Prof. Tarhanlı anlatıyor; güvenli bölge ne demek?

Fotoğraf: Levent Kulu

“Suriye ile savaşa mı giriyoruz? Hayır. IŞİD'le savaşa mı giriyoruz? Hayır. Suriye'ye mi giriyoruz. Galiba evet. Peki ne yapacağız? Tampon bölge oluşturacağız.”

Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’nin bu cümlelerle başladığı yazısı 30 Haziran 2015’te yayımlandı. Aynı gün Amerikan Dışişleri Sözcüsü Mark Toner, tampon bölge iddiasına ilişkin olarak “Bizim elimizde bu planların herhangi birini destekleyen bir saha gerçeği yok” derken Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, şu açıklamayı yaptı:

"Biz hiçbir zaman tampon bölge demedik, güvenli ve uçuşa kapalı bölge ifadelerini kullandık. Güvenli bölge oluşturulmalı."

Bu açıklamalardan yaklaşık 40 gün sonra, dün akşam saatlerinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’na atfedilerek “ABD ile Türkiye’nin Suriye sınırında güvenli bölge konusunda anlaştığı ve Özgür Suriye Ordusu’nun bu bölgede bulunacağı” ileri sürüldü. Ancak haber, yine ABD Dışişleri Sözcüsü Toner tarafından, “Herhangi türden bir bölge üzerinde anlaşma yok” sözleriyle yalanlandı.

Sinirlioğlu böyle bir açıklama yaptı mı, yapmadıysa bu yayın nasıl ‘üretildi’ konusu izaha muhtaç. Ancak izah arayan sorular bunlarla sınırlı değil. Ve listenin başında, Türkiye’nin “güvenli bölge” talebinin sınırlarını nasıl çizdiği var. Meçhul çerçeveyi uluslararası hukuk bağlamına oturtmak için Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, uluslararası hukuk uzmanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’ya sorduk:  

Güvenli bölge ne demek? Tampon veya uçuşa yasak bölgelerden hangi noktalarda ayrışıyor? Muhalif güçlerin yerleştiği bir bölge hâlâ güvenli bölge sayılabilir mi? ABD basınında yer alan “fiili güvenli bölge”nin hukuki karşılığı ne? Mutabakata varılırsa tespit edilecek güvenli bölge ilan edilecek alanın “temizliğini” kim/kimler yapacak; hangi ülkelerin, grupların silahlı kuvvetleri bölgede konuşlanacak?

Christian-Albrechts Üniversitat'de (Kiel, Almanya) “Ulusal Güvenlik” konusunda çalışmalarda bulunan Tarhanlı,  Savcı Richard Goldstone'nun başkanlığındaki Çalışma Grubu'nda Bosna Hersek savaşında uluslararası hukukun ihlalinden sorumlu kişilerin yargılanması ile ilgili hukuki çalışmalara kendi incelemesi ile katıldı. Birleşmiş Milletler'in 50. kuruluş yıldönümü nedeniyle İtalya'da toplanan, “Halkların Birleşmiş Milletleri” başlıklı toplantı ile ilgili çalışmalarda Türkiye'yi temsil etti. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yürütülen kuramsal ve uygulamalı çatışma çözümü programının katılımcıları arasında yer aldı.

Yorumlarını siyasi dengelere değil, uluslararası hukuka dayanarak yaptığı için de kulak verilmesi gereken Prof. Tarhanlı, güvenli bölgenin diğer bölgelerden temel farkının “herhangi bir stratejik hedef gözetilmemesi” olduğunu söylüyor. “Doğruysa” notu düşerek Sinirlioğlu'na atfedilen haberde geçen bilgilerin güvenli bölgeden çok tampon bölgeyi çağrıştırdığını belirten Tarhanlı, şu uyarıyı yapıyor:

“Kolaylıkla ölçülüp biçilemeyecek, hesap verilmeyi zorlaştıracak bir 'çifte amaçlılık'tan kaçınmak gerekir.”

