“Ufukta 21. yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor… Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma görünüyor.”
Bu sözler, dünya akademilerinde de tanınan Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Sencer Ayata’ya ait.
Yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) kısa süre içinde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme getirerek tartışılmasına da yol açtı. Dünya düzeni, Koronavirüs salgınından sonra değişebilir mi?Bu soruya ilişkin olası yanıtlar da tartışma gündemine giriyor.Türkiye ve dünyadaki bu tartışmalar eşliğinde, geçen yasama döneminde parlamentoya ve CHP yönetimine giren, bir dönem Harvard Üniversitesi’nde ders veren ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata ile mevcut krizde ve dünyada sosyal demokrasinin konumu ve durumu hakkında konuştuk.
Prof. Ayata, dünya nüfusunun yüzde 40’ının sağlık sigortası bulunmadığına dikkat çekerek, küresel salgın vesilesiyle “evrensel sağlık sigortasının ne kadar gerekli olduğunun” da anlaşıldığını ifade etti. Son 40 yılda “ekonomiye ve özellikle bilgi yoğun sektörlere yaptığı pozitif katkı nedeniyle eğitime tüm dünyada daha fazla önem verilmeye başlandığını” hatırlatan Ayata, artık aynı önemin, “hatta daha fazlasının” sağlığa verilebileceğini vurguladı.
Kamu kurumlarındaki özelleştirmelere de dikkat çeken Prof. Dr. Ayata, “Son yıllarda neo-liberal kuralsızlaştırma anlayışı kapsamında kurumsal yapılar alabildiğine zayıflatıldı. Salgın en etkin devletlerin bile yönetişim ve eşgüdüm konusunda ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koydu” görüşünü paylaştı.
“Türkiye’de siyasi iktidar sağlık sisteminin kamusal tarafını zayıflattı” değerlendirmesini yapan Prof. Ayata, “Oysa sağlık öncelikle kamu yararının, toplumsal yararın gözetilmesi gereken bir alan. Özelleştirilen hastaneler ve sağlık kuruluşları özel şirketler gibi piyasanın gereklerine uymak zorunda” diye konuştu.
Sencer Ayata, Avrupa ve ABD’deki sol adayların aldığı başarısız sonuçlardan sosyal demokrasi ile sol popülizm arasındaki farka kadar birçok konuya değindiği söyleşide, “Neo-liberal politikalara ve hegemonyaya karşı tepki tüm dünyada yükseliyor” görüşünü dile getiriyor ve ekliyor:“Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı. Ama yerine ne konacak? Ne kadar kamu ne kadar piyasa? Kültürel kimlik politikaları? Ne kadar farklılık ne kadar ortak özellikler? Ne kadar mavi yakalı işçi sınıfı ne kadar yeni toplumsal güçler? Sorun sömürü, otoriter baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, otoriter baskı altında ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset oluşturmak. Bir büyük senteze ihtiyaç var…”
Prof. Dr. Sencer Ayata’nın, T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Yeni tip Koronavirüs salgını sebebiyle başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok noktasında sağlık sistemlerine büyük yük bindi. Sizce bu durum, insanları ve yönetimleri ‘sosyal devlet’ anlayışına yaklaştıracak mı? Koronavirüs salgını, dünyada sosyal demokrasi anlayışında neyi değiştirecek?
Süreç sırasında ve sonrasında kamu sağlığı politikalarının öneminin artacağı kuşkusuz. Bu, kamu harcamaları içerisinde sağlık ve sağlık harcamaları içerisinde de kamu kesimi harcamalarının artacağı demektir. İlk akla gelen sağlık altyapısı ve halk sağlığıdır. Yani çevre koşullarının daha sağlıklı hale getirilmesi, koruyucu sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi. Son 40 yılda ekonomiye ve özellikle bilgi yoğun sektörlere yaptığı pozitif katkı nedeniyle eğitime tüm dünyada daha fazla önem verilmeye başlanmıştı. İktidarların performanslarının değerlendirilmesinde kamuoyu “eğitim” üzerinde ağırlıkla duruyordu. Şimdi aynı önemin, hatta fazlasının sağlık politikalarına verileceğini söyleyebiliriz.
Yine bu kapsamda evrensel sağlık sigortasının ne kadar gerekli olduğu da anlaşıldı. Herkesin kapsamlı bir sigortayla güvenli, etkin ve nitelikli tedavi imkânlarına kavuşturulmasının önemi görüldü. Halihazırda dünya nüfusunun yüzde 40’ının sağlık sigortası yok. Sigorta kapsamının, sağlık altyapısının ve hizmetlerinin geliştirilmesi ancak kamu kesiminin daha büyük oranda yetki ve sorumluluk almasıyla sağlanabilir.
