İlk sayısını 13 Ekim 1996 tarihinde çıkaran Radikal, bugün son sayısını çıkararak yazılı basına veda ediyor. Yazılı gazeteye veda yazılarında Hürriyet Dünyası Dijital Yayınlar Direktörü Eyüp Can, “Dinler kendisini yeniliyor, bin yıllık dualar, mabetler değişiyor gazeteler mi değişmeyecek? Elbette değişecek. Değişecek ama ne yönde? Her şeyden önce kıblesini her anlamda okura dönerek… Günün 24 saati okurla beraber olarak” dedi.
Eski Radikal Genel Yayın Yönetmeni, Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan da Radikal için yazdığı yazıda gazeteye “Radikal” isminin verilmesi hikâyesini anlatırken, “Peki ama Radikal genellikle olumsuz anlamlar çağrıştıran bir kelime değil miydi? Ve bir soru daha: Peki biz radikal miydik? İlk sorunun cevabını ajans da düşünmüştü, buldukları çözüm makul ve iyiydi. Ama ikinci soruyu sadece biz cevaplayabilirdik” dedi.
Radikal gazetesinin kurucuları arasında yer alan Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz da, “Radikal, benim için çok büyük bir deneyimdi ve öyle görünüyor ki bu deneyimi mümkün olduğu kadar çok tekrarlayabilmeme de olanak yok” dedi.
Radikal gazetesi bugün kâğıt baskısıyla son kez okuyucularıyla buluşuyor.
Eski Radikal yazarı ve araştırma görevlisi Koray Çalışkan ve Fatih Özatay, yazılarına dijital ortamda devam edecek olan Cengiz Çandar, Özgür Mumcu, Murat Yetkin veda yazılarıyla okuyucularının karşısına çıktı.
İşte 8 yazarın yazılarının ilgili bölümleri şöyle:
Bugün Radikal’in kâğıt baskısının son günü.
Evet biraz hüzünlü ama aynı zamanda heyecanlıyız.
25 binlik tirajıyla Radikal’i kâğıda basmak maalesef ekonomik değil.
Ama dijitalde Radikal her gün 1 milyonun üzerinde tekil okura ulaşıyor.
Bu da 18 yıllık Radikal markası adına bizi heyecanlandırıyor…
Radikal artık sadece dijital, kâğıda elveda diyen Türkiye’nin ilk ve tek dijital gazetesi.
Gazete nedir?
Kâğıt mı, mürekkep mi, baskı makinesi mi?
Yoksa haber, yorum ve reklam mı?
Tıpkı roman gibi günlük gazeteler de Sanayi Devrimi’nin ürünü.
Öyle ki ünlü Alman filozofu Hegel gazeteler için ‘modern insanın sabah duası’ demiş.
Hakikaten de öyle değil mi?
Niçin dua eder insan?
Kendi fiziksel dünyasının dışında metafizik bir varlıkla iletişim kurabilmek için.
Niçin gazete okur modern insan?
Kendi dünyasının dışına çıkabilmek, etrafında olan bitenden haberdar olabilmek için. Bir bağdır gazete, bizi bizim dışımıza bağlayan…
* * *
Tıpkı dua gibi…
Ritüelleri vardır, ritmi vardır, zamanı ve temrini vardır.
Tek kişilik bir duadır, toplu okunmaz.
Sabahları okunur, akşama bırakılmaz.
Her din gibi gazetelerin de kendine özgü kuralları vardır.
Tek kişilik ayinleri, cuma, cumartesi, pazar duaları vardır.
Her köşe başında vaizleri, her mahallede bayileri, hemen her sokakta takipçileri vardır. Güne gazete ile başlanır… Çünkü gün gazetedir.
Dün, bugün, yarın gazetelerde yeniden var olur.
Gündemi gazeteler belirler, gazeteleri gündem.
Bu yüzden tam iki asırdır "Gazeteler modern insanın sabah duasıdır."
Ama artık insanlık sabah duasıyla yetinmiyor.
Dijital insan her an kendi dünyasının dışına çıkabilmek, etrafında olan bitenden haberdar olmak istiyor. Her an her yerde bildiği dilde, inandığı dinde dua edebilmek, etrafıyla iletişim halinde olmak istiyor.
* * *
Katıldığım birçok toplantıda soruyorlar…
"Gazete ölecek mi?" diye…
Din öldü mü? İnsanlık dua etmekten vazgeçti mi? Hayır.
Çünkü dua da gazete de bir ihtiyaç.
Hatta siz buna sevişmeyi de ekleyin.
Çünkü Albert Camus “Geleceğin tarihçileri modern insanı tarif ederken ‘Onlar sevişir ve gazete okurlardı’ diyecekler” diyor.
Sevişmek, dua etmek ve gazete okumak; aynı ihtiyacın sonucu.
Kendini aşma, kendi dışında birileriyle bağ kurma.
İnsanlık ne sevişerek çoğalmaktan vazgeçti ne dua ederek huzur aramaktan ne de gazete okuyarak anlamaktan, öğrenmekten, sorgulamaktan.
Bütün mesele gazetelerin dijital dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden tasarlanması.
Okurla o bağın yeniden kurulması.
Sabahtan akşama duanın gün boyu sürebilmesi.
* * *
Dinler kendisini yeniliyor, bin yıllık dualar, mabetler değişiyor gazeteler mi değişmeyecek?
Elbette değişecek.
Değişecek ama ne yönde?
Her şeyden önce kıblesini her anlamda okura dönerek…
Günün 24 saati okurla beraber olarak…
Dolayısıyla biz gazeteye ya da gazeteciliğe değil kâğıda veda ediyoruz. Her gün 300 bin kişi cep telefonundan okuyor Radikal’i.
Buna tableti ve web’i eklediğinizde 1 milyonu geçiyor.
Sosyal medyada 1.5 milyon takipçisi var Radikal’in, dahası sosyal medyada haber ve yorumları en çok paylaşılan gazetelerden biriyiz.
Çünkü güçlü yazarları ve sağlam editoryal kadrosuyla uzun zamandır gerçek anlamda dijital yayıncılık yapıyor Radikal.
Gazeteler için ‘kendin çal kendin oyna dönemi bitti.’
Artık hep birlikte çalıp birlikte oynama zamanı.
Bugün Radikal’in güçlü yazar kadrosunun yanı sıra 7 bini aşkın blog yazarı var mesela. Her gün birbirinden ilginç, her şeyi ve herkesi didikleyen 150’nin üzerinde yazı yayımlanıyor blog sayfamızda.
Eskiden okur sadece okurdu şimdi aynı zamanda yazar.
Ve biz dijital dünyada hem okuyan hem yazan, her daim tepkisini koyan okurlarımızla büyüyoruz…
Bu yüzden kâğıda ‘veda’ ederken aslında yepyeni bir dünyaya ‘merhaba’ diyoruz. O dünya her an yanı başınızda…
Radikal.com.tr her daim elinizin altında… Sabah, öğlen, akşam, gece hiç bitmeyen bir dua…
Hegel cep telefonundan, tabletten, bilgisayardan her an gazeteleri okuduğumuzu görse ne derdi acaba?