Prof. Turgut Tarhanlı’nın T24’ün e-posta aracılığı ile ilettiği sorulara verdiği yanıtlar şöyle:

- Üç yıl önce T24’e verdiğiniz söyleşiye, o dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde bazı bölgeleri kontrolüne alması üzerine sarf ettiği şu alıntıyla başlamıştık: “Türkiye'nin şu anda kendi bünyesinde sıkıntı oluşturacak bir terör eyleminin, eğer bir yeri kaşıyan yapısı bir yerde oluşuyorsa oraya müdahale etmek bizim en doğal hakkımızdır.” Bugün bir benzer çıkıştan kaynaklı olarak yapılan ve devam eden Suriye’ye müdahaleler, sizce “güvenlik bahanesiyle atılan yanlış adımlar” mı, yoksa “üç yıl önce atılması gereken gecikmiş adımlar” mı?

Bugün, üç yıl öncesine göre, bu bölgedeki askeri, siyasi ve ekonomik durum ve bunlardan ayrı düşünülemeyecek olan, genel insani durum çok farklı görünüyor. Bu sadece, nicel bir değişim değil nitel bir değişime de neden oluyor. Kısaca, milyonları bulan sığınmacı sayısı, Şam yönetiminin, Suriye ülkesi üzerinde belli bölgelerdeki egemenliğini artık açıkça, bilfiil icra etmekten yoksun bir hal aldığının genel olarak görünür bir hal alması; bununla paralel bir şekilde, muhalif güçlerin mevzi de olsa, yer yer farklılaşan bölgesel güç ve hâkimiyet elde etmeleri ve bunlar içinde, özellikle IŞİD’in (ya da İslam Devleti’nin), modern zamanlarda tanınmış ve buna riayet edilmesi beklenen, bu olmadığında yaptırımla karşılanan uluslararası insancıl hukuk kurallarını pervasızca umursamayan eylemleri bu değişimi ortaya koyuyor.

“Üç yıl önce şu yapılsaydı bugün bunlar olmazdı” gibi bir cevap vermek kolaycılık olur. O tarihten bugüne, çok şaşırtıcı olmasa da, bu bölgede radikal bir değişikliğin ortaya çıkmış olması bir yana, Türkiye’nin o bölgede olanları nasıl okuduğu ayrıca değerlendirmeyi gerektiriyor. Zira Türkiye’nin, kendi iç düzeniyle ilgili ve halli gereken sorunların ya da bazı siyasi önceliklerin, sanki Türkiye’nin sınırları ötesindeki o gelişmeler karşısında bir değerlendirme yapma açısından, onlara kıyasla daha da ön planda tutulduğu gibi bir durum söz konusu oldu hep. Bugün de bu çok farklı değil. Kısaca iç politika bakımından önem taşıyan önceliklerin sınırlar ötesindeki bazı gelişmelere galebe çalması gibi bir durum bu. Böyle olunca, söylenmesi gereken, bence, üç yıl önce de belirttiğim gibi, o gelişmelerin muhatap alınabilecek aktörleriyle bir iletişim ve temas içinde olunmasına özen gösterilmesidir. Bunu Türkiye’nin iç politika meseleleri açısından okuyunca, özellikle o bölgedeki Kürt unsurlarını ve yapılarını kastettiğimi söyleyebilirim. Buna paralel olarak ve fakat tamamen karşı bir gerekçeyle, temas kurmak ya da iletişim içinde olmaktan kaçınılması gereken unsurlarla da buna uygun bir siyasi geometri içinde bulunma sorumluluğunun altının çizilmesi gerekir.

