Prof. Murat Belge, Taraf gazetesinde yayımlanan “Vermezsen 400’ü” başlıklı yazısında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla hâkim karşısına çıktı. 1 yıldan 4 yıl 8 aya kadar hapsi istenen T24 yazarı Murat Belge’nin yargılandığı Kartal’daki Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın bugünkü ilk duruşması 20 Eylül'e ertelendi. Duruşmanın ardından basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Belge, "Türkiye'nin en kalabalık kulüplerinden birisine üye oldum. Tayyip Erdoğan'a hakaret edenler kulübü. 2 bin kişi kadar olmuşuz" dedi.
Belge'ye destek için Nobel ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk ve Jale Parla ile Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner adliyeye gitti.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın avukatlarından Ahmet Özel, Prof. Murat Belge’nin Taraf gazetesinin 8 Eylül 2015 tarihli “Körlemesine bir gidiş” ve 12 Eylül 2015 tarihli “Vermezsen 400’ü” başlıklı yazılarında ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ suçu işlediği iddiasıyla şikâyetçi olmuştu.
Adalet Bakanlığı’nın kovuşturma izni vermesinin ardından Prof. Murat Belge, ocak ayında savcılığa ifade vermişti. Belge’nin “Körlemesine bir gidiş” başlıklı yazısı hakkında takipsizlik kararı verilirken, “Vermezsen 400’ü” başlıklı yazısıyla ilgili olarak savcılıkça hazırlanan iddianame, İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nce kabul edilmişti.
Dava konusu yazının aktarıldığı iddianamede, Murat Belge’nin hangi ifadesiyle Cumhurbaşkanı'na hakaret ettiğine yer verilmemişti.
TCK 299 1/2 kapsamında hakkında 1 yıldan 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istenen Prof. Murat Belge, avukatı Haluk İnanıcı’yla Kartal’daki Anadolu Adalet Sarayı’nda hâkim karşısına çıkacak. Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nce görülecek davanın ilk duruşması bugün 09:50’de görülecek.
Prof. Murat Belge’nin 12 Eylül 2015’te yayımlanan yazısı şöyle:
Herkes soruyor: “Ne oldu da buraya geldik?” “‘Barış’ derken, ‘Çözüm süreci’ derken, buraya neden ve nasıl geldik?”
Soruya cevap verenlerden biri de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dı. “Bir partiye 400 milletvekili verilmedi, onun için böyle oldu” dedi Tayyip Erdoğan.
Türkiye toplumunda, öteden beri, söylenmesi soyut kaçacak bir sorun vardır: nedensellik sorunu. Bir şeyin “neden”i olarak öne sürülen olgu, “neden” falan olmayacak bir nesnedir. Bu, en üst düzeyden başlar. Örneğin, “Bir Türk dünyaya bedeldir”! Neden? Cevabı zaten önermenin içinde: “Türk olduğu için”! Peki, sizce bu bir “neden” mi? Böyle bir “nedensellik” olabilir mi?
Şimdi, tırmanan bu kanlı olaylar ve bir açıklama: “çünkü 400 milletvekili vermediler”! Nasıl bir bağlantı olabilir bu iki olgu arasında?
Kürt silâhlı hareketini yürüten kurul 7 Haziran’dan önce bir toplantı yaptı; “Seçmen bir partiye 400 milletvekili vermezse saldırıya geçelim” diye karar mı verdi?
Tabii böyle bir şey demiyor, Tayyip Erdoğan; “Benim partim 400 milletvekiliyle Meclis’e girse ve benim istediğim anayasa değişikliklerini yapsa, yani bana istediğim sınırsız yetkileri verse, ben bunlara meydan vermezdim” demek istiyor. Peki, öyle olsaydı, PKK saldırıya geçmez miydi? “Adam istediği yetkileri aldı; bizim iş yaş. Burayı terk edelim, And Dağları’na çıkalım” mı diyeceklerdi?