Herhalde dijital dünyada "Gazete, modern insanın hiç bitmeyen duasıdır" derdi.
Hiç bitmesin duamız…
Son olarak bu sabah başıma geldi. Yürüyüş yaparken yanında eşi ve çocuklarıyla birisi önümü kesti, "Daha lisedeyken sizin yazılarınızı okurdum" dedi.
50 yaşındayım ve bugün çoluk çocuğa karışmış insanların gençliklerinde bir biçimde hayatlarına dokunmuşum. Mutlu mu olmalıyım, kendimi daha da yaşlı mı hissetmeliyim, bilemiyorum böyle durumlarda.
18 yıl geçmiş... Sahiden de dile kolay.
18 yıl önce bu vakitlerde, bugün benden bu ‘son yazı’yı isteyen editör arkadaşım Ali Topuz, "Ben avukatlık yapmak istemiyorum, gazeteci olmak istiyorum" diyerek karşımda oturuyordu.
Radikal’i çıkartacaktık, kadro oluşturmaya çalışıyorduk, çoğu iş görüşmesini ben yapıyordum. Tecrübeli gazeteciler kadar bilgili ve yetenekli ama gazeteciliğe yeni başlamış/başlayacak insanlar da arıyorduk.
Çıkarmayı tasarladığımız, satır satır, sayfa sayfa, isim isim özendiğimiz gazetemiz için belki on belki daha fazla reklam ajansına ‘brief’ verdik. Mehmet Yılmaz, Yeşim Denizel ve ben gidiyorduk genellikle ajanslara.
O ajanslardan olağanüstü güzel kampanyalar geldi. Ama bir tanesi bizi can evimizden vurdu, Young&Rubicam Reklamevi’nin ‘O bir radikal’ kampanyasıydı bu.
Ajanslardan gazeteye isim de önermelerini istemiştik; Y&R Reklamevi’nin yaratıcı yönetmenleri Serdar Erener ve Uğurcan Ataoğlu, ‘Radikal’ adını öneriyordu.
Peki ama Radikal genellikle olumsuz anlamlar çağrıştıran bir kelime değil miydi? Ve bir soru daha: Peki biz radikal miydik?
İlk sorunun cevabını ajans da düşünmüştü, buldukları çözüm makul ve iyiydi. Ama ikinci soruyu sadece biz cevaplayabilirdik.
İşte o noktada Mehmet Yılmaz’ın ne denli önemli ve iyi bir lider olduğu ortaya çıktı. Bizi zaten o noktaya kadar getirmiş olan Mehmet Yılmaz’dan ve onun vizyonundan başkası değildi. Şu cümlesi beynime kazındı: "İnsan haklarının ve çoğulcu demokrasinin eksiksiz biçimde hayata geçmesini talep etmek, onun ötesinde taraf tutmamak bir Batı ülkesinde ‘normal’ olabilir ama Türkiye’de bunları savunmak bizi ‘radikal’ yapar. Yaparsa da yapsın."
Bu inançla Aydın Doğan’ı da ikna etti Mehmet Yılmaz ve bu gazete çıktı.
Yayımlanmaya başladıktan sadece dört yıl sonra, 2000 yılı ekim ayında ben devraldım ve on yıl boyunca yönettim.
Bugün Türkiye hâlâ 18 yıl önceki gibi insan haklarının ve çoğulcu demokrasinin eksiksiz biçimde hayata geçmesini beklediğine göre aslında Radikal’in temel misyonu devam ediyor. Ama maalesef Radikal bildiğimiz anlamıyla veda ediyor, yayınına internet üzerinden devam edecek.
Bundan 18 yıl önce "İnsan hakları ve çoğulcu demokrasi eksiksiz uygulansın" dediğinizde, sırf bu cümleyi kuruyor olmak bile sizi ‘bölücü’, ‘bozguncu’, ‘marjinal solcu’ hatta ‘anarşist-terörist’ diye damgalamaya yeterdi; Radikal en azından bu cümlenin bir temenni cümlesi olarak iktidardan muhalefete bütün siyasetin diline girmesini sağladıysa bile bu bir tesellidir.
Radikal’i hep bu temel cümlenin etrafında yönetmeye çalıştım. Avrupa Birliği’ne tam üyeliği savunurken de başka kimsenin yazmadığı başörtüsü dahil insan hakkı ihlallerinin peşine düşüp onları bayraklaştırırken de Kürt sorununun eşitlik temelli çözülmesi gerektiğini söylerken de bir siyasi parti veya anlayışı değil bu temel ilkeleri gözetiyorduk.
Türkiye’nin başbakanı "İşkenceye sıfır tolerans"’ dediğinde onu övdük; aynı başbakan kendi eliyle kurduğu ‘İnsan Hakları Yüksek Kurulu’ çıkıntılık yaptı diye onu kapatınca en ağır dille eleştirdik. Erdoğan "Kürtlerin sorunu bizim de sorunumuzdur" dediğinde yanında olduk; "Şemdinli’dekilerin şahitliği kabul edilemez" dediğinde karşısında.
Türkiye’nin belki de en badireli 10 yılıydı 2000-2010 arası. Bugün dahi o badirelerin atlatıldığı söylenemez. Bir büyük ekonomik kriz, üstüne büyük bir siyasi altüst oluş... Darbe girişimleri, varolduğu kadarıyla bile demokrasiyi tehdit eden ulusalcı kutuplaşma, sanki ilkelere dayalıymış pozu veren ama aslında basit bir iktidar savaşı olan mücadele, demokrasi vaatlerinin araçsallaştırılması...
Bütün bunların arasında kendi kurucu ilkelerimizden taviz vermemenin bir bedeli oldu. Günü geldi, ‘Ak Parti destekçisi’ ilan edildik; günü geldi ‘demokrasi mücadelesinde Ak Parti’nin arkasında durmamak’la itham edildik, "Radikal artık radikal değil" cümlesi sık sık telaffuz edildi. Ama bir biçimde hep ana tartışma gündeminin belirleyicilerinden biri olduk. Çünkü gazeteciliğimize yön veren temel ilkelerimizden hiç vazgeçmedik. Bu gazetede medenice ifade edildiği sürece her görüş kendine yer buldu.
Elbette onlarca, yüzlerce, belki binlerce hata yaptık. Kırdığımız, üzdüğümüz, ciddi biçimde örselediğimiz insanlar da oldu mutlaka. Bu, bir teselli midir bilmiyorum ama hatalarımızın hiçbiri kasıtlı değildi; fark ettiğimiz anda hep özür dilemesini de bildik. Fakat yine de yanlış haberlerden kaynaklanan hatalarımız olduysa hepsinin sorumluluğu benimdir.
Bu gazetenin kurucusu ve temel ilkelerinin belirleyicisi Mehmet Yılmaz oldu. Onun liderliği ve vizyonu olmasa Radikal de olmazdı. Ben, Mehmet Yılmaz’ın Radikal’i hazırlamak için seçtiği o ilk çekirdek ekibin bir üyesi olduğum için hep gurur duydum. Daha sonra o ilkelerin sürdürücüsü olmaya çalıştım, 10 yıl boyunca bu gazeteyi yönettim.