Bu değerlendirmede altı çizilmesi gereken bir diğer husus, ülkenin iç gündeminden bu bağlamda söz ederken, buna hep bir ‘iç güvenlik parametresi’ ışığında anlam verilmeye çalışılması ve hukuk, anayasa, sosyal politikalar, vb. parametrelerin bu politikada öncelikli bir yer bulamamasıdır. Dolayısıyla, sınırlar ötesindeki gelişmeler de, bu hatlar üzerinden çizilen bir anlam haritası üzerinden okunmuştur. Bu durumun, gerçekten bir dış güvenlik parametresine de sahip olma karakteri, yine hukukun çizdiği sınırlarda tartışılmaktan çok, bazı menfaat öngörülerine bağlı tahlillerin sonucu gibi gelişmiştir.

Hem Türkiye’nin iç siyasi gündeminin gölgesi hem de dış ilişkilerde, özellikle Suriye yönetiminin düşürülmesine yönelik güçlü siyasi beklenti, bu süre zarfında, böyle bir tavrın gelişmesini maalesef engellemiş görünüyor. Ama bugün de, hukuk tarafında kalarak, uluslararası hukukun meşru saydığı bir çerçeve içinde konum belirlemek sanırım en akıllıca yaklaşım olacaktır.

 

‘Meşru müdafaa söylemi, silahlı saldırının failini devlet olarak tanımlar’

 

Bu tartışmalar bağlamında bir başka gelişmeye de temas etmek isterim. Dış politika – iç politika ekseninde bir diğer temas edilmesi gereken gelişme, Suriye ile ilgili olmasa da, komşu Irak’ın kuzeyindeki ‘güvenlik tehdidi’ değerlendirmesinde kendini gösterdi. Biliyorsunuz, son haftalarda Türkiye tarafından, Irak’ın kuzeyindeki PKK oluşumlarına yönelik birçok hava harekâtı düzenlendi. Ve Türkiye bu müdahaleyi ‘meşru müdafaa’ (self-defence) olarak tanımladı.

Bu uluslararası hukukun devletlere tanıdığı bir haktır. Ancak bu hakkın kullanılması, silahlı bir saldırının (armed attack) vuku bulmasına bağlı olarak söz konusu olur. Silahlı saldırı ise, hukuken, bir devletin egemenliği, siyasi bağımsızlığı ve ülke bütünlüğüne karşı silahlı kuvvet kullanılması olarak tanımlanır. Ve bu eylemin faili devlet olarak tanımlanır fakat uygulamada devletin bu rolü ve işlevi farklılık gösterebilir.

Bu kavramlar gündelik dilde kullandığımız aynı kavramlardan farklı olarak, hukukun tanım sınırları içinde düşünülmek gerektiğine göre, son haftalarda Türkiye’nin neden bir ‘meşru müdafaa’da bulunduğuyla ilgili değerlendirme ilk bakışta çok açık görünmüyor. Zira Türkiye, örneğin 1990’larda, PKK’nın çok daha etkili bir kuvvete başvurma döneminde bile, maruz kaldığı bu durumu bir ‘meşru müdafaa’ olarak nitelemekten ve dolayısıyla, PKK eylemlerini bir ‘silahlı saldırı’ olarak tanımlamaktan uzak durmuştu. Bugün, bu tanımın daha açık bir dille beyan ediliyor olması da, uluslararası hukuk çerçevesinde ve Türkiye’nin daha önceki devlet uygulamasıyla paralel olmaktan çok, acaba yukarda tartıştığımız iç politika – dış politika ekseninde bir değerlendirmeyle bağlantılı olabilir mi?

- Bazı akıllarda “7 Haziran genel seçimleri” uyarısı yapan soruya Prof. Tarhanlı’nın yanıtını merak ediyoruz; neden üç yılın geri kalan zaman diliminde değil de 30 Haziran 2015’te sınıra sevkiyat kararına tanık olduk?

Bazı komplocu yorumların ötesinde, geçen üç yıllık dönemi sadece bir ‘müdahalede bulunmak ya da bulunmamak’ ekseninde tartışmaktan çok, Türkiye’nin, hukuk zemininde kalarak, hem içte hem dış ilişkilerinde yapması gerekenler konusunda bunu tam olarak yerine getirememesi karşısında, artık açıklıkla ortaya çıkan bir fiili duruma (örneğin sınır güvenliği) cevap verdiği mesajını görünür kılma çabası olarak görüyorum.

