İnsan hakları savunucusu ve CHP İstanbul 1. Bölge, 1. Sıra Milletvekili adayı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Cumhurbaşkanı Tyayip Erdoğan'ın, "Güçlü Meclis" vurgusunu eleştirdi. Yeni siyasi yapıda Meclisin sahip olduğu önemli yetkilerin Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacağını ve bunlardan birinin de, Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı, merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir" maddesi oluğunu söyleyen Kaboğlu, "Bu yetki, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırılması demektir. Şimdi diğer hepsini bir yana bırakalım, bu madde varken siz 'Meclis güçlendiriliyor' diyebilir misiniz? Meclise ait olan bir yetkiyi, bir kişiye veriyorsunuz. Bu, Kanun-i Esasi’de bile olmayan bir yetkidir. Olamaz bu!" dedi.
Kaboğlu, Erdoğan'ın bu söylemini 'algı operasyonu' olduğunu ifade ederek, "Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kavramı nasıl resmi bir yalansa, bu da resmi bir yalan" diye konuştu.
Evrensel'den Serpil İlgün'ün sorularını yanıtlayan Kaboğlu'nun açıklaması şöyle:
Adaylığınızla başlayalım. Siz zaten sahada olan bir isimsiniz. Başkanı olduğunuz Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği, Anayasa Platformu ve Önce Demokrasi Girişimi etkinlikleri çerçevesinde ülkeyi şehir şehir dolaşarak demokratik bir Anayasının neden gerekli olduğunu, getirilmek istenen sisteminin sakıncalarını anlatıyorsunuz. Milletvekili adaylığı teklifini neden kabul ettiniz, üstelik meclisin işlevsizleştiği bir dönemde?
Sorunuz yerinde. Belirttiğiniz gibi uzman olarak sivil toplum etkinliklerini sürdürmem uzun zamandan beri vardı, ama son iki yılda özellikle Önce Demokrasi Girişimimizden bu yana çok arttı. Uzmanlık bilgimi sivil toplum yoluyla toplumla paylaşmaya çalıştım, buna “anayasal bilgilenme hakkına katkı” dedim. Siyaset ya da siyasal aktör olmak belki bunun üçüncü ayağı. Burada şunu da belirtmeliyim; ben hep hukuka dönüş umudumu korudum. Kişi olarak tamamen hukuk dışı işlemlere maruz kaldığım sırada bile hukuka dönüş umudumu hiçbir zaman yitirmedim. Ve hep şunu savundum; Türkiye toplumu, sorunları olan bir toplum. Ama hukukun sıfırlanmasının ötesinde, eksiye geçmesini hak edecek bir toplum değil. O kadar değil. Artık “Bu kadar olmaz” dediğimiz bir eşiğe geldik. Dolayısıyla milletvekilliği adaylığını kabul etmemin birinci ve ana nedeni olarak, hukuka umudunu yitirmek istemeyen bir kişinin, bir hukukçunun, anayasacının, insan hakları uzmanının, “Acaba ben ne yapabilirim, hukuk umudunu yeşertmeye daha fazla katkıda bulunabilir miyim?” arayışının ya da daha doğru deyişle, çırpınışının bir sonucu diyebiliriz.
Burada tabii bir çelişki gözükebilir; “Meclisin gücü azaltılmış, meclis bu kadar tahkir edilmiş iken, neden” diye. Toplumumuz nasıl ki hukuk alanında eksiye geçmeyi hak etmiyorsa, aynı şekilde meclisimiz de hak etmiyor. Evet doğru, bizim meclisimiz sorunlu bir meclis oldu, meclisimiz darbelerle karşılaştı, inişli çıkışlı dönemlerden geçti, fakat sonuç olarak meclisimiz kurucu meclistir, Cumhuriyeti kuran meclistir, 1921 Anayasası gibi çok önemli bir anayasaya imza atan bir meclistir. Dolayısıyla yeniden saygınlığına kavuşturulması gereken bir meclistir. Bu nedenlerle sahaya çıkmaya karar verdim. Ulusal ve uluslararası çapta yürütmekte olduğum bilimsel çalışmaların, bilimsel projelerin olumsuz olarak etkileneceğini, onların büyük ölçüde askıya alınacağını bile bile ölçtüm tarttım, “Hayır” dedim, “Ben bu görevden kaçamam.”