Radikal’de çok önemli, çok değerli gazetecilerle birlikte çalışma onuruna sahip oldum. Bir kısmı gazeteciliğe bizimle birlikte başladı; birer yıldıza dönüşmelerini izlemek, onlara girdikleri yolda köstek değil hep destek olmak gerçekten sevindiriciydi. Zaten iyi gazeteciler olarak Radikal’e gelen ve bu gazeteye çok büyük katkılar veren arkadaşlarımız da oldu elbet; onlarla birlikte çalışmak hep bir gurur kaynağıydı.
Bana soracak olursanız Radikal için sonun başlangıcı 2001 ekonomik krizi oldu. Sadece Radikal de değil; bütün yazılı basın için bir anlamda milat, bir anlamda ‘sonun başlangıcı’ oldu o kriz şartlarında ayakta kalmak için yapılan tercihler.
Benim, ‘Daha az haber daha çok görüş ve slogan’ diye özetlediğim bu anlayış maalesef Radikal’i bir yola soktu ve oradan geri dönmek, tekrar normal bir patikada daha çok ve kaliteli özgün haberle okuyucusunu aptal yerine koymayan, ona yön vermeye çalışmayan bir gazeteye geri gelmek mümkün olmadı.
Daha çok ve kaliteli haber yayımlamak yerine daha çok görüş ve manşetlerde slogan atmak, okuyucunun bir bölümünü uzaklaştırırken kalanını da daha fazla slogan ister, daha fazla taraflı olmayı talep eder hale getirdi. Bize rakip olarak çıkan gazetenin adının ‘Taraf’ olması hiç de şaşırtmadı beni.
Gazetecilik yapması pahalı bir iş. Haberleri söküp almak, onları derinleştirmek, eksik unsurlarını tamamlamak uğruna bir haberin üstüne bir muhabirle birlikte haftalarca yatmak... Bunların finanse edilmesi için gazetenizin para kazanması gerek.
Aydın Doğan hep söyler: "Gazetelerin bağımsızlığının ve kalitesinin yegâne güvencesi onların mali bağımsızlıkları, yani para kazanan işletmeler olmalarıdır."
Bugün maalesef gelinen nokta, mali bağımsızlığın bir daha sağlanamayacağına kanaat getirildiği, zararın daha fazla taşınamayacağı bir nokta.
Kâğıda basılı, her sabah elimize alıp satır satır hatmettiğimiz Radikal artık olmayacak.
Bırakın onu tasarlayan, onu yapan, orada yazan biri olmayı, okuyucusu olarak bile hayatımızın 18 yılı kapanıyor. 18 yıl... Dile kolay.
Hoşça kal.
Çok tuhaf bir duygu yaşıyorum.
13 Ekim 1996 günü, Radikal’in 'Yıl: 1, Sayı: 1' nüshasının son sayfasındaki yazımı şöyle bitirmiştim: “Herkese merhaba!”
Ve şimdi, Radikal’in kâğıda basılı son nüshasında bir “Radikal’e elveda” yazısı yazıyorum.
Radikal’i yayına hazırladığımız 1996 yazını hiç unutmayacağım.
Başlangıçta dört kişiydik: İsmet Berkan, Yeşim Denizel Boratav, Reha Mağden ve ben.
Posta gazetesindeki görevlerimizi başka arkadaşlarımıza devretmiş ve yaz sıcağında yeni bir gazetenin hazırlıklarına başlamıştık.
Nasıl bir gazete çıkarmak istediğimi gayet iyi biliyordum.
Bütün siyasi fikirlere eşit mesafede duran, diğer gazetelerin önemsemedikleri insan hakları, çevre ve adalet sisteminden kaynaklanan adaletsizliklerle mücadele edecek, okuyucusunu aptal yerine koymayacak bir gazete.
Deyim yerindeyse her biri Türkiye’yi sarsacak olaylar olan ama ana akım medyada kendisine yer bulamayan haberlerin peşine düşecektik.
İlk yazımda şöyle yazmıştım zaten: “Radikal’i farklı bir çizgiye oturtma uğraşımızın temelinde, Radikal’i okuyacakların kendilerini ‘farklı’ gördüklerini düşünmemiz yatıyor. Türkiye’nin sorunlarına duyarlı, ‘Artık bir şeyler yapmak gerek’ düşüncesinde olan aydın bir okuyucumuz olacak. Ve bu gazetenin sayfalarında bu okuyucunun zekâsına asla hakaret edilmeyecek. ‘Ne yaparsak yapalım, yuttururuz’ anlayışı bu gazetenin kapısından içeri giremeyecek.”
O yaz, bir yandan genç gazetecilerden oluşan bir ekip kurmaya çalışırken diğer yandan da gazetenin görsel olarak nasıl olacağı üzerine çalışıyorduk.
Esen Karol ile bu vesileyle tanıştım, Radikal’in yıllarca kullanılan 'lay out'unu o hazırladı.
Alışılmamış bir gazete görüntüsü vardı ama zaten biz de alışılmamış bir gazetecilik yapmak istiyorduk.
Sonra yaptığımız ürüne bir isim bulmak ve reklam kampanyasını hazırlamak için reklam ajanslarının kapısını çaldık.
Serdar Erener, elinde bir reklam kampanyasının basılı olduğu kartonlar ve bir isimle geldi. Radikal’in isim babası odur.
İlk günlerde Radikal’in çok büyük bir ilgi ile karşılandığını söyleyemeyeceğim.
Alışılmamış gazete yayımlama çabası, böyle şeylere alışkın olmayan okuyucu için de yadırgatıcı olmuştu sanırım.
Ve bir gün Susurluk’taki o kaza meydana geldi.
Tarih 3 Kasım 1996 idi. Radikal yayımlanmaya başlayalı üç hafta yeni dolmuştu, Susurluk’ta içinde milletvekili, polis müdürü ve iki sivil şahsın bulunduğu bir otomobil, kamyonla çarpışmış, milletvekili dışındakiler hayatlarını kaybetmişti.
Ölenlerden birinin isminin Mehmet Özbay olduğu söyleniyordu.
Kaza akşam üzeri saat 7 civarında meydana gelmişti, gazetenin yazı işlerinin gece bekçisi Ali Topuz, haber merkezinin gece nöbetçisi de Ertuğrul Mavioğlu’ydu.
Mehmet Özbay’ın, Abdullah Çatlı’nın takma ismi olduğunu eski bir MİT raporunda böyle yazıldığını hatırlayan ve haberin doğru şekillenmesini sağlayan da odur.
O zamanki haber müdürümüz rahmetli Reha Mağden ile telefonda konuştuk. Özbay’ın, gerçekte Çatlı olduğunu teyit ettik ve Radikal’in şehir baskısı 'Karanlık ilişkiler ağı' başlığıyla yayımlandığında diğer gazetelerin tümünde Susurluk’ta bir milletvekilinin trafik kazasında yaralandığı ile ilgili haberler vardı. Kimse, Türkiye’yi uzun süre meşgul edecek ilişkiler ağının, derin devlet yapılanmasının ulaştığı boyutların farkında değildi.