- 15 Haziran’da Tel Abyad’ın IŞİD’den PYD tarafından alınması, “tehdit” gerekçesinde objektif ölçüt mü? Sınırda bir koridor oluşması, koridorun sahibi grup karşı eylemler yapmadıkça müdahale gerekçesi olabilir mi? Buna ne vakte kadar “o ülkenin iç işleri” denilebilir, hangi aşamada uluslararası hukuk açısından da “tehdit” olarak kabul edilebilir?

Aslında, “o ülkenin iç işleri” derken, bunu Suriye olarak anlamak gerekiyorsa, Suriye’nin, bugün kendi ülkesinin tümü üzerindeki egemenliğini yitirmiş göründüğünü, en azından ülkesinin dikkate değer bir kısmı itibariyle, şartları kısa vadede tekrar kendi lehine çevirebilecek ve eski düzene dönmeyi sağlayabilecek bir kudrete sahip olmaktan uzak olduğunu teslim etmek durumundayız. Bu durum karşısında, Suriye’nin uluslararası hukukça saygı gösterilmesi beklenen “iç işleri” meselesi de bu bağlamda değerlendirilmeyi gerektirir. Suriye’nin, artık egemenliğini sürekli ve etkili bir biçimde icra edemediği ülke kısımlarında meydana gelen ve komşu ülkeler bakımından bir barış ve güvenlik tehdidine yol açan gelişmeler o ülkelerce, sadece bu durumu önlemeye yönelik, dolayısıyla ölçülü ya da orantılı ve hukuka uyularak kabul edilmiş, belli karşı tedbirler alınmasına yol açabilir. Ve bunları sadece birtakım askeri tedbirlerle sınırlı düşünmek de şart değildir. Hatta bu kategori tedbirlere başvurulmasının ancak bununla uyumlu sayılabilecek derecede bir tehdit karşısında bulunulmasına bağlı olduğu esası gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenle, Suriye içindeki silahlı çatışmada, taraflardan birinin görece üstünlüğü, başlı başına bir tehdit unsuru olarak değerlendirilemez. Burada, ilk sorunuza verdiğim cevabı da hatırlatmak isterim.

 

‘Soykırım yapılan Srebrenitsa da güvenli bölgeydi’

 

 “Tampon bölge”, “uçuşa yasak bölge” ile hükümetin istediği “güvenli bölge” arasındaki temel farklar neler? Güvenli bölgenin hukuki olarak nasıl bir karşılığı var; yapılanması başka örneklerde nasıl gerçekleşti, örneğin güvenli bölgedeki harekatların planlandığı bir karargah nasıl, hangi kriterlere göre, nereye konumlandırılıyor? 

“Güvenli bölge” (safety zone, safe haven), “koruma altındaki bölge” (protected zone), “uçuşa yasak bölge” (no-fly zone) ve “tampon bölge” (buffer zone) arasında belli bir tanım farkı olsa da, uygulamada bu tanımların birbirinin yerine kullanıldığına dair çok örnek bulmak mümkündür. Belki bunlara, “askersizleştirilmiş bölge” (demilitarized zone) ve “tarafsız bölge” (neutralized zone) tanımlarını da eklemek gerekir. Tabii, bütün bu tanımları bir silahlı çatışma ortamındaki tanım ve işlevleri bakımından düşünmek gerekir.