Bunun nasıl olacağına geçmeden, iktidar blokunun baskın erken seçim kararı almasındaki temel faktörün ne olduğunu soralım. Anayasadaki açık hükme ve seçimlerin zamanında yapılacağı yönündeki tüm beyanlarına rağmen Erdoğan neden aniden seçimi bir buçuk yıl öne aldı?
Şöyle; iktidar bloku ya da Cumhur İttifakı, 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra 20 Temmuz’daki OHAL ilanı, ardından 16 Nisan anayasa değişikliği süreçlerinde hukuku ve anayasayı kişi iktidarını pekiştirme aracı haline getirdi. 16 Nisan öncesi ve sonrasında biz “hayır” diyenler, “hayır”ı bir partiye karşı olmak ya da yandaş olmak ayrışmasına indirgemeden bunun Türkiye toplumu için sürdürülemez olduğunu; Türkiye’nin anayasal kazanımları açısından böyle bir metnin yürürlüğe konulmasının mümkün olmadığını söylüyorduk. Onlar ise hep bunun Türkiye için çok daha iyi olacağını belirtiyorlardı. Seçim tarihinin ilan edildiği 17 Nisan 2018 ile 18 Nisan 2018’de, yani o 24 saatlik zaman diliminde Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan, 16 Nisan metninin Türkiye toplumu açısından sürdürülemez özelliğini teyit etmiş oldu. Bir tür itiraf etmiş oldu. Medya yeterince üzerinde durmadı ama o 24 saat çok önemli.
Siz bir gün öncesi söylediğinizle bir gün sonra söylediğiniz arasında 16 aylık bir zaman dilimi bırakıyorsanız, bu çok ciddi bir yönetim krizidir. Kaldı ki ben buna erken seçim demiyorum. Çünkü erken seçim demek, normalleştiriyor. Hayır, normalleştirmemiz gerekiyor. Bu dayatma ve zorlama bir seçimdir. Şu da var, sen parti başkanısın aynı zamanda cumhurbaşkanısın, aynı zamanda başkomutansın, sın, sın, sın... Öbürü ise mecliste 4. partinin lideri, onun dışında hiçbir şey değil. O söylüyor ve sen “Ben görüşümü değiştiriyorum” diyorsun. Bu siyaset tarihinde çok ciddi bir olaydır. Biz Fransa’da veya Almanya’da olsaydık, “Bu kişi devleti yönetebilir mi?” tartışması yapılırdı. Ama siz bu tartışmayı Türkiye’de yapmaya kalkışırsanız soluğu nerede alacağınızı öngörebilirsiniz.
‘Bu kişi devleti yönetebilir mi’ sorusuna mahal vermemek için mi erken seçim tarihi Bahçeli’ye söyletildi? Zira malumunuz, bu çıkış Bahçeli’nin ortaklıktaki rolünün yeniden tartışılmasını sağladı.Altını çizmek açısından, Behçeli ve Erdoğan’ın itiraf ettiği sürdürülemezlik ne?
Bahçeli’nin rolü ister o olsun ister bu farketmez, bunu siyaseten açıklamamız mümkün değil. Hukuki açıdan baktığımızda ise çok ciddi dört sorun var. Birinci sorun, evet 2019 Kasımında yapılacağı ilan edilen seçim “Kışa bırakmayalım, yeni dönemde meclis oluşsun” gibi gerekçelerle üç, dört ay önceye, örneğin Eylül ayına alınabilir. Ama Anayasada kurallar belli. Uyum yasalarının 16 Nisan referandumunu takip eden 6 ay içinde hazırlanması gerekirdi. Anayasa değişikliği yapan siyasal aktörler, seçime giderek kendi değişikliklerine de uymamış oldular. Çünkü Anayasada hüküm var, “giremezsin” diyor. Dolayısıyla bu sadece hukuki sorun değil, ahlaki sorundur, etik sorundur. İkincisi, “Seçimler 24 Haziran’da olacak” diyorsun, iyi de kararı sen almıyorsun ki, kararı meclis çoğunluğu alacak. En azından “karar aldım” deme, “meclise öneriyoruz” de! Buna da uyulmuyor. Üçüncüsü, yükseköğrenim özgürlüğü anayasal bir hak. Ama sınav tarihini değiştirerek üniversite sınavına girecek 1.5 milyon öğrenciye “Seni adam yerine koymuyorum” diyorsun. Dördüncüsü de şu; iki ayda çifte seçim tarihimizde ilk kez yapılacak. OHAL dışında, bu sürede seçimlerin Anayasanın 67. Maddesi’ne uygun organize edilmesi mümkün değildi. YSK’ya danışmalıydı, bu da olmadı.