Gazeteciliğimizin farklılığını bu kaza sayesinde gösterme olanağına kavuşmuştuk.
Birilerinin talihsizliği, bir gazetenin talihine dönüşüyordu.
Diğer gazeteler hâlâ sıradan bir trafik kazasından söz ederken Radikal’in ikinci günkü manşeti 'Devlet çetesi'ydi. Susurluk gecesi bulunan başlıklardan birini o gün yazımda kullandım: 'Gladyo kamyona çarptı.' Bu başlıklar, Radikal ekibinin ilk andan itibaren meselenin ne kadar farkında olduğunu gösteriyordu.
O tarihteki en büyük rakibimiz sayılan Yeni Yüzyıl bile haberin derinliğinin farkına henüz varamamıştı ki biz 'Çiller–Ağar–Çatlı' manşeti ile ilişkiler ağını çözmeye başlamıştık.
Bu habercilik anlayışı, okuyucunun da dikkatini çekmeyi başardı, Radikal’in tirajı tırmanmaya başlamıştı ve bugün söylediğimde kimse inanmıyor ama bir süre 700 bini de geçmiştik, gazetenin sürmanşetinde bunu da iftiharla duyurduk.
Aslına bakarsanız bu hâlâ içimde bir merak konusu. Radikal’in tirajı 300 binlerin üzerine doğru tırmanmaya başladığında promosyon olarak 'Maison Pupe' isimli, çocuklar için karton bir oyun evi vermiştik. Merak ettiğim bu: Acaba Maison Pupe’nin çocuklarda yarattığı ilgi mi ebeveynlerin Radikal’in farkına varmalarına yol açtı, yoksa ebeveynler Radikal’in farkına vardıkları için mi Maison Pupe’ye de ilgi büyük oldu?
Bunu hiç öğrenemedik, çünkü tirajımız uzun süre zamanın büyük gazeteleri Hürriyet, Sabah ve Milliyet ile yarışmaya devam etti.
Gazetecilik yaşamımda en gurur duyduğum işlerimden biri Susurluk çetesi ile mücadele ise diğeri de Manisalı çocuklara işkence yapanların peşini bırakmamaktı.
Manisa’da çocuk denecek yaştaki lise öğrencilerine karakolda işkence yapıldığı ile ilgili haberi ilk kez Posta gazetesinden duyurmuştum.
Olayı takip etmiştik ama yargının polisleri beraat ettirmesi Radikal’deki günlerime rastlamıştı.
'Bu cop hepimize' başlığı ve bir siyah cop resminin basılı olduğu gazete, kamuoyunun vicdanını harekete geçirdi ve sonunda zor da olsa, yıllar geçse de işkenceciler yaptıklarının hesabını vermek zorunda kaldılar.
Radikal’in benim dönemimde de sonra da böyle o kadar çok haberi oldu ki hepsini tek tek sayabilmek mümkün değil. Belki günün birinde, bir araştırmacı bunları toplar, o dönemdeki Türk gazetelerinin içinde tamamen farklı bir gündemle yayımlanan bir gazetenin, nasıl olup da hayatta kalmaya devam edebildiğini çözümler.
Oscar Wilde, “Hayatta en iyi ihtimalle yalnızca tek bir büyük deneyim yaşayabiliriz. Hayatın sırrı ise bu deneyimi mümkün olduğu kadar çok tekrarlayabilmektir” diyor.
Radikal, benim için çok büyük bir deneyimdi ve öyle görünüyor ki bu deneyimi mümkün olduğu kadar çok tekrarlayabilmeme de olanak yok.
Radikal’in genel yayın müdürlüğünden ayrılıp Milliyet’e giderken, son yazımda, 15 Ekim 2000 tarihinde, Radikal’in kuruluşunun beşinci yıldönümünde şöyle veda etmiştim:
“Bir Arap atasözü ‘Hayat iki bölümdür: Geçmiş bir rüya ve gelecek bir dilek’ diyor. Bir rüyadan daha uyanırken söylemeliyim ki Radikal’i ve onun gerçek yaratıcısı olan okuyucularını hiç unutmayacağım.
Hoşça kalın…”
Köşe yazmaya 2007’de BirGün’de başladım. O zaman başka bir basın vardı. Twitter yoktu. Sosyal medya patlamamıştı. Dijital yayıncılık basılı mecradaki yazıyı ekrana taşımayı amaçlıyordu. Gazete sayfasında herkes aynı görünüyor, köşelerin köşede olması yetiyordu. Sonra ufukta yeni bir dünya belirdi. Dijitalin tık sesleri uzaktan duyulmaya başladı. O sırada Eyüp Can, basın tarihinde çıktığından beri kapanıp kapanmayacağı her yıl konuşulan tek gazete olan Radikal’in başına geçti, herkese büyük bir umut verdi. Bülent Mumay, Çınar Oskay, Sefer Levent, Ezgi Başaran, Erdal Güven, Ankara’da Murat Yetkin ve Deniz Zeyrek ve adını yazamadığım başka arkadaşlar... Hızlı başladık. Basılı medyanın inişe geçtiği dönemde tiraj peşine düştük. O zamandan bu yana, amiral gemileri 20 Radikal kadar tiraj kaybetti. Yeni basın dijitale taşınırken, biz eski basın mantığını yeni dünyada ayakta tutmaya çalışıyorduk. Radikal yürümeyeceğini ilk gören oldu, dijitale doğru dümen kırdı. Yaklaşık 3 sene önce... Artık köşe yok Ben okumayı İzmir İşçievleri’nde Vali Rahmi Bey İlkokulu’nda, yazmayı İstanbul İkitelli’de Radikal’de öğrendim. İzmir’e taşınmadan önce okuyordum ama anlamadan. Radikal’den önce yazıyordum ama nasıl okunacağını düşünmeden. Dijital dünya herkesin daha eşit olduğu, dünyayı kurtarmaya teşne köşe yazarlarının dünyayı kurtaran adama dönüştüğü bir yer. “Sevgili okurum” dünyasının küçüldüğü, herkesin okur yazar olduğu, anında tepki verildiği, yazının dolaşıma okuyanın yorumuyla girdiği bir alan. Ben bu dünyayı Radikal’le tanıdım. Bu yeni dünyayı anlamaya kafa patlatan arkadaşlarımın yaptıklarını izleyerek... Ezgi Başaran birkaç adım önce gidiyordu, hızlıca olan biteni fark etmiş, dijitalde harikalar yaratıyordu. Cüneyt Özdemir bizim gazetenin lokomotifi gibiydi. Bir başlıkla gazetenin tüm haberlerinden daha fazla okunabiliyordu. Yazıyı bitirdikten sonra, arada yahu Cüneyt olsa ne başlık atardı diye düşündüğümü itiraf ediyorum. Özgür Mumcu ironiyle analizi örgü yapabiliyor, söylenmesi en zor lafları, bir çırpıda anlatabiliyordu. Acayip bir şey oldu Yaklaşık altı ay önce, sabah basılı gazetelere bakıyordum. Memleket şizofren bir gündeme hapis bir süredir. Hergün bir şey patlıyor. Masanın üzerine baktım. Manşetler dünün haberleriyle