Ya da, tersinden bakalım: işte TSK, işte polis, işte vali, işte kanun, nizam! 400 milletvekili olmayınca bunlar da çalışmaz, işlemez hale mi geliyor? 400 milletvekili olmayınca Tayyip Erdoğan bu işi bitirmek için gerekli “emirler”i veremiyor mu?
Yani, neresinden baksak, “açıklama”, açıklamaya teşebbüs ettiği fenomeni açıklamıyor. Yani, Türkiye’de epey alışık olduğumuz üzere, gene bir “nedensellik” kusuru var.
Öyle mi?
Yoksa, bakmadığımız bir açı kalmış olabilir mi?
Olabilir. “Asıl” açıdan bakmadık henüz.
“400 milletvekili vermediler. Anayasayı istediğim gibi değiştiremiyorum. Bunun bir nedeni de bu heriflerin yüzde 10 baraj üstüne çıkıp bana bedavadan gelecek milletvekilliklerini kendileri almaları.”
Bu düşüncelerin zaten öyle gizli kapaklı bir yanı yok. Tayyip Erdoğan da zaten üç aşağı beş yukarı bunları kendi ağzıyla söylüyor.
Ama bu da iki ayda oluşan kan gölünü açıklamaya yetmiyor.
Bir adım daha ileri götürmemiz gerekiyor, yukarıdaki değerlendirme zincirini: “Madem böyle oldu, yapılacak tek iş hükümet kurulamaz bir ortam yaratıp seçimleri yenilemek. HDP’yi yeniden yüzde 10’un altına indirmek ve anayasayı değiştirecek kadar olmasa da tek başımıza hükümet kuracak sayıda milletvekili çıkarmak.”
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ama bunun bir mantığı var. Var da, koşullar değişmeden, çerçeve değişmeden, nasıl olacak bu? HDP’ye oy verenler, niçin beş altı ay sonra bundan vazgeçip oylarını AKP’ye versinler?
Onlara bunu yaptırtacak bir ortamın biçimlenmesi gerekiyor. Bu da, şu şimdi gördüğünüz çatışma ortamında olabilir. PKK’nın ayağına basarsan, o zaten belirli nedenlerle dünden razı ve hazır, saldırıya geçer. HDP’yi de onların kucağına doğru itelersin. Fiilen itemesen de seçmenin gözünde öyle görünmelerini sağlarsın. “Onlar yapıyor” dersin. Oylar geri gelir.
Evet, bu açıdan, bu çerçevede bakınca, “nedensellik” yerli yerine oturuyor. Bütün o “çözüm süreci” vb. edebiyata rağmen, böyle bir senaryo Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa bakışının genel çizgileriyle de çelişmiyor.
Bunun böyle olduğunu görmeyen de kalmadı sanıyorum. En başta Tayyip Erdoğan’ın yanında kenetlenenler, hepsi bunu görüyor.
“400 milletvekili vermediler, ondan oldu” sözü de ağızdan kaçmış bir söz değil; o da “Siz vermezseniz ben de böyle yaparım” anlamıyla, stratejinin gerekli bir parçası.
Murat Belge'nin 8 Eylül 2015'te soruşturmaya konu olan ve takipsizlik kararı verilen "Körlemesine bir gidiş" başlıklı yazısı şöyle:
Memlekette yine kan gövdeyi götürüyor. Neden? Çünkü Tayyip Erdoğan 7 Haziran seçim sonuçlarından memnun kalmadı; “tekrar seçim” diye benzeri görülmemiş, umduğu sonuçları alacağını umduğu yeni bir seçime götürüyor memleketi. Onun memleketi “tekrar seçim”e götürmesi için memlekette kan gövdeyi götürmesi gerekli. Bunun açıklamasını da yaptı Tayyip Erdoğan: “400 milletvekili verselerdi böyle olmazdı” dedi. Veciz bir açıklama. Hep söylerim, çeşitli kusurlar bulabilirsiniz, ama “açık sözlü” bir şahsiyettir, Tayyip Erdoğan.
Yani, AKP’ye Tayyip Erdoğan’ın istediği anayasayı yapabilir sayıda milletvekilliği vermedikçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaş ve seçmenleri, “tekrar seçimler” tekrarlanabilir, memlekette de kan gövdeyi götürebilir.