Dolayısıyla 24 Haziran’da ‘yasası hazırlanmamış’ bir tek adam, tek parti rejimine onay isteniyor. O yasaların nasıl çıkarılacağı konusunda da kafamız karışık. İktidar cephesi, uyum yasalarının seçimden sonra, KHK’ler yoluyla yapılacağını söylüyor ancak bu da anayasanın pek çok hükmüne aykırı... Nasıl olacak?
Evet, yasası olmadığı gibi, böyle bir düzenlemenin yetki kanunuyla bakanlar kuruluna bırakılması da Anayasaya aykırı. Tüm bu aykırılıklar 16 Nisan metninin ne kadar sistem dışı olduğunu gösteriyor. Organ naklini düşünelim; bir hastaya kalp veya karaciğer naklediliyor ama her hastada bu başarılı olmuyor, vücut onu kabul etmiyor, atıyor. İşte şu anda yaşanan husus, sistemin bunu atması. Sürdürülemez dediğim budur. Kullanılan birtakım kavramlarla bu yamaları düzeltemezler. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kavramını koydular referandum metnine ama cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye bir şey yok. Bu da bir algı operasyonu.
‘24 Haziran Türkiye’nin kader seçimi olacak’ nitelemesinin altını anayasa uzmanı bir milletvekili adayı olarak nasıl dolduruyorsunuz?
24 Haziran seçimi, sıradan bir seçim değildir. Bir anayasal oylamadır. “Kader” ifadesini anayasa oylaması diye düşünmek gerek. Anayasa oylaması demek, Türkiye toplumu ve Türkiye devletinin geleceğini belirlemektir. Millet İttifakı ve HDP kazanırsa o zaman yeni bir anayasa umudu doğacak. Bu bakımdan gerçekten kader ve temel bir oylamadır.
İktidarın gerek seçim bildirgesinde, gerekse kürsü konuşmalarında öne çıkardığı ‘Güçlü meclis vurgusunu da soralım. Durum öyle olmadığı halde Erdoğan neden bu vurguyu yapma gereği duyuyor?
Evet,16 Nisan’da meclis yetkilerinin önemli bir bölümü Cumhurbaşkanlığına geçirildi. O kadar ki en az beş ayrı kategoride Cumhurbaşkanlığı kararnamesi var. Bu beş kategorinin önemli bir kısmında meclisin sahip olduğu yetkiler Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacak. Bunlardan biri var ki, (Anayasa Madde 106, fıkra son) şöyle diyor: “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı, merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.” Bu bir anayasa hükmüdür. Bu yetki, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırılması demektir. Şimdi diğer hepsini bir yana bırakalım, bu madde varken siz “Meclis güçlendiriliyor” diyebilir misiniz? meclise ait olan bir yetkiyi, bir kişiye veriyorsunuz. Bu, Kanun-i Esasi’de bile olmayan bir yetkidir. Olamaz bu!
Dolayısıyla bu da bir algı operasyonu mu?