doluydu. Bizde ne var manşette diye düşünmemle, cepten radikal.com.tr’ye girmem bir oldu. Masanın üstünün değiştiğini o sabah farkettim. Artık ilk sayfa, manşet, sürmanşet... bu kavramlar yerlerini karusele yani dönerekrana bırakmıştı. ‘Daily’ yani ‘günlük’ haber ortadan kalkmıştı. Artık gazeteler sürekli çıkıyor, dijitalde değişen dünyanın hızına yetişmeye çalışan ‘manşet’ler en geç saatte bir değişiyordu. O manşetlerin arasında ne olduğunu anlatan yeni köşe yazarları, olay olduğu an perspektif sunuyordu. Dört senede yüzlerce köşeyazısı, onlarca haber, söyleşi ve analiz yazdım. Gökçe Aytulu ve Ali Topuz harika editörlerdi. Muhittin Danış’a verdiğim haberleri hiç geri çevirmedi. Bu dostlarım ustası oldukları işi benim gibi basın amatörlerine öğretti, bize gazeteci olmayı hissettirdi. Eyüp Can kaptandı. En zor zamanlarda, en sert yazılarımı virgülüne dokunmadan gazeteye bastı, baskının arttığını yazarlara hissettirmemek için elinden geleni yaptı. Vuslat Doğan Sabancı ve Aydın Doğan basında gerçeği yazmanın en maliyetli olduğu günlerde gazetelerinin arkasında durdu. Böylece Radikal, baskının siyasetçiler tarafından görev sanıldığı günlerde nefes alınan bir yer oldu. Radikal 2, Radikal’de yaklaşık on yıl önce yazımın ilk çıktığı yer oldu. 18 yaşındaki bu delikanlı Tuğrul Eryılmaz ve Nazan Özcan’la bir kuşağa bir gazetenin verebileceği en derinlikli analizleri sundu. Ne olacak? Bu vahanın sonuna mı geldik? Hayır. Radikal maalesef güçlü editörlerini, gazetecilerini, yazarlarını kaybetti. Dijital dünyaya, eskisinden daha küçük, ancak gidenler kadar ehil bir kadroyla tutunacak. Ben yine her gün birkaç defa radikal.com.tr’yi okuyacağım, ama bir süre yazamayacağım. Bugünden itibaren takımın yanında düz koşuya başlıyorum, elimde biriken akademik işlere dönüyorum. Tekrar görüşene kadar sağlıcakla, sürçü lisan ettiysem affola...
Veda yazısı yazmak, yazan kim olursa olsun, ne sebeple ve ne amaçla yazılırsa yazılsın, daima zor, çok zor olmuştur.
Bu da öyle. Üstelik, bu bir veda yazısı mı; o da belli değil. Kırk yılın eşiğine gelen gazetecilik yaşamımda çok şeyler gördüm geçirdim ama başıma böylesi hiç gelmemişti.
Elektronik Radikal’in bir gün öncesinde, kâğıt Radikal için veda yazısı yazmak..
Çok şeyler görüp geçirmiş olmak, meslekte yaşanmış olan yılların sayısının fazlalığıyla da ilgili değil sadece. Dünyanın birkaç yüzyılın toplamında yaşamayacağı kadar başdöndürücü, dönem bitiren, dönem başlatan nitelikteki devrimci gelişmeyi, benim kuşağım, yarım yüzyıllık süre içinde yaşadı.
Yarım yüzyıllık bir dönem zarfında içerik olarak da sayısal yani adet olarak da çok önemli, çok sayıda gelişme ardı ardına ve sanki tarih bitiyormuş, zaman kalmayacakmış acelesi ve sürati ile öyle yaşandı; herhangi birisinin ne olduğunu tam anlamadan, anlatamadan, doğru dürüst sindiremeden bir ötekisine geçtik.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğanların kuşağına mensubum. Dünyanın ve kendimizin yani varoluşun ve varlığımızın farkına varmaya başladığımız sıralar, yepyeni bir dünyanın kuruluşunun başlangıcıydı.
Aslında kadim ama yeni doğmuş kabul edilen bir ülkenin ilk kuşakları arasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa süre sonra dünyanın 'Soğuk Savaş’ta buz kestiği yılların içine açmış gözümüzü ve tarihin içinde yürümeye başlamıştık.
Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında, özellikle elimize kalemi alabildiğimiz son çeyreğinde, tarih hızlandı. İşlevler de karıştı. Tanıklık etmek ile tarih yapmak, sarsıntılı değişimi izlemek ile değişimin aktörleri arasında yer almak arasında gitti geldi benim mensubu olduğum kuşak.
Bu dünyaya gözümüzü açtığımızda iki kutupluydu dünya. Yaşadığımız ülkenin yanı başında dev bir Sovyetler Birliği, bir de onun liderliğini yaptığı sosyalist sistem vardı. Ergen dönemimizde, hem de görev gereği, tarih kaydı tuttuğumuz bir zaman dilimi içinde ortadan kalktı.
Sadece olaylar değil, kullanılan araçlar da hızla değişti. Birçoğu ortadan kalktı.
Gazete yazarlarının eline kâğıdı kalemi alıp yazı yazdığı bir dönemde dünyaya gözünü açan kuşağa mensubum ben. Mesleği daktilo ile icra etmeye başlamış olanların kuşağı. Babıâli Yokuşu’nu yaya tırmanarak, bu mesleğe adımımı attığım vakit, şaryosu bir tuşuna basıldığında soldan sağa çok süratle hareket eden Brother marka bir daktilo edinmiştim kendime ve on parmak yazmayı öğrenmiştim.
Çok geçmeden kendimi, teleks başında buldum. Ortadoğu’da savaş ortamında, hele Beyrut bombardıman altındayken, teleks başında yazı yazmak, teleks üzerinden Türkiye’ye bağlanmak ve teleks şeridini koparmadan haber yazısı olarak aktarmak meşakkatli bir işti.
Gazetenin mutfağında çalışırken, yazıların kurşun haline dökülerek, sayfaların bağlandığı mürettiphanelerde zaman tüketmiş olduğumuzu anlatmak da nüfusunun üçte ikisi otuz yaşının altında bir ülkenin insanlarına masal tadı bile vermeyebilir.
Sonra ofset baskı çıktı. Mürettiphaneler bitti. Daktilo da yok oldu. Yerine bilgisayar geçti. Teleks ise antika değeri bile kazanamadan sona erdi. Yerini faks aldı. Çıktığında büyük teknolojik devrim gibi görülen faks bile, yirmi yıl içinde işlevsizleşti. İnsanın yüzüne “O neymiş” gibi anlamsız nazarlarla bakıyorlar artık.
Giderek elektronik posta, akıllı telefonlar, dizüstü bilgisayarlarını bile anlamsızlaştırmaya başlayan tabletler..
