Radikal 21,7 milyon radikali ıskaladı

Radikal 21,7 milyon radikali ıskaladı
T24- Alper Görmüş'ün Taraf gazetesindeki Medyaironik köşesinde  yayımlanan (12 Kasım 2010) yazısı şöyle: 21,7 milyon radikal, ‘Radikal’ ve Mardin

Medialog Platform ile Mardin Valiliği’nin birlikte düzenlediği “Ulusal medyada Doğu-Güneydoğu algısı” başlıklı toplantının katılımcılarından biri olarak geçtiğimiz hafta üç günümü Mardin’de geçirdim.

Toplantıda, ulusal çapta yayın yapan gazete ve televizyonlarda çalışan gazetecilerle bölgede çalışan gazeteciler biraraya gelmişti. Adından da anlaşılacağı gibi “ulusal” medyanın masaya yatırıldığı bir toplantıydı bu; dolayısıyla makul olanı bölge gazetecilerinin eleştiri, bizlerin ise özeleştiri yapmasıydı. Ağırlıklı olarak öyle de oldu, fakat dürüst olmak gerekirse “bizim taraf” zaman zaman lüzumsuz ve haksız bir defansif pozisyona büründü.

Mardin, yeni yapılaşmalardan hemen anlaşılabileceği gibi, bölgedeki çatışmaların bir türevi olan göçlerden önce, Ahmet Turan Alkan’ın deyişiyle “Ortaçağ kesinliğiyle biten” bir kentmiş. Şimdi öyle değil.

Mardin Valisi Hasan Duruer, eski kentin eteklerinde peydahlanan “modern” Mardin’i ve Kürt mahallelerinden oluşan yeni gecekondu kentini belediyeye bırakıp, eski Mardin’in ihyasına adamış kendini. Önümüze düşüp eski taş duvarlarda giriştikleri “derzleme” çalışmalarını gösterdi bize. Derzleme, üzerleri bildiğiniz çirkin sıvayla kapatılan güzelim taş duvarların yeniden ortaya çıkarılması için yürütülen çalışmanın adı... Bu tür çalışmalarda âdetten olduğu üzere, yüzlerce metre boyunca uzanan duvarlarda yaklaşık birer metrelik küçük sıvalı bölümler bırakılmış ki, bakanlar, eskiyle yeniyi karşılaştırabilsin... Bu karşılaştırmayı yapıp da şu soruyu sormamak mümkün değil: O taş duvarların üzerini, üstelik de ilave masrafa katlanarak sıvayan insanlara bunu yaptıran şey nedir? Ne olmuştur da, o insanlara sıvalı duvarlar daha güzel görünmüştür?

Bölgedeki yeni tip valilere, halkla yakın ve sıcak ilişkiler kurdukları için “sıra dışı valiler” deniyor. Bence yakında bu “sıra dışı” valiler sıradanlaşacaklar ve bildiğimiz eski tip valiler “sıra dışı” haline gelecek.

Mardin Valisi Hasan Duruer gibi dilini sadece “kardeşlik” üzerine değil, belki ondan çok “eşitlik” üzerine kuran valileri tanıyan bölge halkının bir daha eski tip valilere “eyvallah” demeyeceği çok açık.

İyi gazetecilik süreçleri, kötü gazetecilik patlama anlarını izler

Her fırsatta yineliyorum, süreçleri ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez “patlama” ânından itibaren izlemeye başlaması, bizim gazeteciliğimizin en problemli yanlarından biri... Bence Türk medyasının “Doğu-Güneydoğu” algısını sakatlayan en önemli noktalardan biri, işte bu. O nedenle, medya bilhassa toplumsal alanda bazı çok önemli gelişmeleri ıskalıyor ve süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında afallıyor.

Ben bugün, başta “dil” sorunu olmak üzere “Türk medyasının Doğu-Güneydoğu algısı”nı sakatlayan öteki başlıkları bir kenara koyup, işin bu yanını ele alacağım.

İyi gazetecilik süreçleri izler, çünkü amacı anlamak ve aktarmaktır... Kötü gazetecilik patlama anlarını izler, çünkü amacı sansasyon ve satıştır.

Bütün süreçler için geçerli olan bu izleme problemi pek tabii ki Türklerle, laiklerle, İstanbul’la ilgili olmayan süreçler söz konusu olduğunda iyice belirginleşir; elle tutulur, gözle görünür bir hal alır.

Yeni tip valilerle ilgili muhayyel bir örnek vereyim: Bir an için hükümetin bunları geri çekip bölgeyi eski tip valilerle doldurduğunu düşünelim... Hiç kuşkunuz olmasın, bölgede bir “vali isyanı” çıkacaktır ve medya, öncesini izlemediği için olan biten karşısında şaşırıp kalacaktır.

Muhayyel örnek verdim diye somutunun olmadığını sanmayın; sürüsüne bereket... Mesela Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın, uğradığı suikast sonrası ölmesinin (Ocak, 2001) ardından şehirde düzenlenen cenaze törenine Diyarbakırlıların gösterdiği olağanüstü ilginin bizim medyamızı nasıl şaşkına çevirdiği hiç unutulabilir mi? Medya, “ora”yla ancak öldürülen askerler ve PKK’lılar bağlamında ilgilendiği için bu “hava”yı ancak Okkan’ın cenazesinde algılayabilmişti.