İkincisi, devletin yalnızca sosyal politikalar değil mali ve ekonomik alanda da öne çıkacağı açıkça görülüyor. İflas ve işsizlik korkusu tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Talep, tüketim ve yatırım düşüyor. Dünya ekonomisin bu sene en az yüzde dört küçüleceği bekleniyor. Bu nedenle dünyanın hemen her yerinde genişleyici para politikaları ve mali politikalar izlenmeye başlandı. Vergi ve borç ertelemeleri, gelir destekleri, teşvikler. Özel şirketleri kurtarma amaçlı devlet müdahalelerinin çoğalması söz konusu. Lufthansa’nın devletleştirileceği konuşuluyor. Salgın sonrasında bu eğilimin ekonomiyi canlandırma politikaları olarak devam edeceği anlaşılıyor.
Yine son yıllarda neo-liberal kuralsızlaştırma anlayışı kapsamında kurumsal yapılar alabildiğine zayıflatıldı. Salgın en etkin devletlerin bile yönetişim ve eşgüdüm konusunda ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koydu. Kamu hizmetlerinde ve genel olarak devlet örgütlemesinde köklü bir reorganizasyon ihtiyacı belirdi.
Bir başka önemli gelişmenin daha altı çizilebilir. Ticaretten finansa, eğitimden kamu hizmetlerine, haberleşmeden kültür-sanata tam bir online iletişim patlaması yaşandı. Salgın uzadıkça bu alan daha da genişleyecek ve kalıcı izler bırakacak. Büyük bir dijital dönüşüm için devletin, dijital okuryazarlığın artırılması dahil, bilimsel ve teknolojik altyapı yatırımları hızla yükselecek.
Şu ana kadar uluslararası dayanışma da sivil toplum dayanışması da çok zayıf kaldı. AB dahi üye ülke devletleri üzerindeki bütçe kısıtlamalarını biraz gevşetme dışında bir şey yapamadı. Çünkü devletler dışında halka doğrudan sorumlu olan başka güçler ve kurumlar yok. Danimarka Maliye Bakanı gelinen noktayı şöyle özetledi:
“Devletin vatandaşı ve toplumu koruma konusunda yapacaklarına ilişkin üst sınır kalmadı.”
Öyle görünüyor ki ekonomi programları hazırlanırken ekonomik ve sosyal olan birlikte düşünülecek. Bu, ekonomik önlemlerin sosyal boyutlar dikkate alınarak hazırlanması demek. “Sosyal ekonomi” ekonomik liberalizme değil, esas itibarıyla sosyal demokrasiye yakın bir alan. Üçüncüsü, çöken dünya ekonomisi Büyük Buhran’dan devletin ekonomiyi canlandırıcı önlemler alması sonucu çıkmıştı. Yani devlet müdahalesini ve toplam kamu harcamalarını artıran politikalarla. Dünya şu anda bu doğrultuda ilerliyor. Ufukta 21.Yüzyıl koşullarında bir “New Deal” görünüyor.*
Tıp ve bilim, yani küresel alan nasıl bir rol oynayacak?
Evet bilim evrensel. Ama örneğin üniversitelerin finansmanında devlet önemli rol oynuyor. Burada ikilem ‘ulusal mı bilim mi’den çok ‘bilim mi gelenek mi’? Çeşitli ikilemleri tartışıyoruz. Bireysel mi kolektif mi? Ulusal mı küresel mi? Özgürlük mü güvenlik mi? Uçların zayıf ve güçlü yanları değerlendiriliyor. Ama iki konuda ağırlık merkezinin hangi tarafa yöneleceğine ilişkin daha kolay tahmin yapabiliriz. Kamu mu özel mi? Kamu. Bilim mi gelenek mi? Ufukta, gücünü bilimden alan uzmanın otoritesinin geleneksel otoritenin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir Aydınlanma görünüyor.
Donald Trump’tan Boris Johnson’a birçok popülist lider, başlangıçta bu virüsü küçümserken, sonra bir anda söylem değiştirdi. Bu durum gelecekteki seçimleri nasıl etkileyecek?
Salgın doğal afet sorunu. Ama devletin salgınla başa çıkmak için ne yaptığı, ne yapmadığı siyaset sorunu. Johnson “Herkes virüse yakalanacak, bütün ülke bağışıklık kazanacak, böylece tehlike savılacak” dedi. Çok geçmeden tam dönüş yaptı, sıkı önlemler getirdi. Yeni seçildi, önünde uzun dönem var, o nedenle şimdiden tahmin yapmak zor.
Ama Trump için durum farklı. Yakın zamanda doğal afetin tahribatı kaybolmadan seçime girecek. Trump’a karşı çok güçlü bir muhalefet var. Toplumu kutuplaştırdı ve kurumlara karşı güven zayıflattı. Bu sürecin başından itibaren büyük yönetim zafiyeti gösterdi. “Çin’in sorunudur” diyerek Amerika’yı farklı ve üstün göstermeye çalıştı. Virüs vakalarını gizlemeye çalıştı. Daha sonra “solun komplosu”, “başkanı yargıya gönderme çabası”, “bir çeşit şaka”, “bu bir oyun” gibi sözler sarf etti. Ve vaka sayısı dünya rekoru kırdı. Gelinen noktada Trump telafisi zor bir maliyetle yüzleşmek zorunda.