Bunun önüne geçmek imkânsızdı. Ayak uydurmak ya da kenara fırlatılıp, nostalji ile ömür tüketmekten başka bir şansı insana tanımayan bir değişim ve dönüşüm.
Siyasette de teknolojide de.
İnsan yine de geçmişinden kendini sıyıramıyor. Yaş ilerledikçe, geçmiş daha da çok kıymete biniyor galiba. Hele kimliklerin öne daha da çok çıktığı günümüz dünyasında daha da böyle sanki. Sık sık geriye dönüp, kim olduğunuzu, nereden gelip nereye gittiğinizi, bütün bunların nedenini sorgulamaya başlıyorsunuz.
O yüzden olsa gerek, örneğin Berlin’i hâlâ duvar varmış gibi yaşarım. Doğudan batıya, batıdan doğuya geçtiğimi varsayarak, Berlin’i yaşamaktan özel zevk alırım. Çünkü, 'Berlin Duvarı’nın yıkılışına yerinde tanıklık eden, Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya sürekli hareket halinde geçiş yapan tek Türk gazetecisiydim ben. Orta yaşa bile varmamış genç bir adamdım.
Berlin’i, Berlin’de herkesten farklı yaşarım. İç dünyamda kendimle oynadığım bir oyun gibidir. Anlatmaya kalkışsam, anlayanın olacağını sanmam. Hatta dinleyen de olmayabilir. Kime ne? Her şey hızla akıyor. Zamanın hızına yetişmek lazım.
Buna ayak uydurarak, kayıt tutmaya ve tanıklığa devam bizim işimiz. Nostaljiden de kurtaramadan kendimizi. Öylesi kendimizi inkâr olur.
'Berlin Duvarı’nın yıkılışından, yani Yirminci Yüzyıl’ın son çeyreğinden bu yana tüm dünya, her şey çok çabuk değişti. Çok da değişti.
Öyle ki yeni yüzyılın –hatta 'binyıl'ın (Millenium)- on yıldan fazla bir süresini arkada bıraktık. Her yer değişti. Herkes değişti. Sınırlar değişti. Ülkeler değişti. Bazıları yok oldu. Yenileri oluştu.
Bütün bunları Radikal için yazdım. Malum, bugün Radikal’in kâğıt haliyle son günü. Bugün son kez piyasaya kâğıt olarak sunulacak Radikal. Yılın en uzun aydınlık gününde: 21 Haziran.
Yarın ile birlikte Radikal’de elektronik ortamda devam edeceğiz.
Kâğıda basılan en son Radikal nüshası 'tarihi' sayılacak. Bu nüshada yer almak istediğim için de yazdım bütün bunları. Yazı günüm olmasa da son gün bir 'veda yazısı' yazmak gerekirdi diye düşündüm.
Tıpkı 'Berlin Duvarı’nın doğumunu görmüş, onun hayatta bulunduğu dönemde Berlin’e ayak basmış, 'Berlin Duvarı’nın yıkılışına yerinde tanıklık etmiş ve aktarmış, 'duvar’ın yıkılışından bu yana da iç dünyasında 'nostaljik bağları' kopmamış ama zamanın akışında yer alan birisi olarak, Radikal’in serüveninde de yer aldım.
Biliyorum, okurları için Radikal, ellerine aldıkları ve pazar günleri onsuz edemedikleri Radikal 2’yi de içeren, içinde nice emek ve düşüncenin sığdığı bir kâğıttan sayfalar toplamıydı.
Ben de o Radikal’i çok sevmiş olanlar arasındaydım.
Ama, benim gibi 'içerden' birisi için Radikal, bir yandan da onu var eden insanlar demekti. Yarından itibaren ayrı düşeceğimiz –belki bir süreliğine- ve Radikal’i son döneminde Türkiye’nin en iyi gazetesini yapmış olan iki 'meçhul askeri'ne, emeği geçmiş herkesi temsilen, Muhittin Danış ile Ali Topuz’a, bu 'veda yazısı'yla sevgilerimi ve şükranlarımı gönderiyorum.
Radikal’e devam edecek okurlar ile yarından itibaren elektronik ortamda görüşmek üzere…
Radikal’in tabloid olarak basıldığı ilk sayısında ilk yazım yayımlanmıştı.
Tesadüf, Radikal’in gazete olarak basıldığı bu son sayısında da yazım var. Yazı günlerinin azizliği.
Bu, hakikaten arşivlik bir sayı. Radikal’in gazete olarak da tabloid haliyle de yaşadığı macerasının sonu. Artık Radikal’in uzun zamandır başarıyla devam etmekte olan internet macerasını izleyeceğiz.
Bu süreçte tanışmaktan ve beraber çalışmaktan çok mutlu olduğum, dostluklarından da gurur duyduğum çok kişi Radikal’de devam etmeyecek. Bunun gizlenemeyecek ve gazetenin kapatılacağının ilanından beri aklı meşgul eden bir hüznü var.
Bu hüznün ve kâğıdın buharlaşmasının tuhaflığının gölgesinde yeni bir döneme giriyoruz.
Çocukken her gün bütün gazetelerin girdiği bir evde büyüdüm. Okuma yazmayı sökmemden beri neredeyse ülkedeki bütün gazeteleri, mürekkepleri ellerime bulaşa bulaşa okudum. Gazetenin taze taşra baskısının kokusunu hatırlayacak kadar yaşım var.
Öte yandan kâğıt nostaljisi yapmayacak kadar da gencim galiba. İnternetin doğumuna da hayata yayılmasına da kolay uyum sağlayabilecek bir kuşağa üyeyim.
Bir taraftan kâğıdı özleyip diğer taraftan uzun zamandır kitapları e-okuyucudan okumam da bu tezatın göstergesi.
Aynı şey gazeteler için de geçerli. Hâlâ neredeyse bütün gazeteleri takip ediyorum. Gelgelelim çocukluğumdaki gibi gazeteleri yerlere yayıp ev ahalisinden azar işiterek değil, bilgisayardan ve telefondan okumaktayım.
Bu kuşak vurgumun bir sebebi var. Radikal yayımlanmaya başladığında 19 yaşında bir üniversite öğrencisiydim.
Radikal okurlarının da önemli bir kısmını üniversite öğrencileri oluşturmaktaydı. O kuşak büyüdü iş, güç ve hatta okudukları gazetede köşe sahibi oldu. Çoğu kâğıdı bıraktı ve gazeteleri internetten takip etmeye başladı.
Radikal hep genç okur kitlesi olan bir gazeteydi. Daha sonra gelen kuşakların da yüzlerini kâğıttan çevirip, içlerine doğdukları internetten Radikal’i takip etmeleri sürpriz olmadı.
Bu bakımdan matbaadan çıkarak siber uzaya iyiden iyiye yerleşmede öncülüğü Radikal’in yapması şaşırtıcı değil.
Kâğıt nostaljisi yapmanın pratik bir faydası yok. Haber nostaljisi yapmayalım yeter. Bu gazete çok önemli haberlerle gündem belirlemeyi ve özellikle insan hakları gazeteciliğinde cesaretli olmayı hep bildi. Yorumlarında da geniş ve dışlanmış kesimlerin sesini duyurmayı tercih etti.
