Prof. Sencer Divitçioğlu'nun başına gelenler

Prof. Sencer Divitçioğlu'nun başına gelenler

Star gazetesi yazarı Cemil Koçak, geçtiğimiz hafta yaşamını yitiren Prof. Sencer Divitçioğlu’nun akademik çalışmaları nedeniyle başına gelenleri yazdı. Koçak yazısında, “Divitçioğlu’nun tarihsel incelemesinden çıkan sonuç, bazı sosyalistlerin o sıradaki devrim stratejisine uymadığından, linç edilmesini gerektirmiştir!” dedi.

Cemil Koçak’ın Star’da “‘Asya tipi üretim tarzı’ gündeme bomba gibi düştü” başlığıyla yayımlanan (21 Eylül 2014) yazısı şöyle:

 

‘Asya tipi üretim tarzı’ gündeme bomba gibi düştü

 

Geçtiğimiz günlerde Sencer Divitçioğlu’nun vefat haberini okuduğumda, aklıma ilk gelen şey, onun meşhur Asya tipi üretim tarzı (ATÜT) tartışması oldu. Hele bir de sosyal medyada haberin altına düşülen ‘o da kim?’ tarzındaki yazıları görünce, içim bir tuhaf oldu. Divitçioğlu adını hiç duymamış çok genç bir nüfus olduğunu hatırlamak için de iyi bir vesile.

Elbette tarihçinin de gündemi biraz geriden geliyor… Gündem dediysem, kırk beş yıl öncesinden falan söz ediyorum. O zamanlar, bir zamanlar, Osmanlı üretim tarzının feodal mi, yoksa başka bir şey mi olduğu tartışması, Türkiye’de sosyalistleri en çok ilgilendiren konuların başında geliyordu.

 

Osmanlı üretim tarzı neydi?

 

Şimdi aynı genç kuşak için bu tartışmanın meleklerin cinsiyetini tartışanlar kadar önemsiz ve anlamsız geleceğini, geldiğini biliyorum. Lâkin 60’ların sonu, 70’lerin başında bu soruya verilecek yanıt, sizin sosyalistlerin arasında hangi gruba dahil olduğunuza bir işaret olurdu. O kadar önemliydi yani. Ama o günleri hiç hatırlamayanlar için filmi biraz başa almanın zamanıdır. Osmanlı üretim tarzının ne olduğu ve ne olmadığı sorusu çok önemliydi; üstelik acilen yanıtlanması gereken bir soruydu. Bu soruya verilecek yanıt çünkü, o günün Türkiyesi’nde devrimin hangi aşamada olduğuna, devrimci güçlerin kimler olduğuna, aralarında kurulacak ya da kurulması gereken ittifak ilişkilerine, devrimden sonraki ekonomik, sosyal ve siyasal aşamaların neler olduğuna ışık tutuyordu. Tutacaktı. Tutması umuluyordu.

Bu yazıda elbette Osmanlı feodal miydi; yoksa ATÜT müydü tartışmasının klasik argümanlarına ya da hangi tarafın haklı olduğuna falan hiç değinmeyeceğim. Bu tartışma, artık tarihe intikâl etmiş, günümüzün gündemiyle uzak yakın asla ilişki kurulamayacak hâlde çünkü. Bu tartışmanın siyasal boyutuna değineceğim sadece; böylece Sencer Divitçioğlu hocanın bu tartışmada ATÜT’çü olduğu için başına gelenleri genç kuşaklara hatırlatmaya çalışacağım.

 

Divitçioğlu’nun tezi

 

Divitçioğlu, benim hocalarımdan bile daha yaşlı bir hocaydı. Doktorasını Paris’te tamamlamıştı. Aslen iktisatçıydı. Dolayısıyla Osmanlı iktisat tarihi alanında çalışması bir bakıma doğaldı. Üstelik Marksistti de. İktisat tarihini Marksist bir gözlükle araştırıyordu. O zamana kadar Osmanlı tarihçiliğinde yoğun olarak görülen şemaların dışına çıkmaya cesaret etmişti. 1967 yılında ilk kez yayınlanan “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” adlı çalışması, onun akademik hayatında bir dönüm noktası oluşturdu.