Tabii, doğru söylemiyor. Bu şundan olabilir; belki ummadığı bir siyasi denge değişimi ile karşılaştı. Bu siyasal riskin önüne geçmek için cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi gibi kavramsal bilgi kirliliğinde olduğu gibi, bu tür manipülasyon ögelerini kullanmak istiyor. Parlamentonun güç kaybetmesinin toplumda olumlu bir izlenim doğurmadığı görüldüğü için de bu ve benzeri kavramlarla bunu arttıracak. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kavramı nasıl resmi bir yalansa, bu da resmi bir yalan.
Zaten, getirilecek sisteme monokrasi diyorsunuz...
En ılımlı kavram olarak, monokrasi dedim. Çünkü monokraside anayasa var, anayasal maddeler var fakat “Anayasal maddeler değil, benim dediğim olur” diyorsunuz. Burada da bu geçerli. Siz bundan kalkarak İstanbul’u bir gecede iki ile ayırabilirsiniz. “Peki, niçin ayırdınız” diye soranlara, “Anayasa bana bu yetkiyi verdi” dersiniz. İşte bu monokrasidir!
"Meclis'te çoğunluğu kaybetmek erken seçimi gerektirmez"
Cumhurbaşkanlığı ile meclis aritmetiğinin farklı geliştiği bir tablonun erken seçimi doğuracağı söyleniyor. Zaten Erdoğan da bunun sistemi kilitleyeceğini savunarak, Cumhur İttifakı’nın mutlaka çoğunluğu alması gerektiğini söylüyor. Sizce böyle bir tablo erken seçimi zorunlu kılar mı?
Hayır. Tabii ideal olan yeni demokratik düzene geçiş açısından Millet İtitfakı ve diğerlerinin, hem Cumhurbaşkanlığını, hem de meclis çoğunluğunu alması. Ama alamasa bile demokrasi umudu korunacaktır. Böyle bir tablo, bu metnin sürdürülemez özelliğini ortaya koyacağı için Cumhurbaşkanı kendi yetkisi ile yetinmek zorunda kalacak, meclis ise “Tamam sen aldın Cumhurbaşkanlığını ama çoğunluğu da ben aldım, böylece bir denge kurulacak” diyecek. Dolayısıyla hiçbir şekilde erken seçimi haklı kılacak bir neden olmayacaktır.
Peki, Erdoğan bunu hesaplayamadı mı?
Bu, hesap edememenin ötesinde bir şey. Siz bir güç zehirlenmesine tabi tutulduğunuz zaman ne olur, herkes sizi alkışladığı zaman alkışlamayana kızarsınız. Tıpkı mahkemelerimizdeki yargılamalarda “Ben bunu söylemedim ki” dediğinizde, hakimin, “Sen öyle düşündün, niyetin oydu” demesi gibi. Burada da böyle bir durum söz konusu.
Peki, ‘Böyle bir tablo olursa sistemin tıkanmasına izin vermeyiz, A, B, C planlarımız var” ifadesindeki planlar ne olabilir?
Bir parti başkanı olan Cumhurbaşkanının ülke dışında böyle bir beyanda bulunmasının başlı başına vahim. Plan fikrini aklına getirmesi bile akla ziyandır. Türkiye’nin birikimine hakarettir.
Millet İttifakı’nın ve HDP’nin seçimdeki temel vaatlerinden biri parlamenter sisteme dönüş. Muharrem İnce, parlamenter sisteme geçiş için 2 yıllık bir restorasyon süreci olacağını söylüyor. CHP bu geçişi nasıl planlıyor? Bunun için ilk etapta neler yapılacak?