Aynı şaşkınlık, 2006’da eski Hizbullah’ın devamcılarının Diyarbakır’da düzenlediği mitinge 200 bine yakın insanın katılmasında da yaşanmıştı. Bizim medyamız, Hizbullah’ı bir yeraltı örgütü olarak tanıyordu çünkü ve eski bilgisiyle onların bu türden “legal” gösterilerden uzak durduklarını sanıyordu. Oysa bilmiyordu ki (çünkü izlemiyordu) köprülerin altından çok sular akmış, 2006’nın öncesine denk gelen birkaç yılda Hizbullahçılar “sivil toplumcu” olmuştu.

Referandumda “savaşma, konuş” dendi zaten!

Süreçleri izlememenin en önemli nedenlerinden biri de, böylece gazetecilerin bir sürü zahmetten, ilave çalışmadan, kafa patlatmaktan kurtulmaları kuşkusuz... Kalıplarla ve ezberlerle konuşursanız, bunu yeterli görürseniz ilave zahmetten ve çalışmadan da kurtulmuş olursunuz.

Mesela bizim meslektaşlar, dünya görüşleri ne olursa olsun, “Kürt sorununun çözümünün önündeki sert milliyetçi direnç”ten söz etmeye bayılırlar. Bu bir kalıptır ve ezberdir. İşte bu düşünce tembelliği yüzünden, sözü edilen direncin hiç de güçlü olmadığını açık bir biçimde ortaya koyan referandum sonuçları gazeteciliğimizin hiçbir kanadında hak ettiği ölçüde değerlendirilemedi.

Konuya ilişkin ilk tuhaflık, Başbakan Erdoğan’ın “devletin PKK’yla görüştüğünü ve görüşmeye devam edeceğini” hem de referandumdan birkaç gün önce açıklamasının neredeyse hiçbir heyecana yol açmamasıydı.

Oysa besbelli, Başbakan “müzakere”yi de referanduma sunmak istiyordu böylece. Bu, hiç kuşkusuz çok büyük bir politik riskti. Aslında, Türkiye siyasetinin normalleri çerçevesinde düşündüğümüzde, bugün bile tuhaf görünüyor bana bu adım. Çünkü oya sunulan şey bir “tabu”ydu ve “Kürt sorununun çözümünün önündeki yaygın milliyetçilik” gerçekten o kadar yaygın ve güçlüyse, bu adımın referandumu “hayır”a sürüklemesi işten bile değildi.

Ben, referandumdan önce bu analizi yapmış, ona bağlı olarak referandumu ağzım yüreğimde izleyeceğimi söylemiştim. Çünkü inanıyordum ki, referandumda “hayır” çıkması, Anayasa değişikliklerine “hayır” denmesinin yanı sıra “Kürt meselesinin çözümüne hayır” anlamına gelecekti ve hiç kuşkusuz ikinci hayır çok daha tekinsiz sonuçlara yol açacaktı.

Fakat öyle olmadı, çok şükür ki Neşe Düzel’e konuşan Balıkçı’nın dediği gibi oldu... “Toplum, bu referandumda Öcalan’la görüşmeyi hazmetti mi, hazmetmedi mi” diye soran Balıkçı’yla Neşe Düzel arasında bundan sonra şöyle bir diyalog geçiyor:

– Hazmetti mi sizce?

– Etti tabii. Milliyetçiler, referandumda bu konunun dışında hiçbir şey konuşmadılar. Ama sonuç yüzde 58 çıktı. Demek ki samimi olarak istenilirse, dürüst ve samimi olunursa, toplum vicdanı barışa hazırdır.

– Türkler barışa hazır mı?

– Hazır. Ben hazır olduklarına inanıyorum. Ama aydınlarda ve siyasetçilerde kendini ifade eden “Türk aklının ürkekliğini” anlayamıyorum.

Sayı hedefli kampanyaya hakkımız var mı?Artık başlıkta kullandığım “21,7 milyon radikal” ve Radikal karşılaştırmasına gelebilirim...

“21,7 milyon radikal”den kastım, tahmin etmişsinizdir, referandumda “evet” diyerek Öcalan ve PKK’yla diyalogu (da) onaylayan, yani “savaşma konuş” diyen 21,7 milyon kişi... (Umarım “yüzde 42 sol, yüzde 58 sağ” ya da “yüzde 42 beyaz Türk” saçmalıklarına benzetilmez benim “21,7 milyon radikal”im...)

Referandumun açıkça gösterdiği bu kamuoyu eğilimi ortadayken, Radikal’in “savaşma, konuş” sloganının epeyce geride kalmış bir slogan olduğu kanaatindeyim. Kanımca, Radikal’deki meslektaşlarımız ezberden gittikleri ve süreci izlemedikleri için ortadaki “21,7 milyon radikal”i göremeyip kendi “500 bin radikal”lerinin peşine düşmüşlerdir.

Öte yandan, ben bir gazetenin böyle bir konuda sayı hedefiyle kampanya yürütmeye hakkının olmadığını düşünüyorum. Çünkü o sayının çok altında kalınabilir ve bu da amaçlananın tam tersi bir sonuç doğurabilir.

Radikal’deki meslektaşlarımız “savaşma, konuş” diyecek “500 bin radikal” ararken, zaten öyle diyen 21,7 milyon insanı ıskalamışlardır. Bu da, gazetecilik açısından artı puan getirmez bir gazeteye...