Güvenli bölge, aslında, artık muharip olma işlevini yitirmiş unsurların (mesela hasta veya yaralı muharip kişilerin tedavi ve bakımı için) veya sivillerin bir silahlı çatışma ortamında çatışmalardan uzakta korunmasına yönelik bir amaçla kurulabilir. Sağlık ve diğer acil ihtiyaçların karşılanması amacıyla kurulmuşlarsa, bu işlevlerin yerine getirilmesine katkıda bulunacak uzman personelin de orada kalması söz konusu olacaktır. Burada önem taşıyan bir husus şudur: Böyle bir bölgenin ihdasında, hiçbir şekilde hasım taraflardan biri ya da diğeri lehine ya da aleyhine, açık ya da örtülü stratejik bir amaç gözetilmiş olmamalıdır. Böyle bir durum, orada korunan kişilerin hak ve çıkarlarını zedeleyebileceği gibi, böyle bir bölge ihdasındaki uluslararası insancıl hukuktan kaynaklanan temel nedenlerle de bağdaşmaz.

Öte yandan, bir güvenli bölge ihdası başlı başına yeterli bir adım değildir. Bu statüye riayet edilmesini sağlayacak bir desteğe de gerek vardır. Unutmayalım, Bosna Hersek savaşında bir güvenli (koruma altında) bölge olan Srebrenica’da, o kentin böyle bir statüye sahip kılınmasına rağmen Bosnalı Sırp komutan Mladiç’in kuvvetlerinin marifetiyle soykırım yapılması; üstelik bunun, orada görevli BM koruma gücünün varlığına rağmen yapılması önlenememişti.

“Tampon bölge” ve “uçuşa yasak bölge” tanımlarının stratejik hedefleri olan statüler olduğunu dikkate almak gerekir. Özellikle silahlı çatışmaların gerçekleşmesinin söz konusu olmayacağı coğrafi alanlar olarak tanımlandıklarını göz önünde tutmak gerekirse. Tampon bölge uygulamasında, silahlı çatışmaların neden olacağı güvenlik tehdidi, insani ve çevresel tehlikenin belli bir mesafenin ötesinde tutulması amaçlanır. Bugüne kadar, örneğin Irak ve Bosna Hersek vakalarında bu nitelikte bölgeler kurulmuştu. Ancak bu bağlamda bir uçuşa yasak bölge ihdası için (bunun bir devletin hava gücünün kullanılmasına engel olunması anlamında bir egemenlik sınırı yaratması dikkate alınarak) BM Güvenlik Konseyi’nin kararı gerekir.

- Erdoğan, konuya ilişkin ilk etabın güvenli bölge olarak tespit edilecek alanın tehdit unsurlarından "temizlenmesi, arındırılması" olacağını açıkladı. Sizce koalisyonun öncüsü ABD karadan harekât yapmazken, Suriye’de bölgenin tespiti ardından güvenli bölgeyi temizleyecek askeri birlik hangi ülkeye ait olacak? Talebi masaya koyan Türkiye’yken “Güvenli bölgede mutabakat sağlanınca Erdoğan’ın söz konusu ettiği temizliği de TSK yapacak” çıkarımı yapmak ne kadar hatalı olur?

Türkiye’nin bu konudaki resmi temsilcileri aracılığıyla dile getirdiği talep ve önerilerin, kurulacak o bölge bakımından, o bölgenin güvenli bölge ve tampon bölge karması bir statüye sahip kılınması şeklinde okunması mümkün görünüyor. Bunun, “IŞİD’den arındırılmış” olması hayati bir önem taşısa da, aslında silahlı çatışmadan arındırılmış bir bölge olarak tasavvur edilmesi daha doğru olur. Öte yandan, böyle bir karaktere sahip kılınmış bu bölgede, sığınmacı grupların da yerleştirilebileceği gibi bir düşünce ve öneri de Türkiye adına yapılan açıklamalarda, buna ilişkin uluslararası basındaki yorumlarda yer aldı.