Onun araştırma yöntemi çok basitti; kitabının önsözünde şöyle yazmıştı: “Toplumsal bilimler ile uğraşanların işi, yaşadıkları toplumu anlamaktır. Anlamak ise, ancak araştırma ile olur. Giriştiğimiz tarihî denemenin amacı budur. Anlamak, vâz edilen hipotezlerin somut gerçek ile sınandıktan sonra doğrulanması ile kâbildir. Böylece anlamanın sistemleşmiş bir şekli olan teori, gerçeğe daha fazla yaklaşılmasını sağlar. Fakat kurulan her teori, nihaî doğrular cümlesi demek değildir. Teori, yeni bulgular ile daima değişebilir; aksi halde dogma haline gelir. Bilim adamı ise dogmalara karşıdır.” Biraz daha devam edelim: “Doğru bir teori kurulmadan, atıflar ve dipnotlarla kabul edilmiş herhangi bir teori, pratikte onarılmaz hatalara sebep olabilir. Bu hataları bir an önce asgarileştirmek aydınlara düşen bir görevdir.”

Divitçioğlu, araştırmasının amacını da şöyle dile getiriyordu: “Kitap, şimdiye kadar teori plânındaki mevcut eksiklikleri tamamlamak iddiasından çok, Türk [Türkiye] gerçekleri üzerine yeni baştan eğilmek; doğruyu yeniden aramanın çıkış noktasını tesbit etmek çabası ile yazılmıştır.” Hoca, tezlerinde iddialı da değildi; şöyle diyordu çünkü: “Fakat herhalde teorinin kabule mazhar oluşu kadar, bilimsel bir tenkit sonucu reddedilmesi de bizi mutlu kılar. ‘Doğru’nun ‘yanlış’ı tasfiye etmesi kadar sağlam bir şey olamaz.”

Divitçioğlu, bütün bu mütevazi başlangıcının ardından, Osmanlı toplumunun Marksist bir yöntemle incelenemeyeceğini bütün çalışmalarında ortak bir vurgu olarak belirten hocası Ömer Lütfü Barkan ile olan görüş ayrılığını da çok net bir ifadeyle açıklıyordu:“Osmanlı toplumuna ne feodalite, ne de Asya üretim tarzı ‘model’lerinin uygulanamayacağını ileri süren Ö. L. Barkan’ın aksine, Marxgil tarihî maddecilik metodunu benimseyen ben, onun tarih anlayışından bir hayli uzaklaşmış olduğumu da itiraf edeyim. Metod ve yorum konusunda hoca ile öğrenci arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları, üniversite camiası içinde tarihî gerçeği arayan birini mazur gösteremez (mi?).”

 

Ve hocanın başına gelenler…

 

Bu son cümlenin ne denli saf ve naif bir beklenti olduğunu anlatacağım şimdi. Ve yine bizzat Divitçioğlu’nun ağzından. Kitabının 1971 yılının Şubat ayında yapılan ikinci baskısının önsözüne bir göz atmak yeterli olacak bunun için. Bundan sonrasını isterseniz yine bizzat hocanın ağzından dinleyelim: “Bu kitap bize oldukça pahalıya mal oldu. Bir yandan, onu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde profesörlüğe yükseltilmemiz için takdim tezi olarak sunduğumuz vakit, kaba hatları ile ‘Markxist tarih bilimi ile Osmanlı toplumu incelenemez’ denilerek, üniversite ulemasının hışmını üzerimize çektik.” Divitçioğlu’nun profesörlük macerası böyle başlar. Yıllar önce yayınlanan nehir söyleşisinde bu macerayı da anlatmaktadır. İş yargıya intikal eder; sonunda profesörlük ünvanını ancak böyle alabilir. Dahası da var tabiî. 12 Eylül darbesinden sonra 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla üniversiteden atılanlar arasında yer alacaktır. Zaten aksi düşünülebilir miydi ki?

 

Sosyalistler onu aforoz etti

 

