Prof. Kaboğlu: Zarrab davasının muhatabı Türkiye değil, doğrudan AKP

Prof. Kaboğlu: Zarrab davasının muhatabı Türkiye değil, doğrudan AKP

İmza attığı Barış Bildirisi gerekçe gösterilerek, KHK ile ihraç edilen akademisyen Prof. İbrahim Kaboğlu, ABD'de süren ve iş adamı Reza Zarrab'ın tanık statüsüne geçtiği davaya ilişkin olarak, "Kamuoyu da, kim bu 20’lerindeki çocuğu Türkiye’nin kahramanı yaptı diye sorgulayabilir. Keza ortada, bir çocuğun altından kalkamayacağı rakamlar, büyük bir düzenek olduğu açık ve bunun doğrudan muhatabı AKP" dedi. 

BirGün'den Meltem Yılmaz'a konuşan Kaboğlu'nun açıklamaları şöyle:

»Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi, 11 Ocak 2016’da, Türkiye’de 89 üniversiteden 1128, yurtdışından 355’i aşkın akademisyen ve araştırmacının imzasıyla duyurulmuştu. Hemen ardından, metne imza atan 1128 akademisyen “terör örgütü propagandası yapmak”la suçlandı. Söz konusu davanın ilk duruşması yarın görülecek. Bu davadan ne bekliyor, ne öngörüyorsunuz?

Öngörmek zor, zira olayın geçmişi belli ama geleceği belli değil. Geçmişinde, Türkiye’de Kürt sorununa yönelik barış süreci AKP hükümeti tarafından kamuoyu önünde başlatıldı ama onun da ötesinde Oslo’da başlayıp Dolmabahçe’de devam eden görüşmelerle bir de perde arkası oldu. Ve bu görüşmelerle eylemler sırasında hep ‘terör örgütü’ adı verilen PKK lideri ile önde gelenleri muhatap alındı. Ama ne zaman ki AKP, 7 Haziran 2015’te iktidarı kaybetme eşiğine geldi, o zaman yörüngesini değiştirdi. 1 Kasım seçimlerinde sonra ise Kürt sorunu unutularak, Başkanlık rejimi ve anayasa tartışmaları konusu ile gündeme geldi. Ne ki, 15 Temmuz Darbesi de olunca yepyeni bir gündem oluştu.

»Yani gündem sürekli değişti. Peki değişmeyen neydi? Türkiye’nin 2015’i çok büyük katliamlarla geçirdiği gerçeği değişmedi. Öyle ki, Sivas’ı, Tokat’ı, Maraş’ı, Çorum’u unutur hale geldik. Zira 2015 Suruç’tan başladı, Ankara’daki büyük katliama kadar sürdü. Ve devletin zirvesi, Ankara’da yaşanan büyük katliama terör bile diyemedi, “kokteyl” terör dedi. Orada yakınlarını kaybeden kişilerin yakınlarının yasını utmalarına izin verilmedi. Bu çok acı bir şey, toplumsal barışın değil savaşın tohumlarını eken bir şey. Dolayısıyla biz akademisyenlerin imza attığı ve 11 Ocak 2016’da açıklanan bildirinin yazımının ortam ve koşulları bu şekildeydi. Bir başka deyişle Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam kesinlikle bir barış ortamı değildi.

»Bu noktada sürekli bildirinin içeriği tartışma konusu haline getiriliyor. Ve bildiriyi kimin kaleme aldığı… Bakın, bildirinin içeriğini kelimesi kelimesine paylaşmak şart değil. Biz, yüzlerce sınav kağıdında aynı soruyu soruyoruz ama hiçbir kağıdın diğeri ile örtüşmeyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla böyle bir bildiriyi siz yazsanız farklı yazarsınız ben yazsam farklı yazarım. Ama burada dikkat edilmesi gereken konu, mesajın ne olduğu. Bu bildirideki mesaj, şiddete son ve barışa çağrıdır. Bu çerçevede, bu mesajın suç olup olmadığına bakacaksınız. Gerisi garnitürdür, ikincildir ve tartışılabilir. Bir metnin suç unsuru olması için savaşa ve şiddete çağıran, etnisite kavgası öngören, aşağılayıcı, hakaret edici unsurlar içermesi gerekiyor. Bu bildiriyi kimlerin kaleme aldığı konusuna gelince, bu bildiriyi tabii ki 1128 kişi hep birlikte yazamaz. Bir grup yazar.