Bunu şimdiden yanıtlamak zor. Şu anda söyleyebileceğim şudur; kalan üç haftada -tabii cumhurbaşkanlığının ikinci tura kaldığı senaryosunda- muhalefet partilerinin bunun sürdürülemez olduğunu söyleyerek yeni anayasa umudu vermesi; ikincisi de ‘Biz alırsak bu yetkileri vaat ettiğimiz anayasanın ruhuna uygun olarak kullanacağız” demesi... Örneğin, Cumhurbaşkanı, Madde 106’daki yetkiyi kullanmayacak ya da kararnameyi zorunlu durumlar dışında kullanmayacak, meclis kullanacak. Hem psikolojik olarak, hem bilgi temelinde, hem de uzlaşma kompozisyonu çerçevesinde bir geçiş dönemi öngörmek ve şu yanılgıya düşmemek; bu İnce için de, Demirtaş, Akşener ve Karamollaoğlu için de geçerli; “Ben daha iyi cumhurbaşkanı olacağım diye değil, ben demokrasiye daha katkıda bulunacağım, ben yetkilerin asgarisini kullanacağım, yetkilerin ağırlığını meclis kullanacak. Çünkü Türkiye ancak o zaman anayasal denge ve denetim düzeneğinin, görev, yetki, sorumluluk üçlüsünün bulunduğu bir anayasal düzene doğru yürüyebilir” denilecek. Ve bu pozitif bir dille sürekli işlenecek. Burada güven vermek önemli. Ak Parti’ye oy veren kesimi dışlamadan, Türkiye’nin geleceği konusunda onların da bizim gibi kalplerinin attığı ama gerçeklerin onlardan saklandığını sürekli anlatmak gerekiyor.
Saha çalışmalarınızda siz bunu nasıl formüle ediyorsunuz?
Ben sahada kimseye “Bana oy verin” demiyorum. “Lütfen sandığa gidin, lütfen Türkiye’nin geleceğini oyladığınızı bilerek oyunuzu kullanın” diyorum.
İktidar sözcüleri OHAL’den rahatsız olanların teröristler ve destekçileri olduğu, günlük hayatı etkilemediği, seçimden sonra kaldırılacağı vs. argümanlarını tekrarlıyor. Ancak seçim kararının alındığı 18 Nisan’da OHAL’in yeniden uzatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birincisi, eğer OHAL teröristlere yönelik olarak uygulanıyorsa, terörist kimdir? Biliyoruz ki 16 Nisan’da “hayır” oyu verenler terörist ilan edildi. Şimdi ise Cumhur İtitfakı’na oy vermeyecekler potansiyel terörist olarak görülüyor. Bana göre iktidarı bırakmamanın meşrulaştırıcı argümanı olarak kullanılan terörist söylemi artık iflas etmiştir. Bu nedenle 24 Haziran’da verilecek oy, aynı zamanda, “OHAL’in kaldırılmasını mı, kalıcılaştırılmasını mı istiyorsunuz” oyu olacak. Yalnız şöyle bir şey de var; OHAL bizi ana meseleyi görmekten uzaklaştırmamalı. OHAL kaldırılsa da kanunlaştırılan OHAL KHK’leri var. İkincisi, OHAL kaldırılsa da 16 Nisan metni tümüyle yürürlüğe girerse OHAL’i aratmayacak zaten. Dolayısıyla OHAL kalksın ama kanunlaştırılan OHAL KHK’lerinin de kalkması gerek. Ve 16 Nisan metni yürürlüğe girmeyecek. Bunu net koymak lazım.
Anayasa Mahkemesi (AYM), CHP’nin seçimin kurallarının değiştirilmesine ilişkin yaptığı itiraz başvurusunu reddetti. Bu kararı bekliyor muydunuz?
Bekliyordum ama tabii AYM de bu kararı verdikten sonra artık bunlarla kafamızı yormamalıyız. Bunun bir seçim olmadığı, bunun bir demokrasi mücadelesi olduğu bilinciyle 24 Haziran yolunda bütün Türkiye’de yurttaşlarımızın daha uyanık olması ve sandığa sahip çıkması dışında bir seçeneğimiz yok şu anda.
Moral üstünlüğün muhalefette olduğu, iktidar blokunun zayıfladığı yönündeki yorumlar artıyor. Siz sahada nasıl bir atmosfer görüyorsunuz?
Gördüğüm, 7 Haziran türü bir denge değişimi olacak. Zaten 7 Haziran türü bir denge değişimi kazanmak demektir. Türkiye’nin kazanması demektir. Böyle bir beklenti, böyle bir arayış var bunu görüyorum. Bunu elde etmek, hem cumhurbaşkanlığı, hem mecliste kazanmak için 24 Haziran’a kadar biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarımız hariç olmak üzere, başka bir şeyle uğraşmayalım diyorum.