Bu bölgenin bu statüsünün korunmasında, eğer bazı Suriye rejimine muhalif unsurlardan yararlanılması düşünülüyorsa (ki bu da dile getirildi), bunun o bölgedeki silahlı çatışma ortamında ne ölçüde yeterli bir tedbir sağlayacağı iyi değerlendirilmeli. Türkiye’nin kendisi böyle bir görevi üstlenmeyi göze alır mı, bilmiyorum. Ama bunun, aslında yapılmak istenenle bağdaşmayacağı da söylenebilir. Zira özellikle sığınmacı grupların da bu bölgede yerleştirilmelerinin hedefleniyor olması, bu sorunun, bir bakıma, Türkiye’nin kendi ülkesinin omuzlarında bir yük haline gelmesine bir sınır çizmek ve uluslararası toplumun ilgisini daha ön planda tutan bir formüle meyletmek şeklinde de düşünülebilir. Nitekim benzeri bir yaklaşım ve değerlendirme, Suriye’nin güneyindeki Ürdün sınırlarına paralel bir “insani tampon bölge” ihdası konusunda da dile getirilmişti.

Türkiye’nin önerisi, sadece bir çatışmadan arındırılmış tampon bölgesi olarak tasarlanacaksa (ki bunu bir anlamda “no man’s land” yani insandan arınmış bir bölge olarak tasavvur etmek gerekir) bunun yönetimi ve denetimi, tüm bölgesel belirsizliklere rağmen, bir ölçüde daha kolay olabilir. Ancak bu bölgede, yapılan beyanları dikkate alarak, ayrıca insani bir koruma alanı kurulması da düşünülüyorsa (güvenli bölge), bunun daha zor ve daha büyük bir sorumluluk gerektirdiğini; dolayısıyla, karşı karşıya kalınan tehdidin de daha yüksek olacağını vurgulamak gerekir.

- Güvenli veya tampon bölge, Suriye sınırları içinde olacağına göre, böyle bir bölgenin kabul edilmesi durumunda TSK’nın Suriye topraklarında konuşlanması mı gerekecek?

Askeri bir uzman değilim ama eğer bu görevi Türkiye üstlenecekse, bu olasılık akla geliyor. Ama bundan önceki soruya verdiğim cevabı da dikkate almak gerekir.

- TSK’nın Suriye topraklarında konuşlanmasının ne gibi riskleri olabilir?

Bunun insani amaçlarla veya askeri güvenlik amaçlarıyla gerçekleştirilmiş olması, Türkiye’nin bir devlet uygulamasına dair farklı örnek olaylar olması dışında, hemen hemen aynı tehdidi dikkate almayı gerektirir. Bu, düzenli birlikler dışında ya da esasen devlet dışı aktörlerce sürdürülen bir silahlı çatışma ortamında; dolayısıyla uluslararası insancıl hukuk kurallarına pek riayet edildiğinin söylenemeyeceği bir silahlı çatışma ortamında böyle bir görev yerine getirmenin sizi karşı karşıya bırakabileceği oldukça zor bir durumdur.

- ABD basınında, Suriye'de oluşturulması planlanan güvenli bölge için kullanılan “fiili güvenli bölge” kalıbı ne demek? "Fiili" vurgusu yapılıyorsa "resmi olmayan güvenli bölge" çıkarımı yapmak ne kadar mümkün? Fiili güvenli bölgenin, "fiili" vurgusu olmayan bir güvenli bölgeden farkı tam olarak ne? Ve bu kriterlerin baz alındığı bir oluşum, kurulurken ve kurulduktan sonra resmi belgelerde ve pratikte ne tür dezavantajlara sahip olabilir?