Amerika’da sağlık sisteminin tüm zaafları ortaya çıktı. 40 milyon Amerikalı salgına sigortasız yakalandı. Tıpta mucizeler yaratan bir ülkede özel sağlık sisteminin donanım eksikliği su yüzüne çıktı. Salgının en ağır koşullarda yaşandığı New York’ta bazı hemşirelerin maske yerine çöp torbası kullandığı görüldü. Ekonomide şimdiden çok ağır hasar var. Daha ilk haftada büyük istihdam kaybı oldu. Ülke bir yıl sonra ağır bir ekonomik kriz ortamında seçime girecek. Kamu hizmetlerini hep geri plana iten dünyanın en zengin ve en donanımlı ülkesinin nasıl bir çöküntü yaşadığı açıkça görülüyor. Kriz sistemlerin zayıf ve güçlü yönlerini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Türkiye ve birçok ülkede kamu kurumlarının özelleştirilmesi son yıllarda bir norm haline geldi. Sizce Koronavirüs krizi, bu gidişatı değiştirecek mi?
Türkiye’de siyasi iktidar sağlık sisteminin kamusal tarafını zayıflattı. Oysa sağlık öncelikle kamu yararının, toplumsal yararın gözetilmesi gereken bir alan. Özelleştirilen hastaneler ve sağlık kuruluşları özel şirketler gibi piyasanın gereklerine uymak zorunda. Arz-talep, kâr-zarar hesabı yaparak hareket etme durumunda. Bu nedenle karşılaşılan hemen her ülkede, özel sağlık kuruluşları tıbbi malzeme ve personel yetersizliği sorunuyla karşılaştı.
Türkiye’de sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, tedavi merkezli hale getirilmesi, pahalı teknolojilerin yoğun kullanımı, yurttaşların özel sağlık sigortalarına yönlendirilmesi sağlık hizmetleri maliyetini yüksek düzeylere taşıdı. Çoğu hastanın özel kuruluşların maliyetlerini karşılaması imkânsız. Hasta sayısı artarsa bu durum büyük bir sorun yaratacak. Hastanın tedavi görebilmesi için devlet bu yüksek maliyeti karşılamak zorunda kalacak. Bakım ücretini düşük tutarsa bu sefer özel kuruluşlar mali bunalıma girecek.
Dünyada dengenin kamusal sağlık hizmetleri yönünde değişeceğini söyleyebiliriz. Ama bizde böyle olmayabilir. AKP iktidarı; kamu girişimlerini, tesislerini, varlıklarını, doğa kaynaklarını özelleştirerek ayakta durageldi. Kaldı ki özel sağlık kuruluşları AKP’ye yakın birçok kişinin yatırım alanı. İktidar sağlık konusunda yoğun bir kamuoyunu baskısı altında kalabilir. Bu nedenle koruyucu sağlık hizmetleri alanına, olağanüstü haller için ihtisas hastanelerine daha çok yatırım yapma yoluna gidebilir. Özel sağlık kuruluşlarına yönelik bazı düzenlemeler yapabilir. O kadar. Sağlıkta kamu hizmetlerinin artırılması daha çok CHP’nin ve muhalefetin gündeminde yer tutacaktır. ‘Neo-liberal hegemonyaya karşı tepki yükseliyor’
Son yıllarda Avrupa’da sol partilerden bir kopuş ve aşırı sağcı partilere destek artışı görüyoruz. Bunun en iyi örneklerinden biri geçen aralık ayında yapılan Britanya genel seçimleri olabilir. Muhafazakâr Parti’nin başarısız Brexit politikalarına rağmen İşçi Partisi oylarını arttıramadı ve Boris Johnson başbakan oldu. Sizce neden?
İşçi Partisi Muhafazakârların 10 puan gerisine düştü. Parlamentoda daha da büyük kayba uğradı. Ama her üç seçmenden birinin de oyunu aldı. İskoçya Ulusal Partisi ve Liberal Demokratlar’la birlikte seçmenin yarıya yakını sol ya da sol eğilimli partilere oy vermiş oldu.
İngiltere’de önemli bir tartışma konusu şu. İşçi Partisi radikal söylemleri yüzünden mi başarılı olamadı, yoksa Brexit konusundaki kafa karıştıran tutumu dolayısıyla mı? Brexit süreci İngiltere’yi yormuş bıktırmıştı. Bir grup İşçi Partili seçmen öyle veya böyle işi bitirecek olana oy verdi. Muhafazakârların buna yönelik mesajı açık ve netti.
Seçim sonuçlarında İşçi Partisi için ayrıca olumsuz olan bir gelişme, geleneksel işçi tabanından Muhafazakârlara oy kayması. Bir de olumlu gelişme var. O da genç kesimde yakaladıkları büyük bir rüzgâr. Gençliğin AB ile birlikte sol istediği görüldü. Genç seçmenler daha hoşgörülü, dünyayı daha çok geziyor ve biliyor, eğitim düzeyleri daha yüksek. Ülkenin, bilgi ekonomisin vasıflı işgücü. Bu destek kalıcı olur mu? Muhafazakârlar dışlayıcı ve kapanmacı bir milliyetçilik çizgisi istedikleri sürece evet. Şunu söyleyebiliriz. Neo-liberal politikalara ve hegemonyaya karşı tepki tüm dünyada yükseliyor. Salgın sonrasında üretimci, bölüşümcü ve sosyal adaletçi politikalar yükselişe geçerse Corbyn mirası kolay kolay zayıflamaz.