Daha çok haber ve daha çok yorum çeşitliliğiyle Radikal’in internette daha da büyümesi mümkün. Keşke bu kadar değerli insanın kalmasını sağlayacak imkânlar olsaydı da bu hedefe daha kolay erişilebilseydi.
Bu son sayıya yakışacağını düşündüğüm bir klişeyle bitireyim: “Bakalım kahramanımızı nasıl maceralar bekliyor.
Yazdığım en zor yazılardan birisi bu. 1 Şubat 2001’den bu yana yazdığım gazetemin kâğıt üzerine basılıp, bayilere dağıtılan, oradan alıp okuduğunuz son baskısı bu. Koleksiyon değeri var. Gelecek bir tarihteki bir müzayedeyi açacak bir münadi mesela diyecek ki, “Türkiye’de baskısına son verip dijital ortamda yayınına devam eden ilk gazetenin son nüshası”. Dün gibi aklımda nasıl başladığım. Sabah gazetesinden gayet ihtilaflı bir şekilde ayrıldıktan sonra önümde birkaç seçenek vardı. Bunların arasında ikisi öne çıkıyordu. Fatih Çekirge o dönem Uzan Grubu'nun çıkardığı Star gazetesinin başındaydı. Arkadaşımdı. Gayet cazip koşullarla Ankara Temsilciliği teklif ediyordu. Öne çıkan ikinci seçenek Radikal'di. Aslında Radikal’e daha başında, 1996’da katılma şansım da vardı. İsmet Berkan, -o da arkadaşım- o yaz başında, öyle hatırlıyorum konuyu açmıştı. Nişantaşı Reasürans pasajında Touchdown’da oturuyorduk. Mehmet Yılmaz’ın projesinden söz etti; Aydın Doğan yeşil ışık yakmıştı, sola daha yakın, özgürlükçü çizgide ama her görüşten entelektüellere açık bir gazete projesiydi bu. (Önceki akşam konuşurken Arzuhan Doğan Yalçındağ, “Radikal ismini koyduğumuz toplantı bugün gibi aklımda” dedi; “Tarhan Erdem filan hep beraber”.) Mehmet yayın yönetmeni olacaktı, İsmet de Ankara Temsilcisi. “Ama ben fazla kalmayacağım Ankara’da” demişti İsmet: “Sen gelirsen daha çabuk dönerim, işime gelir.”
Ama benim o sıra gönlüm televizyondan yanaydı hâlâ. Aslında rahmetli Ufuk Güldemir ile konuşuyorduk ama Nuri Çolakoğlu’nun bir telefonuyla benim planlar değişmişti. Çolakoğlu ile Kanal-D günlerinde birkaç defa yaptığımız şakayla karışık bir konuşma vardı: Günün birinde kendi evimizde de açıp gönül rahatlığıyla izleyeceğimiz bir televizyon yapmak. Çünkü ana akım kanallar müthiş ‘reyting’ baskısı altındaydı ve utanarak itiraf ediyorum ki, daha sonra Türkiye’de televizyonculuğun başına bela olan pek çok ‘numarayı’ Aydın Özdalga yönetiminde, Cem Aydın ve Celal Pir ile birlikte icat edip uygulayan, bazıları hâlâ yakalanamayan reyting rekorlarını kıran ekibin içindeydim. Bu projelerden birisinin o zamana kadar ‘Atina’dan bildiren’ bilgili ve sakin bir diplomasi muhabirinden ‘Azz sonnraa’ diyen bir reyting canavarına dönüşen Reha Muhtar olduğunu söylemem sanırım yeterli olacaktır. O sayede (Reha kısa sürede bizlerin toplam maaşından fazla bir ücretle Show’a gitse de) Kanal-D gece haberleri üstünlüğünü ele geçirip yıllarca bırakmamıştı. Neyse Çolakoğlu, “Sermaye buldum, gel görüşelim” deyince soluğu İstanbul’da aldım. Proje, Türkiye’nin ilk 24 saat yayın yapacak haber televizyonuydu. İlk görüşte aşk gibi bir şeydi benim için. “Sermaye kimden” diye sordum. “Cavit Çağlar” dedi ve benim daha ileri bir şey sormama meydan vermeden “Merak etme, konuştuk, hiçbir şeye karışmayacak” dedi. Ve Cavit Bey, sonra yaşadığı binbir sıkıntıya rağmen, bir gün olsun karışmadı NTV yayınlarına; rahmetli Ayhan Şahenk’e devrettiği güne dek sözünde durdu. Dolayısıyla ben Radikal’e ilk başta katılamadım, onun yerine Türkiye’nin ilk haber televizyonunu kuran ekibin içinde yer aldım, onun Ankara Bürosu’nu kurdum; müthiş işler yaptık, sonra bir ara onu da anlatırım. Kısmet 2001 yılınaymış. İsmet zaten bir süredir Mehmet Yılmaz’ın Milliyet’in başına geçmesiyle Radikal’in başına geçmişti, Ankara Büro'nun başına atama yapılmamış, boş tutuluyordu. Radikal açıkçası kafama Star’dan daha uygundu ve aynı derecede önemliydi benim için, Doğan Grubu’nun ağırlığı başkaydı; dışarıdan bakınca, içeriden olduğundan daha büyük görünüyordu. Çok yıllar sonra Aydın Bey bize diyecekti ki; “Çocuklar bendeki yazarların hepsinin bir sahnesi var, kabul ama siz de kabul edin ki bu benimki de büyük bir sahne”. Aynen öyleydi. Bu süreçte bazı arkadaşlarımdan görüş aldım. Sedat Ergin hep yanımda ve teşvik edici oldu; Feridun Sinirlioğlu ve Aydın Sezgin de öyle. Bütün bu nedenlerle (yıllar geçti, onu da itiraf edeyim) Fatih’in neredeyse diğerinin üç katına varan teklifini değil, İsmet’in teklifini kabul ettim. Ve ben de Radikalci oldum. Çok da iyi yapmışım. O zaman 8 yaşına girmek üzere olan sevgili kızım Nisan şimdi 21 yaşında canavar gibi bir tarih öğrencisi. Onunla gurur duyuyoruz ve onu Radikal’le beraber büyütürken, belki ileride işine yarayacak binlerce sayfalık canlı tarih müsvettelerini, yani Radikal yazılarımı ona bırakıyor olmaktan çok memnunum. * * * Radikal’de müthis işler yaptık. Mesela 2001’de merhum Bülent Ecevit hükümetini devirmeye yönelik bir komployu deşifre ettiğimiz bir 31 Ekim manşetimiz vardı İsmet’le birlikte altından kalktığımız. Gazeteciliğe 1981’de askeri rejim altında Arayış dergisinde başladığım Ecevit benimle üç-dört ay konuşmadı ama sonra hakkımda söylenti yayanların değil, benim haklı olup düzgün durduğumu teslim etti. Bazı ayrıntıları hâlâ bendedir o konunun haber kaynaklarıma verdiğim sözden dolayı. Hâlâ o konuda çok suçlandığım