların yarısının bir fazlası, Anayasa değişikliğinin kabul edilmesi için yeterli. Yaklaşık bu kadar oyu var AK Parti ve fiili liderinin; buna, yüzde birkaçlık Devlet oyu da eklenecek...
Üstelik, AKP-MHP tasarımı, geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan bir adayın, bütün sisteme hâkim olabileceği bir anayasal-siyasal düzen öngörmekte. (Yani artık, halkı veya bütün milleti temsil eden devlet başkanlığı kurumu da kaldırılıyor).
Peki, şu halde, “bin Ali’ler” neden korkuyor?
Yanıt basit: Kendi seçmenlerinden.
Gerçekten; Cumhuriyet’i kuranlar bile, Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmadıkları halde, Osmanlı’dan bu yana iç içe geçmiş anayasal kurumlar ve kuralları bir çırpıda ortadan kaldırmak için kullanılan gerekçe, fikir verici: İstikrar ve vesayet. Erkler ayrılığı, anayasal denge ve denetim düzenekleri bir yana, ne demokrasi var ne de insan hakları.