Tayyip Erdoğan yalnız “açık sözlü” olmakla kalmıyor; ayrıca, “sözünden dönmez” biri. Dönmeyeceği o sözü gerçekleştirmek üzere her şeyi de “göze almış” biri. Yani, lafın kısası, “Acaba vazgeçer mi?” diye umutlanmanın gereği yok. Vazgeçmez.
“Seçim tekrarlamaktan vazgeçmez” demek istemiyorum. Ondan derhal vazgeçebilir –umduğu sonuçların gerçekleşmeyeceğini gördüğü anda vazgeçer. Ama “tekrar seçim”le ulaşmayı hedeflediği şeyden vazgeçmez. Seçim 1 Kasım olmasın da 1 Ekim 2016 oluversin. Memlekette biraz daha kan gövdeyi götürüversin. Zaten götürdükçe, 400 milletvekili ihtimali güçleniyor –bu “hesaba” göre.
Tayyip Erdoğan kendisi için en iyi siyasetin bu olduğuna karar vermiş. Peki, bu Türkiye için “en iyi siyaset” mi? Hattâ, AKP için “en iyi siyaset” mi? Hayır. Her ikisi için de, “en kötü siyaset”.
Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın “siyaset”leri hakkında bir fikir oluşturmaya başladı. Bunun nasıl bir fikir olduğu, seçmen sayısı artarken, AKP oylarının azalmasında kendini belli ediyor. Bu yönelişin önümüzdeki “absürd tekrar seçim”de de devam edeceğini tahmin ediyorum. Ama tabii o seçim ne gibi koşullarda yapılır, Erdoğan’ın açık tehditleri ne kadar etkili olur –bu gibi olağandışı koşulların neyi nasıl değiştireceğini kestirmek kolay değil. Gene de, seçmenin Tayyip Erdoğan’a 7 Haziran’da bayağı açık bir beyanda bulunduğuna, o bu beyanı anlamamakta ısrar ederken seçmenin de beyanında ısrar edeceğine inanıyorum. Umarım yanılmam.
İşin seçmen cephesi böyle de, AKP cephesi pek böyle değil: Tayyip Erdoğan AKP’yi ipnotize etmiş gibi bir durum var –hiç değilse önemli bir kesimini.
AKP’liler, partili olsun, destekleyen tabandan olsun, 2002’den beri Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’nin birbirini izleyen zaferlerini görmeye alıştılar. Öyle alıştılar ki, Tayyip Erdoğan, “dediğim dedik” tavrıyla, bu başarılarla özdeş görünüyor. Oysa gerçek durum böyle değil. Tayyip Erdoğan sınırlı bir görüşü, dolayısıyla sınırlı bir manevra alanı olan bir önder. Partililerinin sandığının tersine, zor zamanların adamı da değil. “Zor zaman”da inat etmek bir “mertlik gösterisi” sayılabilir. Ama inat, bir “başarı garantisi” falan değil, tam tersine, varolan krizi uzatan ve derinleştiren bir tutumdur.
Tayyip Erdoğan “Kemalist müesses nizam”ın muhalefetiyle karşılaşacağını bilerek geldi ve karşılaştı. Ancak, o “müesses nizam”, çok önemli bir araçtan, “dış destek”ten yoksundu. Bu nedenle kolu kanadı kırıktı, alışılmış eylemlerini yapamadı. Gezi direnişiyle birlikte Erdoğan, işin başında hesaplayamadığı bir dirençle karşılaşmaya başladı. Bilmediği sularda kararlarını da yanlış vermeye başladı. Gezi’ye karşı tavrı birinci büyük yanlışıydı; yolsuzluk sorunu ortaya çıkınca yanlışlar çoğaldı ve büyüdü ve hâlen de böyle devam ediyor. Bir yanlışı örtmek için daha büyük bir yanlış yaparak her şeyi tırmandırıyor.
Bu sakat sürecin sonunda enkaz altında kalacak şey, sadece Tayyip Erdoğan’ın yanlış siyasetleri olmayacaktır.