Eski Yunanistan Maliye Bakanı Varufakis geçen aylarda T24’e verdiği bir söyleşide, “Siyasetin umut yaratmakta inanılmaz derecede başarısız olduğu böyle çevrelerde aşırı sağcı bir siyasetçinin ayağa kalkıp ve bu huzursuz insanların gözlerinin içine bakarak ‘bu yabancıların suçu’ demesi çok kolaydır” demişti. Sizce klasik Avrupa’daki merkezci ve sol partiler, kriz dönemlerinde artık umut yaratamıyor mu? Sosyal demokrat partilerdeki bu destek kaybının altında ne yatıyor?
Sosyal demokrasi işçi sınıfının örgütlenmesini, iktidara ortak olmasını sağladı. Bölüşümcü politikalar ve sosyal devlet, kapitalist sistemin dışladığı işçilerin toplumun parçası olmalarını sağladı. Çalışanlar siyasi hakların yanı sıra ekonomik güvenceye kavuştu. Sosyal demokrasi kamu sektörü, eşitlik ve demokrasiyi öne çıkartan bir siyasi ideoloji. Yaşlılık, hastalık, engellilik gibi bireysel risklerin toplulaştırılması yönünde önemli adımlar attı. İşsizlik, yoksulluk gibi sosyal riskleri kalkınma ve istihdam politikalarıyla çözdü. Uzun bir süre sosyal adalet ve ekonomik büyümeyi birlikte götürmeyi başardı. Sosyal korumayı, sosyal diyaloğu, sosyal dayanışmayı toplumun ortak değerleri haline getirdi. Uzun bir süre özellikle gelişmiş ülkelerde hegemonik ideoloji oldu. Son 30-40 yılda bunlar bir ölçüde ortadan kalktı, tersine dönüş yaşandı.
Nedenleri; küreselleşme, devletin küçülmesi, vergi indirimleri, sosyal harcamaların kısılması, kuralsızlaşma.... Küreselleşme dinamikleri ekonomik ve sosyal alanlarda devletlerin faaliyet ve yetki alanlarını daralttı. Neo-liberal küreselleşme sosyal demokrasinin en önemli politika aracı olan devleti elinden aldı. Bu süreç içerisinde sosyal demokrasi merkeze, liberal politikalara doğru kaydı. Merkez sağ ve merkez sol partiler arasında ekonomik politika farklılıkları belirgin olmaktan çıktı. Sosyal demokratların sıkı maliye politikalarına, toplu tüketimin özelleşmesine, istikrar tedbirlerine, finans sermayesinin hakimiyetine, özelleştirmelere karşı çıktığı da oldu ama bunlara karşı güçlü biçimde direnmediler.
Sosyal demokrasinin gerilemesi aynı zamanda sanayi toplumundan bilgi temelli ekonomiye geçişle de ilgili. Bu süreçte yeni toplumsal güçler oluştu. Beyaz yakalılar toplumun en büyük kesimi haline geldi. Endüstriyel işçi sınıfı eski ağırlığını kaybetti. Küresel ve teknolojik değişim süreçlerinin de etkisiyle mavi yakalı işçiler gelir, statü ve siyasi güç kaybına uğradılar. Örgütlenmeleri, sendikaları zayıfladı.
Üçüncüsü, kültürel kimlikler ya da çok kültürlülük konusu. Kadın hareketi, yükselen ırkçılığa karşı protesto hareketleri, göçmen gruplar, eşcinseller... Avrupa ülkelerinde çoğu Müslüman, göçmen nüfus oranı yüzde 10’u geçti. Göçle gelenler ırk, milliyet, din, kültür bakımından çok farklı. Böyle olunca türdeş Avrupa toplumları aniden çok kültürlülük olgusu ve onun getirdiği sorunlarla karşılaştı. Sosyal demokratlar mağdur göçmen gruplara sahip çıkmaya çalışıyor. Ama geleneksel işçi tabanında göçmenler konusunda hoşgörü yaygın değil. Geleneksel tabanla azınlık kimlik talepleri arasında bir gerilim yaşanıyor. Kültürel bakımdan eskisine göre çok daha fazla bölünmüş bir toplum var. Eskisi gibi güçlü bir ekonomik program ortaya koyamayınca bir farklılık, bir üstünlük yaratamıyorlar. Siyasi rekabet ulusal kimlik, çok kültürlülük gibi kültürel alanlara kayınca kazananlar başka akımlar oluyor.