Bir güvenli bölge ihdası konusunda “fiili” (de facto) nitelemesine yer verilmesi, aslında hukuktaki temel bir ayrıma işaret ediyor. Bu ayrım, hukuki olan bir statünün varlığı, hukuki bir eylemde bulunma, vb. bir durumun karşıtı olan, dolayısıyla o konuda, somut olarak açık hukuki bir dayanağı bulunmayan bir eylemde bulunmak ya da bir yetki kullanmak anlamına gelir. Fiili bir güvenli bölge, böyle bir bölgenin ihdasıyla ilgili olarak, özellikle uluslararası hukuk bağlamında bir hukuki yetkilendirme esasının bulunmayışı olarak açıklanabilir. Ancak, burada dikkate alınması gereken başka bir husus var: Başka konularda da olabileceği gibi, uluslararası hukukta, her ne kadar söz konusu olan somut vakada açık bir yetkilendirmeye dayanan bir hukuki esas bulunmasa da, başka hukuken korunması meşru kabul edilen değerlere atfen ve uluslararası hukuka aykırı kabul edilmeyecek bir temellendirmeyle hareket edilmesi ihtimal dahilindedir. Bunun başlıca nedeni, uluslararası hukukun oluşumunda, devletlerin ve devlet dışı aktörlerin, hukuka uygun ama hukuku yeni durumlara uyarlayan uygulamalarının olabileceğidir. Ancak, nihayetinde, bu uygulamaların da uluslararası hukuk bağlamında bir değerlendirme ve denetime tabi tutulması mümkündür, hatta kaçınılmazdır.

Dolayısıyla, tekrar yukarda temas ettiğim ve bu konular bakımından önemi olan bir hususu hatırlatmak isterim. “Güvenli bölge” ihdası birtakım stratejik çıkarlara dayanan hedeflerden tamamen uzak bir anlayışla kurulmalıdır. Ancak, “tampon bölge” ya da “uçuşa yasak bölge” statülerinin ihdasında elbette stratejik hedefler gözetilecektir. Bunlar, her ne kadar, yine de meşru olmak zorundaysa da... İşte bu noktada, Türkiye talep ve önerilerinin (keza Ürdün önerisinin de) hem insani amaçlarla bir güvenli bölge hem de bir tampon bölge karakterini bünyesinde birleştiren bu yaklaşımının ortaya çıkaracağı sonucun nasıl yönetilip denetleneceğiyle ilgili ayrıntıların iyi hesaplanması ve tartışılmasına ihtiyaç var.

Böyle bir bölge kurulmasında, ayrıca bazı iç politika temelli stratejik hedeflerin de gözetiliyor olması gibi spekülasyonlara girmek istemiyorum. Ama eğer böyleyse, yukarda vurgulamaya çalıştığım denklemin işletilmesinin ne kadar zor ve belirsizlik katsayısının da o ölçüde yüksek olabileceğini takdir edebilirsiniz.

 

‘Sinirlioğlu’na atfedilen açıklamadaki daha çok tampon bölge’

 

- Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’na atfedilerek “ABD ile güvenli bölgede anlaşıldı” başlığıyla duyurulan haberlerde yer alan “Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) bölgede bulunacağı” iddiası, sizce güvenli bölge statüsüyle çelişiyor mu? Bu iddiadan yola çıkarak “Kurulacak olan insani amacın altını çizen güvenli bölgeden öte stratejik amaçların hedeflenebileceği bir tampon bölge olacak” çıkarımı yapmak ne kadar yanlış olur? 

Feridun Sinirlioğlu'nun açıklamasına göre, ÖSO'nun o bölgede yerleşmesi ve bu koruma misyonuna destek vermesi mümkün olabilir. Ancak bunun, bir 'güvenli bölge' statüsünü zorladığı ya da bozduğunu ileri sürmek için öncelikle bu mutabakatın metnini görmek gerekir ve elbette, bu bölgede, söz konusu mutabakatın taraflarının nasıl bir uygulama sergileyeceği de bu yaklaşımın bir parçasıdır. Dolayısıyla ben bu bölgede, hangi mutabakat sınırları dahilinde, nasıl bir 'insani' amaç güdüleceğini bilmiyorum. Sinirlioğlu'nun sınırlı açıklama haberi bağlamında söz konusu girişimin daha çok bir 'tampon bölge' karakterine sahip olacağını söylemek mümkün.

 

‘Esas güvenli bölgenin hiçbir silahlı çatışmaya dahil edilmeyeceğidir’ 

 

- Aynı açıklamada yer alan "Bölgeye DAEŞ veya PYD girerse Türkiye ve ABD tarafından vurulacaklar" ifadesi doğruysa, sizce bölgeyi TSK, ABD askeri ve OSÖ'nün koruyacağı, dolayısıyla orada konuşlanacağı anlamına gelir mi?  