Ama biz biraz daha ilerleyelim: Divitçioğlu’nun başı, Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğu için, yalnızca kürsüsündeki ve yakın çevresindeki hocalarıyla ve meslekdaşlarıyla derde girmekle kalmaz; 1960’lar Türkiyesi’nde Marksist ve sosyalist çevrelerden de aforoz edilir. Biraz şaşırdınız mı, bilmem; ama şaşıracak bir şey yok. Yine kendisinden dinleyelim, maceranın diğer yüzünü: “Bu kitap ile ittifaklar konusunda [Doğan] Avcıoğlucular ile [Mihri] Bellicilerin asker-bürokrat kısmî birleşik cephesine sekte vurulacağı sanılarak, oportünist damgası giyip, Amerikan Muhipler Derneği’ne üye kaydedildik.” Ya, siz şimdi sosyalist Divitçioğlu’na diğer sosyalistlerin kucak açtığını falan mı düşünüyordunuz yoksa? Fena halde yanıldınız o halde. Aksine, Millî Demokratik Devrim tezine aykırı düştüğünden, Divitçioğlu’nun tezi, o dönemin cuntalarına oynayan bütün sosyalistler tarafından karşı-devrimci olarak suçlanacaktır! Burada ibretlik olan durum şudur: Divitçioğlu’nun tarihsel incelemesinden çıkan sonuç, bazı sosyalistlerin o sıradaki devrim stratejisine uymadığından, linç edilmesini gerektirmiştir! Bu kadar basit işte.

Son sözü yine Divitçioğlu’na bırakalım: “Burada ne sevgili üniversitemizin kodamanlarına, ne de Avcıoğlu-Belli ekseni üzerindeki toramanlara cevap verecek değiliz. Onların anladığı ilmiye ve seyfiye ‘sınıfları’ bizden ırak olsun. Bize bu sınıfların ideolojileri dışında Türk halkının ideolojisini yansıtan tarihî-iktisadî araştırmalar gerekiyordu. Şükürler olsun ki, bu çalışmalar peşpeşe gerçekleşmede-gerçekleşecek. Bu olgu ise, pahalıya mal olan bir kitaptan sağlanan azamî faydadır.” Bu satırların altını hocanın kitabını okuduğum 1977 yılının Kasım ayında çizmişim. Okuduğum tarihi kitabın ilk sayfasına yazmak, o zamanki alışkanlığımdı.

 

Divitçioğlu’nun kırk beş yıl önceki analizi

 

Belki Divitçioğlu’nun 1969 yılında sosyalist Ant dergisinde yazdığı şu satırlara da kulak verebilirsiniz:

“Adalet Partisi içinde gelişen hareket ise, mukaddesatçılar tarafından temsil edilmektedir. Öyle gözükmektedir ki, bu hareketin yüklendiği tarihî ve toplumsal görev, aslında üstyapı çelişkilerinden kalkarak, kuşatımı pek iyi belirtilmeden, aslî sınıf ilişkilerine değinmek; yani, bir yandan Batı emperyalizminin bir uzantısı olan burjuva kültürüne karşı Türk-Müslüman kültürünü savunmak; öte yandan, emperyalist ve tekelci mason ve komprador iş çevreleri ile savaşmaktır. Böylece istenilen, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin mutlak egemenliğini kırarak, Türk kültürüne dönük bir toplum kurmaktır.

Bundan dolayı Konya’da yeşermekte olan, önceleri ‘takunyalılar’ diye alaya alınan, şimdi de Türk kamuoyunu derinliğine ilgilendirmeye başlayan mukaddesatçılar hareketini yakından takip etmek gereklidir. Mukaddesatçıların yukarıda ana hatları verilmeye çalışılan aslî ve talî sınıf ilişkilerinden hareket ederek, ideoloji ve eylemlerini sağlam bir toplumsal temele oturtmak üzere oldukları düşünülebilir. İşledikleri konu ve yerleştikleri ortam, toplumun talî ve aslî çelişkilerine dayanan bir potansiyeldir. Hareketin dayanağı, başlangıcı ve geliştiği ortam, Türk halk tabakasının iktisadi ve kültürel gerçeklerini yansıtmaktadır.

Fakat ne var ki, bu hareketin başındakilerin [...] verdikleri demeçler, niyetlerinin (...) hâkim sınıf içinde mutlak bir güce sahip olan büyük şehir komprador, mason burjuvazisinin egemenliği yerine, Anadolu tüccar (yarın sanayici) burjuvazisinin egemenliğini ikâme etmektir. Dünya görüşleri tam olarak belirlenmediğinden, vakit henüz erkense de, bu hareketin de yakın Türk toplumsal tarihinin tanık olduğu gibi, levantenler ile Müslüman burjuvazi, İttihat ve Terakkiciler ile itilâfçılar arasındaki hâkim sınıf çatışmalarına benzediği söylenebilir. O vakit, bu çelişme zincirine bir de mason-mukaddesatçı halkası eklenmiş olur.” Hayret mi ettiniz? O halde şimdi yazının başına dönebilirsiniz!