Popülist sağ da işçileri tam buradan yakalamaya çalışıyor. Yerleşik düzen partileri size yüz çevirdi, onlar göçmenlerin yanında, diyorlar. Dün toplumun direğiydin şimdi üvey evlat oldun diyerek geleneksel emekçi ve orta sınıf tabanında yabancı düşmanlığını kışkırtıyorlar. Popülist sağın “ülkemi geri istiyorum” sloganının altında zaten bu iddia yatıyor. Sonuçta işçi kesimi fire veriyor, bazıları sağ popülist partilere yöneliyor.
Günümüzde sol üçe dörde bölünmüş durumda: Sosyal demokratlar, popülist sol, yeşiller ve anti-kapitalist sosyalistler. Bölünme de sosyal demokrasiyi zayıflattı. Hepsi mağdurlara sahip çıkmaya çalışıyor ama öncelikler farklı. Tabandaki farklı eğilimler seslenmeye çalışıyorlar. Kozmopolit, eğitimli orta ve üst sınıf göçe, kültürel çeşitliliğe ve küreselleşmeye olumlu bakıyor. İktidar partilerine ve göçe tepkili işçiler ve orta-alt sınıflar var. Üçüncüsü, kültürel kimlikler, protesto hareketleri, azınlıklar, radikallerden oluşan çok çeşitlenmiş bir taban. Bunları bir büyük çadır altında bir araya getirmek mümkün olmuyor.
Öte yandan son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Almanya’daki Yeşil Parti’nin yükselişinin AB ülkeleri geneline yansıdığını gördük. Türkiye’de neden bir yeşil parti varlık gösteremiyor?
Öncelikleri çevre sorunları, temiz enerji ve yeşil ekonomiye geçiş. Yeşiller temel değerler olarak insan haklarını, yurttaşı ve küresel sorunları öne çıkartıyor. Yönetimde katılımın ve şeffaflığın önemini vurguluyorlar. Şiddete karşı barış taraftarı, çevreci, eşitlikçi ve sosyal adaletçi politikaları benimsiyorlar. Güvenlik konusunda insan ticareti, savaş harcamaları, para aklama gibi sorunların üzerine gidiyorlar. Ama sınıf merkezli bir politika anlayışları olduğu söylenemez. Anti-kapitalist değiller. Sermaye üzerinde vergi denetimini artırmak istiyorlar. Ama radikal ekolojistler gibi gibi büyümenin durdurulmasından yana değiller. Bu genel çerçeve onları en çok sosyal demokratlara yaklaştırıyor. Nitekim mümkün odluğunda sosyal demokratlarla koalisyona gidiyorlar.
Aslında Türkiye’de son yıllarda çevre duyarlılığı ve bilinci hızla gelişmeye başladı. Yalnız eğitimli kesim değil çevreyi tehdit eden yatırımlardan zarar gören yerel topluluklar da duyarlılık gösteriyor. Ama gerek öne çıkardıkları değerler gerekse seçmen tabanının niteliği bize yeşil hareketin neden Türkiye’de yeterince güçlenemediği hakkında fikir veriyor. Seçmen tabanlarında gençler, yüksek eğitimliler, kadınlar, sosyal ve kültürel hizmetlerde çalışanlar (sağlık, eğitim ve kültür) hakim. Bizde bu kesim hem daha küçük hem de öncelikleri farklı. Türkiye’de bu taban için öncelikli olan, otoriterleşmeye son verme ve temel değerlerini ve yaşam tarzlarını tehdit eden dini muhafazakâr baskıya dur deme. Güçlü yeşil partiler gelişmiş, çevre tartışmalarının yoğun olduğu, post materyalist değerlerin öne çıktığı ülkelerde görülüyor. Türkiye’de nüfusun büyük bölümü çevre, kendini ifade, yaratıcılık gibi post-materyalist değerlerle değil esas olarak geçim sorunu ile meşgul.
Peki temelde popülist hareketlerin halkı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Avrupa’da birçok ülkede nefret suçu vakaları artış göstermeye başladı…
Popülizmi anlamak için hem toplumsal tarafı hem de ideoloji ve siyaset tarafına bakmak lazım. Küreselleşme eşitsizlikleri artırdı. Bazı kesimlerin gelir ve statü kaybına uğramasına yol açtı. Canlı metropoller ile büzüşen taşra arasındaki uçurum derinleşti. İstihdam ve kamu hizmetleri için rekabet kızıştı. Popülistlere destek canlı ve kozmopolit büyük şehirlerden ziyade ekonomik bakımdan geri kalmış, eğitimin daha düşük, nüfusun görece türdeş, hoşgörünün zayıf olduğu yerleşimlerden geliyor. Ağırlıkla işçi ve orta alt sınıf bölgeleri. Göç, kadın istihdamı ve azınlıklar eski toplumsal hiyerarşileri sarstı. Geride bırakılmış olduklarını düşünüyorlar. Söz konusu toplum kesimlerinde sosyal değişime karşı kültürel tepki var. Öfke, hayal kırıklığı, gücenme duygusu yaygın.