»Sizin de vurguladığınız gibi, barışa çağrı yapan bir mesaj içeren bildiri, suç unsuru olarak değerlendiriliyorsa, bu davaya hukuki değil, siyasi bakılması gerektiğine kuşku yok. Peki, Türkiye’nin akademisyenler ve gazeteciler konusu başta olmak üzere, hayata geçirdiği hukuksuz karar ve uygulamalara AB’den gelen reaksiyonun arttığı, bunun yanında ABD’de Rıza Sarraf davasının başladığı böyle bir dönemde, içerideki siyasi davaların gidişatı nasıl etkilenir? Türkiye’de sözünü ettiğimiz davalar, darbe girişimi ve OHAL ile gündeme gelen ve bununla açıklanabilen davalardır. Dolaysıyla bu davalar, evet siyasal davalardır. İşte tam da bu süreçte, İçerde siyasal davalar devam ediyorken, bir anda büyük bir patlak olarak Rıza Sarraf davası çıktı. Sarraf iki hafta önce Adalet Bakanı tarafından “vatandaşımız” diye korunurken şimdi bir anda hain, satılmış oluverdi, 180 derece dönüş.

»Bu dönüşler çok sık tekrarlanmaya başladı, değil mi? Evet, bu tür şeyler az değil bizde. Mesela Kaddafi devrilmeden birkaç hafta önce, Sayın Erdoğan’a ödül vermişti. Ama Kaddafi ne zaman ki iktidardan düşme eşiğine geldi, Ankara Kaddafi’ye karşı uluslararası güçlere hemen teslim oldu ve taşlanarak öldürülmesine yardımcı oldu. Suriye’yi saymıyorum bile. Politikalar bir günden öbür güne bu kadar değişiyorsa demek ki yanlış var. Şimdi benzer şekilde, geçmişte büyük işadamı, vatansever olarak ödül verile Rıza Sarraf meselesinin yanında off shore hesapların ortaya çıktığı Man adası konusu, esasen AKP yönetiminin başından beri hukukla hoşnut olmayışının bir sonucu. Oysa devlet otoriter de olsa o yönetimin de hukuk kuralları olur ve gözetilir de.

»Bir başka deyişle, şimdi AKP yönetiminin hukukla olan sorunu sadece içerde değil, dışarda da ortaya çıkmaya başladı. Bunun bedeli daha ağır olur gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?  Elbette uluslararası ilişkilerde hukuku dolanmanın çok daha ağır bir bedeli var. Evet içerde öğretim üyelerini yargılayabilirsiniz, gazetecileri içeri atabilirsiniz, medyayı tekelinize alıp sürekli olarak muhalifleri suçlu ilan edersiniz ve size oy verenlerin bir yandan beynini yıkarken diğer yandan maddiyat dağıtırsınız ama dışarda, özellikle parayla bağlantılı dış ilişkilerde hukuku dolanmanın bedeli çok ağır olacak.

»Az önceki soruma, yani dışardaki bu tablonun, içerdeki siyasal davaları nasıl etkileyeceğine, geri dönelim isterseniz… İki senaryo var, “biz gücümüzü dışarıya verelim, içerde daha çok muhalif yaratmayalım” denilebilir. İkinci senaryo da, AKP bugüne kadar sürdürdüğü politikayı devam ettirerek, “ne pahasına olursa olsun 2019 seçimlerini ya kazanacağım ya kazanacağım, dışa karşı dışa karşı ne kadar meydan okuyorsam içerde de aynı şeyi yapacağım” diyebilir. O durumda Türkiye’nin çifte kaybı olacak hem dışa karşı otoriter görüntüsü artacak hem de içerde muhalifler cephesi artacak.

»Peki, aynı soruyu bir diğer boyuta ilişkin sorayım: Rıza Sarraf Türkiye’nin davası mıdır ve davanın iç siyasete yansıması, mevcut göstergeler ışığında, ne şekilde gerçekleşir? Davanın Türkiye siyasetine yansıması konusunda yine iki senaryodan söz edeceğim. Birincisi AKP’nin içinde homurtular oluşur ve bu çatlaklara yol açar, böylece bir temizlik harekatı başlar. Kamuoyu da, kim bu 20’lerindeki çocuğu Türkiye’nin kahramanı yaptı diye sorgulayabilir. Keza ortada, bir çocuğun altından kalkamayacağı rakamlar, büyük bir düzenek olduğu açık ve bunun doğrudan muhatabı AKP. İkinci senaryo da, iktidar cephesi bu davayı ABD düşmanlığı, FETÖ tezgahı, CHP iftirasına dönüştürebilir ki gidişat o yönde görünüyor.

»AKP, iktidara geldiğinden beri sürekli bir söylem değişikliği, siyaset değişikliği içerisinde, malum. Son dönemde de Atatürkçü görünme, bu yönde bir algı yaratma gayreti söz konusu. Peki, iktidar partisinin sürekli makas değişikliği yapmasında, kendi yarattığı hukuksuzluk ortamı ne kadar etkili? AKP, Atatürk dönemindeki tüm kazanımları kötülemek için elinden geleni yaptı. Ancak şimdi, Atatürk’ün bağımsızlığını, zor zamanlarda neler yaptığını, Kurtuluş savaşının anlamını, laikliğin ve ortak söylemin önemini, kapsayıcı ilkelerin sırada şeyler olmadığını fark etmiş olabilir. Niyetlerini okuyamam, zaten hukukçu olduğum için de okumamak durumundayım.