olur ama aldırmam, doğrusunun ne olduğunu vicdanım bana söyler. Üçlü koalisyon döneminde Bayındırlık Bakanı Koray Aydın ile telefon konuşmamızı manşete çekmemiz, Koray Bey’in bakanlığına mal oldu. Ama bugün görüşüyoruz hâlâ; sanki ilişkiler bugünkünden daha uygardı. Daha yeni Ankara Haber Müdürlüğüne getirdiğimiz Deniz Zeyrek’in (şimdi Hürriyet Ankara Temsilcisi) elinde Milli Güvenlik Konseyi (MGK) gizli yönetmeliğiyle büroya daldığı günü hatırlıyorum; MGK’nın siyaset, hatta devlet üstü yapısının değişmesinde o yayınımız kilit önemdeydi. Geçenlerde Deniz ile konuşuyorduk. “O belgeyi sana ‘G’ verdi değil mi?” diye sordum. "Hayır" diye güldü. Meğer bir süredir peşinde olduğumuz o belgeyi, durum müsait olursa ‘G’ üzerinden ulaştırabileceklerini söyleyen kişi vermiş, Deniz de ismini vermedi hâlâ, merak etmesin bunu okuyunca, daha buradayız, bir yere gitmiyoruz. Ankara hiç göründüğü gibi değildir, en derin devlet yapıları içinde en açık fikirli demokrat özgürlükçüler, en özgürlükçü yapılar içinde en katı devletçileri bulursunuz, arıyorsanız eğer. Kötü çuvalladığımız zamanlar da oldu, çok üzüldük. Mesela aramızdaki bir iletişim sorunu nedeniyle ilk haber alanlardan olduğumuz halde, Ecevit’in vefatını ertesi günkü gazetede veremedik; içimizde hâlâ yaradır. Ama müthiş işler de yaptık, müthiş işlerin sonuçlarını gördük ve işte o zaman çok keyiflendik. Mesela 'olağanüstü hal’in kaldırıldığı gün, daha doğrusu akşamında benim odada İsmet Demirdöğen, Deniz, sanırım Yurdagül Şimşek, Adnan Keskin var mıydı, tam hatırlayamadım ama birkaç arkadaş, viski açtık, çikolata, fındık filan aldık, demokrasi için kadeh kaldırdık. İstanbul’da yazı işleriyle zaman zaman birbirimize girsek de kardeşçe ve dayanışma duygusuyla çalıştık. Yeşim Denizel, Erdal Güven, Ali Topuz, Ertuğrul Mavioğlu, sonra Muhittin Danış, Sefer Levent, Gökçe Aytulu, Bülent Mumay, Cem Erciyes kahrımı çekenlerden, istemeden kırdıysam affetsinler. Güzel günlerdi. Ve Ajda Pekkan’ın şarkısında olduğu gibi, “Her güzel şey bir gün biter”. Radikal’in farkı neydi derseniz, sanırım insanı merkeze koyan özgürlükçü bakıştı. O bakış ancak fikir özgürlüğünün serbestçe dile getirilebildiği, siyasi rekabetin güçlü olduğu ortamlarda yaşayabiliyor. * * * Bugün, kâğıda basılı Radikal’in bu son sayısında, Türkiye’de teknolojiye ve dünyaya en açık gruplardan olan Radikal okurlarının zaten birkaç yıldır haberleri, yorumları kâğıttan okumayı bırakıp internete daldığını söylememiz gerek. Bu, bir gerçek. Kâğıttan çıkma kararı üzerine tepki veren okurlara, Beyoğlu Emek Sineması sahibinin protestoculara “Yıllardır boş salona film oynatıyoruz, o zaman neredeydiniz” mealindeki sitemini hatırlatıyorum. Yıllardır bir elli kuruş verip gazete almaz olmuşlardı çoğu ama çağ böyle. Yine de madem içimizi döküyoruz, Radikal için bence önemli bir dönüm noktasını kayda almam gerektiğine inanıyorum. Radikal’de her görüşten insan yazıyordu. Murat Belge’den Namık Kemal Zeybek’e, Perihan Mağden’den Mine Kırıkkanat’a, Altan Öymen’den Avni Özgürel’e, Türker Alkan’dan Mehmet Ali Kışlalı’ya (Piyale Madra’nın ‘Ademler ve Havvalar’, Ramize Erer’in ‘Kötü Kız’ çizgi bantlarına varana) kadar... Radikal okuru bu çeşitliliği entelektüel tartışma zenginliği olarak benimsemişti. Ama nedense Hasan Celal Güzel’e büyük bir tepki oldu. Üslubundan mı, siyasi çizgisini yazılarına fazlaca yansıtmasından mı bilemedik. Hasan Celal Bey lütfen alınmasın, kendisine sanırım sezdirilmedi ama Radikal’in satışı onun yazılarına başladığı hafta içinde neredeyse üçte bir düştü; okurlarımızın üçte biri bizi terk etti ve bir daha geri gelmediler. Radikal ters köşeye çakan, çakabilen bir gazeteydi; farkı buydu. Bugün Türk basınında farklılıkların azaldığı zor günlerden geçerken, son dört yıldır Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenmiş olan Eyüp Can Sağlık zor kararı verdi; zor ve zorunlu kararı... Radikal bugünden itibaren artık basılmayacak ama yayın hayatına devam edecek. Bu da bir fark. Türkiye’de ilk defa olacak. Radikal aslında biterken de Radikal, çünkü küllerinden yeniden doğuyor ve ağırlığını artık internet yayıncılığına, dijital yayıncılığa veriyor. Böyle bir dönem ve o dönemin koşullarına göre kendimizi yenilemeniz gerekiyor. Charles Darwin’in dediği gibi, değişime teslim olan da değişimi reddedip bildiğini okuyan da tutunamıyor ama değişime ayak direyerek ayak uyduran, ayakta kalabiliyor. Pek kimsenin pek anlam veremediği simgemizi, o nadir beyaz kartalı küllerinden doğan zümrüdüanka kuşuyla mı değiştirsek ne? Devam ediyoruz yani, ben ediyorum en azından. Siz de okumaya devam edin olur mu? Göreceğimiz daha güzel günler var önümüzde. O inancı yitirmemek gerek.
Her yıl 156’ya ulaşırdı. Bu yıl 70’te kaldı. Artmayacak.
Radikal’deki yıllık yazı sayımdan söz ediyorum. 1996’da ilk çıktığında başladım yazmaya. Mayıs 2001’de Merkez Bankası’nda bir göreve atanınca ara vermek zorunda kaldım. O görev beş yıl sürdü. Beş yıl boyunca ‘şimdi yazmak vardı’ diye düşündüğüm çok gün oldu. Çok şükür; Mayıs 2006’dan itibaren tekrar yazmaya başladım Radikal’de.
Aralıksız…
Radikal’in kağıt baskısındaki son yazım bu. Hoşçakalın.
İnternetteki Radikal’de de yazacağım. Ama daha seyrek. Görüşmek üzere…