İdeoloji ve siyaset tarafına gelince. Popülizm ülkeler arasında farklılıklar gösterse de bazı ortak özellikler var. Birincisi, küresel, liberal, teknokratik elitlere saldırı. İkincisi, toplumda saf ve yozlaşmış dedikleri arasında bir kutuplaşma oluşturmaya çalışıyorlar. Yozlaşmış elitler ve karşılarında saf millet. Uzman düşmanlığı. Kendileri ve millet saf, elitler ya da yozlaşmış düzen yozlaşmış. Popülistler yalnızca kendilerinin saf, gerçek halkı temsil ettiğini söylüyor. Üçüncüsü, soyut bir türdeş millet tasavvuru. Karşısında halk düşmanları. Orban, Trump, Putin, Salvini, Bolsonaro aynı söylem. Nereden bakarsak bakalım kutuplaştırmadan ve çatışmadan beslenen bir ideolojik duruş ve siyaset anlayışı. Çoğulcu demokrasi anlayışının tam karşıtı.
Popülistler hoşnutsuz kitleleri örgütlüyorlar ve harekete geçiriyorlar. Karmaşık sorunlara basit ve net cevaplar veriyorlar. Göç sorunu mu? Çözüm duvar. İşsizlik mi? Elitlerin tasfiyesi. Ülkenin durumu mu? Dış ve iç düşmanlar. Komplo teorileri üretiyorlar. Güvenlik tehditlerini abartarak ya da yoktan yaratarak toplumu korkutmaya çalışıyorlar. Yabancı düşmanlığını kışkırtıyorlar. Hedef göç, küreselleşme, elitler, kültürel azınlıklar. Nefret suçları nefret söyleminin tabii sonucu.
Bu tür güvenlikçi söylemlerle otoriterleşmenin zeminini oluşturuyorlar. Sorunları ancak güçlü liderlerin çözebileceğini iddia ediyorlar. Halktan gelen, halkın ne istediğini bilen, halkın istediğini yapan güçlü lider. Ülkeyi tekrar büyük yapacak olan lider. Ama halkın katılımına pek yer yok. Örgütlenmiş, kurumsallaşmış yapılara prim yok. İnsanlar oturacak lider onları koruyacak. Ama iktidarlarında otoriterleşme, şoven milliyetçilik, yaygın yolsuzluk, kitle klientelizmi, ayrımcı hukuk anlayışı getiriyorlar. Yönetim anlayışlarında ara kurumlara, denge ve denetleme mekanizmalarına, sivil toplum kuruluşlarına, bağımsız medyaya yani özgürlükçü demokrasiye yer yok.
Uzun süredir hep sağ popülizmden bahsediyoruz, ancak sol popülist partiler de var, Almanya’da ‘Die Linke’ buna bir örnek olabilir. Sizce Avrupa’da sol partilerin başarısızlığı sol popülist partilerin öne çıkacağı bir dönem yaratır mı?
Aslında Die Linke sol popülizmin en iyi örneği değil. Diğer sol popülist partilerden farklı olarak hiç yoktan doğmadı. Kökleri Doğu Alman Komünist Partisi’ne uzanıyor. Başlangıçta demokratik sosyalist anti-kapitalist bir çizgi izlerken giderek Keynesyen politikalara yöneldi. Regülasyon, vergi gelirlerinin ve buna bağlı olarak devlet harcamalarının artırılmasını savunuyor. Finans piyasalarının denetimine, kartellerle mücadeleye, eğitim, araştırma, konut altyapısın geliştirilmesine önem veriyor. Irkçılığa, emperyalizme, militarizme ve faşizme sert bir biçimde karşı çıkıyor. Küresel kapitalizmi eleştiriyor. Partide ılımlı-radikal bölünmesi var. Doğu Almanya’da daha etkili. Üyeler ve kadrolar eski ve yaşlı. Yeni ve genç üye bakımından zayıf. Linke işçilerin ve yoksulların partisi. Sınıf vurgusu güçlü.
Syriza ve Podemos ise önde gelen radikal sol partiler. Syriza kriz koşullarına iktidara gelince liberal ekonomi politikaları uygulamak zorunda kaldı. Podemos özünde neo-liberalizme karşı. Finans krizi sonrası tırmanan eşitsizliğe ve yolsuzluğa karşı protesto hareketlerinden doğdu. Bu dönemde parti sistemi zayıflıyordu. Ama kısa zamanda meydan hareketlerinin, protestoların, parlamento dışı muhalefetin belli amaçlara ulaşmak yeterli olmayacağını gördüler. Hareketlerin kurumların yerini alamayacağını anladılar. Hızlı üye artışı, liderin çekiciliği ve TV ve sosyal medyayı yoğun kullanarak büyümeye başladılar. Önde gelen isimleri aday yaptılar. Militan bir çekirdeğe teslim olmaktan kaçındılar. Küçük sol partilerle ittifak yaparak oyunu yüzde 20 düzeyine çıkarttı ama sonra yüzde 10’a geriledi. Özellikle işsizlikten yakınanlar ve gençler arasında destek buldu. Podemos yerleşik düzene, istikrar tedbirlerine karşı ama devrimci ve sosyalist bir parti değil. Amacını finans sermayesinin gücünü kırmak olarak açıklıyor. Bölüşümcü politikalar ve demokrasi vurgusu yapıyor. Liberal demokrasiyi kabul ediyor. Son seçimlerden sonra eleştirdiği sosyal demokratlarla ile ittifak yaparak iktidara geldi. Böylece karşı çıktığı ana akımla birlikte iş tutmuş oldu. Bir siyasi değişim projesi etrafında sol partileri ve farklı protesto hareketlerini bir çatı altında toplamaya çalışıyorlar.