»Peki o zaman tersinden sorayım: İktidar partisinin hukuka bakışı bu kadar sorunlu olmamış olsaydı, bunca söylem/ siyaset değişikliğine gitmek zorunda kalır mıydı? Kalmazdı çünkü Anayasa’ya asgari saygı bile bütün bu değişiklikler yapmasına gerek bırakmazdı. Özellikle, 24. Maddenin son fıkrası yani dinin politikaya alet edilmesi yasağı ile 70. Maddenin, yani kamu hizmetine girişte bu hizmetin gerektirdiği özelliklerden başka bir özellik aranmaması gerekliliği… Bu iki kural, ne yazık ki hem hep ellerinin tersiyle ittikleri hem de hayata geçirilmemesi, işi bugünlere taşıyan kurallar oldu. Dahası, bırakın Anayasanın dışına çıkmayı, Anayasanın içine hiç girmediler ki. Ben o sırada Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı yatığım için yakından gözledim. »Ne gözlemlediniz? Kerhendi hukuka uymaları, zorlaya zorlaya. En demokrat söylemleri dillendirdikleri zaman bile. Türkiye’de liberaller AKP’ye inandığı zaman ben, siz Demokrat Parti’nin yaptığını yapmaya başladınız diyordum.

»Yani siz bugünlere gelineceğini öngörüyordunuz? Tabii ki. Öngördüğüm için mahkeme koridorlarına sürüklendim. Esasen FETÖ kanadı beni sürükledi. Şimdi onlar da, FETÖ’nün yaptığını devam ettiriyorlar. Bakın, nasıl bir çelişkidir ki, hukuksuz bir şekilde pasaportuma el konulmuş olması nedeniyle yurtdışına çıkamayan bir Kaboğlu, daha dün skye üzerinden katıldığı AB ile ilişkiler toplantısında, Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi savunuyor.

»Şimdi? Tüm bu davaların, suçlamaların, düşmanlıkların ortasında; ne tür bir dönemden geçiyoruz? Şu an en dipteyiz. Herkesin düşmanlaştırıldığı, herkese nefret kusulduğu, Türkiye içindeki akademisyenlerden tutun, ABD’ye kadar Avrupa’ya; Esad’dan Kaddafi’ye, Sisi’den Ganuşi’ye kadar herkesin düşmanlaştırıldığı bir dönemde dibe vurmuşuz demektir. Çıkış ancak bundan sonra yakalanabilir. Bunun için de muhalefet cephesinin Hayır döngüsünü aşması gerekir. Evet’in yüzünü göstermek, demokratik Anayasa, parlamenter sistem, insan hakları için evet demek gerekir.

***

Parlamenter sisteme geri dönülecek

»AKP, 2019 seçimlerinde başkan adayını koyacak. Diğer yandan muhalefet de, parlamenter sisteme geri dönüş vaat edecek. Muhalefetin adayının seçimi alması durumunda, süreç nasıl işler?  2019 seçimlerine, 16 Nisan metninin açtığı usul doğrultusunda gitmek gerekiyor. Önce yerel seçimler ve sonra, meclis ve başkan seçimini yapmak. Ancak şu anda aday belirleme zamanı değil, şu anda anayasa konusunda T.C’nin ulusal ve uluslararası ölçekte kazanımları nelerdir, bugüne kadar mecliste ne tür uzlaşmalar oldu, sivil toplum emeği nedir; bunları saptamak ve CHP’den İyi Parti’ye, HDP’ye, ÖDP’ye Saadet Partisi’ne kadar hepsi bu sözünü ettiğim asgari müştereklere sarılmalı. Ve 2019 seçimlerine kadar bu ortak paydalara gidilmeli. Bu şekilde, sıkı çalışılması durumunda çok büyük ihtimalle Türkiye parlamenter sisteme geri dönecektir.

***

Parçalara değil bütüne bakmak lazım

»Nuriye Gülmen geçtiğimiz günlerde tahliye edildi. Son dönemlerde birtakım davalarda kamuoyunun gazını almak gibi bir hava var sanki. Ona aldanmayalım. Nuriye Gülmen serbest bırakıldı diye elbette insan olarak seviniyoruz ama olmaması gereken yapılmıştı zaten. Bu tahliyeden bir tür nema payı çıkarmaya hakları yok. Tabloyu bütüncül okuma gereğini her zaman muhafaza etmek durumundayız. Nasıl ki iktidar partisini Atatürkçü söylemleri nedeniyle sahtekarlıkla suçlamamamız gerekiyorsa, bu kadarlarda da adaletli kararlar çıkıyor diye alkışlamak hatalı olur.