Eğer Sinirlioğlu'na atfen verilen o haber doğruysa, “Söz konusu bölgeye DAEŞ veya PYD girerse Türkiye ve ABD tarafından vurulacak” sözlerinin de bu bölge statüsü bağlamında, yeterli olmadığını ve bu bölgenin sahip olması beklenen 'güvenli bölge' statüsünü daralttığını düşünüyorum. Bu konudaki doğru ifade, bu "bölge"nin hiçbir silahlı çatışmaya dahil edilmeyeceği esasıdır. Yoksa şu ya da bu grubun bölgeye girişinin engellenmesi gibi bir öncelik, daraltılmış ve stratejik bir amaçla ilan edilmiş bir güvenli bölgeden çok, aslında bir 'tampon bölge' kavramını çağrıştırıyor. Şunu da unutmamak lazım; bu tür fiili sınırların, hatta ateşkes hatları oluşturmak üzere çizilen 'yeşil hatlar'ın bile, daha sonra nasıl birtakım siyasi yapıların karşılıklı olarak, aralarındaki yetki alanları ayrışması anlamında bir dönüşüme uğradığı ya da uğratıldığına dair çok örnek gösterilebilir. Dolayısıyla bu tür kavramlara dayanarak, uluslararası hukuktan destek almak suretiyle, belli yetki alanları kurulurken buna yol açan nedenlerin ve böyle bir statünün o bölgede ihdasıyla ilgili hedeflerin çok açık ve berrak belirlenmesi ve içte ve dışarıda ilanı gerekir. Ve kolaylıkla ölçülüp biçilemeyecek, hesap verilmeyi zorlaştıracak bir 'çifte amaçlılık'tan kaçınılmak gerekir.

- Türkiye’ye kaçan yaklaşık 2 milyon Suriyeli göçmenin bir bölümünün veya tamamının müzakereleri süren güvenli bölgeye nakli, uluslararası hukuk ve insan/sığınmacı hakları bakımından hangi hususları dikkate almayı gerektirir?

Mültecilerin haklarıyla ilgili bir değerlendirmede dikkate alınması gereken ilk husus, non-refoulement (geri çevirmeme) ilkesidir. Özellikle silahlı bir çatışma ortamından gelen ve bunların önemli bir kısmının her tür hukuki değer ve teminatı hiçe sayan örgütlerin insanlıkdışı muamelelerine karşı korunma amacıyla bir sığınma çabası içinde olduğu dikkate alınırsa, bu insani tablo karşısındaki hukuki sorumluluk daha da ağırlaşır. Dolayısıyla, her türlü kimlik özellikleri nedeniyle bir zulme maruz kalmış veya kalma ihtimali olan insanların geldikleri bölgelere, rızai de olsa, nakli konusunda bu temel insan hakkının korunması bağlamında bir karara varmak gerekir. Bunun, büyük ölçüde, o bölgede sürekli değişkenlik gösteren dış faktörlere de bağlı olduğu maalesef bir diğer gerçek. Ancak öte yandan, böyle bir sığınmacı akını karşısında, bu sorunun sadece bu tür tedbirlerle karşılanamayacağı da aşikar. Zira asıl sorun, bu kişilerin bireysel veya toplu olarak ülkelerini terk etmelerine neden olan bir rejim sorunu olmaktan çok (bu da bir zamanlar geçerliydi), bir devletin ülkesi üzerindeki egemenliğini kısmen de olsa yitirmesine bağlı olarak ortaya çıkan hukuk ve düzen hakimiyetinin ortadan kalkmış olmasıdır. Bunun taşıdığı siyasi sorun vasfı göz önünde tutulmadan ve uluslararası düzeyde siyasi bir çözüm çabası ortaya konulmadan bu insani sorunun da üstesinden gelmek gitgide zorlaşıyor.