Sol popülizm sosyal demokrasiden nerede ayrılıyor?
Önemli bakış açısı farklılıkları var. Popülist sol ideolojinin ana fikri farklı tahakküm biçimlerine karşı direnme. Birincisi, anti-kapitalist sosyalizm ve geleneksel sosyal demokrasiden farklı olarak, bu mücadeleleri sınıf merkezli görmüyorlar. Hatta sınıf öncülüğü anlayışına karşı çıkıyorlar. Kadın, eşcinseller, ırkçılığa karşı mücadele edenler, çevreciler. Bir değil birden çok mücadele alanı, biçimi ve aktörleri üzerinde duruyorlar. Yapmaya çalıştıkları bu mücadeleleri birbirine eklemlemek. Herkes farklılığını koruyacak ama bir çatı altında bir araya gelecek. Tek bir özne yok, farklı özneler var. Bunlar aralarında çelişik de olabilirler.
İkincisi, sosyal demokrasiyi; solu teknokratik, sosyal liberal ve elitisit bir siyasete indirgemiş olmakla eleştiriyorlar. Geleneksel sosyal demokrasinin neo-liberalizm tarafından tasfiye edildiğini, yeni bir emek-sermaye uzlaşmasının mümkün olmadığını söylüyorlar. Bu görüşe göre sosyal devlet, sosyal haklar, toplu sözleşme, tam istihdam uygulamaları geride kaldı. Kuralsızlaştırma, özelleştirme, istikrar tedbirleri gibi neo-liberal politikalar bu altyapıyı yok etti. Devletin rolü kısıtlandı. Yerine serbest piyasa, özel mülkiyet, serbest ticaret vurgusu geldi. Neo-liberalizm bireysel çıkarı, rekabetçi bireyciliği, anti-devletçi politikaları öne çıkarttı. Sol popülistlere göre sosyal demokratlar ise bu siyasi çizgiyi savunan siyasi partilerle uzlaşma yoluna gitti.
Oysa yapılması gereken tam tersine partizan bir siyaset. Bu amaçla tüm yerleşik düzen karşıtı hareketleri bir araya getirmeye, bir sol popülist cephe kurmaya çalışıyorlar. Ama bu cepheler sadece ‘karşı’ olacak, birbirinin düşmanı değil. Sağ popülizme karşı sol popülizm. Bir programdan çok halk ve oligarşiyi karşı karşıya getiren bir cephe siyaseti. İşçi sınıfı yerine yeni bir halk inşa etme.
ABD’de 2016’da önseçim döneminin ortalarında olduğu gibi, bu sefer de sürecin başında Bernie Sanders rüzgârı etti. Ancak Sanders kısa süre içinde medyayı, eski rakiplerini ve birçok kişiye göre Demokrat Parti’nin yönetimini karşısında buldu. Sizce sistemin yıllardır aynı olduğu ülkelerde bir “sosyal devrim” olasılığı var mı?
Sanders kendisini ‘demokratik sosyalist’ olarak tanımlıyor. Ama aklında olan İskandinav sosyal demokrasisi. Neo-liberal politikalarla uzlaşan sosyal demokrasiden çok klasik sosyal demokrasiye yakın görüşleri var. İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıfın, rekabetçi işletmelerin dinamizminden söz ediyor. Kapitalizme karşı çıkmıyor, karma ekonomiden, kapitalizmin dizginlenmesinden, Keynesyen ekonomi politikalarından yana. Servet ve gelir eşitsizliğine karşı vergi gelirlerinin ve sosyal harcamaların artırılmasnı, yani bölüşümcü politikaları açıkça savunuyor. Evrensel sağlık sistemini, kamu destekli eğitimi savunması, istihdam garantisinden söz etmesi son 40 yılın liberal söylemlerinden kopuş olarak görülebilir.
Diğer yandan Trump gibi istihdamın başka ülkelere gitmesine yol açan bölgesel ticaret anlaşmalarına karşı. Yani korunmadan yana. Ama ondan farklı olarak göçmenlere tam yurttaşlık hakları verilmesini savunuyor. Bosna müdahalesini katliamı önlemek amacıyla desteklemiş ama Amerika’nın Afganistan, Irak ve Suriye’deki askeri varlığına karşı. Corbyn ile birlikte düşünülürse, neo-liberalizmin beşiği olan iki ülkede gerçekten radikal söylemler geliştiğini söyleyebiliriz.
Tabii önseçim sürecinde özel durumlar da var. Mesela Castro’yu methetmesi Küba kökenli demokrat seçmenlerin tepkisini çekti. Daha önemlisi virüs kapma endişesiyle özellikle eğitimli sol seçmenin seçimlere daha az katılması Sanders için beklenmedik bir darbe oldu. Ama iki önemli neden üzerinde özellikle duralım. İşçi sınıfı başta olmak üzere geniş toplum kesimleri göç, eşcinsel evliliği, toplumsal cinsiyet gibi konularda oldukça tepkili. Ekonomik vaatlerini beğenseler de kültürel konularda Sanders’i radikal buluyorlar. Diğer yandan medya tekellerine karşı çıkması, çoğu Amerikalı olan dünyanın en zenginlerini karşısına alması, eşitsizliği azaltmak ve güçlü bir sosyal devlet kurmak için vergileri artıracağını söylemesi, zenginlerin seçim satın aldığı yozlaşmış siyasete son vereceğini ilan etmesi yerleşik çıkarları rahatsız ediyor. Bunlar kapitalizm karşıtı değil ama neo-liberal hegemonya karşıtı söylemler. Demokratlar ise haliyle ister işçi ister sermayedar, ortadaki seçmenlerin oylarını alma hesabı yapıyor. Bu yüzden daha orta yol görünen Biden’ın özellikle Corona salgınından sonra sağlık reformuna karşı çıkan Trump’a karşı şansının arttığı düşünülüyor. Yarıştan çekilebilir ama genel kanı Sanders rüzgârının kalıcı olduğu yönünde.
Peki sol partilerin düştükleri bu durumdan bir çıkış yolu var mı?
Birinci konu; ekonomi, toplum ve devlet arasındaki ilişki. Sosyal demokrasi piyasa ekonomisin önüne siyaseti ve toplumu koymuştu. Bölüşüm, eşitlik, sosyal adalet, sosyal devleti savundu. Bu idealleri ve politikaları önemli ölçüde devlet vasıtasıyla geliştirdi. Son 30-40 yılda bu politikaları uygulama alanları ve imkânları önemli ölçüde daraldı. Piyasa toplumun ve kamunun önüne geçti.
Diğer taraftan son yıllarda küresel eşitsizliklerin artması, büyümenin yavaşlaması ve siyasi istikrarsızlığın yaygınlaşması piyasaya öncelik veren siyasi ve toplumsal düzeni sarsmaya başlamış durumda. Virüs salgını bu eğilimi güçlendireceğe benziyor. Sosyal devlet harcamaları kaçınılmaz olarak artacak. Ekonominin canlandırılması için kamu kesimi piyasaya daha fazla müdahale etmek zorunda kalacak. Bilimsel ve teknolojik altyapıya daha çok yatırım yapacak. Devletin bölüşümcü, düzenleyici ve yatırımcı işlevlerinin artması solun bütünü için çok önemli bir fırsat penceresinin açılması demek.
İkincisi; toplumsal, siyasi ve kültürel bölünmeler. Bir yanda, sosyal sınıflar, yükselen toplumsal güçler ve kaybeden toplum kesimleri... Burada öncelikli konu ekonomik talepler ve beklentiler. Bu konularda sosyal demokratlar daha ılımlı, sol popülistler daha radikal çözümler üzerinde duruyor. Bu bir uyuşmazlık ekseni.Üçüncüsü; kültürel kimlik talepleri. Bunlara kendi başına bir unsur olarak çevreyi eklemek lazım. Özellikle genç kuşak için çok önemli. Sosyal demokratlar, yeşiller ve sol popülistler arasındaki bölünme kısmen bu eksenler üzerine oturuyor. Bunların bir araya getirilmeleri kolay olmuyor. Kültürel kimlik politikalarıyla sınıf politikaları düşünüldüğü gibi kolayca bir araya gelmiyor.
Neo-liberalizm yorgun, yıprandı, zayıfladı. Ama yerine ne konacak? Ne kadar kamu ne kadar piyasa? Kültürel kimlik politikaları? Ne kadar farklılık ne kadar ortak özellikler? Ne kadar mavi yakalı işçi sınıfı ne kadar yeni toplumsal güçler? Sorun sömürü, otoriter baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, otoriter baskı altında ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset oluşturmak. Bir büyük senteze ihtiyaç var…
* New Deal (Yeni Görüş), ABD'de 'Büyük Buhran' sebebiyle 1933-1939 yılları arasında Franklin D. Roosevelt tarafından yürürlüğe sokulan ekonomi, sosyal ve siyasi önlemler içeren programdır. Program kamu yatırımlarını arttırmaya ve istihdam sağlamaya odaklanıyordu, hedefi 'Büyük Buhran' sonrası ekonomik düzelmeyi hedefliyordu. Program kapsamında ekonominin tekrar benzer bir krizle karşı karşıya kaldığında çökmemesi için finansal reform da yapıldı. ABD'de program '3R' kavramıyla da özetleniyor: Relief, Recovery ve Reform (rahatlama, iyileşme, reform)