Rasmussen krizinin perde arkası...

Rasmussen krizinin perde arkası...
Özgür Yusuf CEVAHİR / Tempo24NATO’nun 60’ıncı yılı olması nedeniyle İttifak için sembolik önem taşıyan ve “birliktelik” vurgusu yapılması amaçlanan Almanya-Fransa ev sahipliğindeki zirvede Türkiye’nin yeni NATO Genel Sekreteri olarak Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in önüne taş koyması kriz yarattı. Sonuç olarak İttifak'ın dediği oldu ve Rasmussen'e Genel Sekreter koltuğu verildi. Ancak Rasmussen üzerinden yürütülen bu başarılı diplomatik pazarlıktan Türkiye de eli boş dönmedi. Rasmussen istifasını sunduTürkiye'ye rağmen NATO 'Rasmussen' dediBugünkü haliyle 28 üyeye ulaşan NATO’da 27 ülke Rasmussen konusunda mutabakata varmışken, Ankara, Danimarka Başbakanı’nın adaylığına ısrarla karşı çıkıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın G20 zirvesi için gittiği Londra’da Rasmussen’e karşı soğukluğunu açıkça ifade etmesi; dün de NATO zirvesi çalışma yemeğinde, Cumhurbaşkanı Gül’ün Rasmussen’in adaylığı konusunda çekincelerini dile getirmesi, Türkiye’nin en azından bir süre daha bu konuda geri adım atmayacağını göstermişti. Ancak, Rasmussen’in seçilmesi karşılığında, Türkiye’nin Obama garantörlüğünde edindiği kazanımlar, krizin iki taraf için de mutlu sonuçlanmasını sağladı. NATO Genel Sekreterliği’ne Ocak 2004’te atanan Hollanda'nın eski dışişleri bakanı Jaap de Hoop Scheffer’in görev süresi 31 Temmuz 2009'da doluyor. Yani yeni genel sekreterin, "tüm ittifak üyelerinin mutabakatıyla" belirlenebilmesi için temmuz sonuna dek zaman bulunuyordu. Peki Türkiye neden Rasmussen’in adaylığına karşı çıktı? Bunun sebepleri önceden biliniyor olsa da, Başbakan Erdoğan, Londra’da yaptığı açıklamada, gerekçeleri birinci ağızdan ve net bir şekilde dile getirdi. Erdoğan, öncelikli neden olarak, terör örgütü PKK'nın yayın organı Roj TV’nin Danimarka'da serbestçe yayın yapıyor olmasını ve buna karşı bir adım atılmamasını gösterdi. Başbakan, ikinci neden olarak da, Hz. Muhammed karikatürlerinin Danimarka gazetelerinde yayımlanmasıyla patlak veren kriz esnasında Rasmussen'e götürdüğü çözüm teklifinin reddedilmesine işaret etti. Erdoğan, karikatür krizinde hiç de başarılı bir grafik çizemediğini vurguladığı Rasmussen'den o dönemde İslam ülkeleri büyükelçilerini toplamasını ve krizi yatıştırmasını istediğini, ancak olumlu yanıt alamadığını açıkladı. Başbakan Erdoğan, “O krizi bile yönetemeyen Rasmussen'in daha büyük krizleri hiç yönetemeyeceğine” inanıyordu. Türkiye’nin Danimarka Başbakanı’nın adaylığına muhalefet etmesinin bir diğer nedeni olarak da, Rasmussen’in, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine soğuk bakması gösteriliyordu. Din tabanlı söylem aday değiştirtmez “Diğer” cepheden bakıldığında, Başbakan Erdoğan’ın “din” (Hz. Muhammed karikatürleri) üzerinden yürüttüğü söylem karşısında NATO’nun aday değiştirmek gibi sürece girmesinin yüksek bir ihtimal olmadığı aşikardı. Çünkü her ne kadar Hz. Muhammed karikatürleri İslam dünyasında infial yarattıysa da, Batı’da bu tür olaylar “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendiriliyor. Hıristiyan dünyasında Hz. İsa ile ilgili de birçok karikatür yayımlanıyor ancak bu konuda aşırı muhafazakâr kesimler haricinde büyük tepkiler yükselmiyor. Roj’da geri adım sinyali Erdoğan, Roj TV gibi haklı bir gerekçeyle Rasmussen’e itiraz ederek Danimarka’nın en azından bu konuda geri adım atmasını sağlamayı umut etti ve bu pazarlığın sonucunda da Türkiye’nin istediği sonuca ulaşılacak gibi görülüyor. Nitekim, NATO zirvesinden birkaç gün önce, Danimarka haber ajansı Ritzau, Danimarka'dan iki üst düzey savcının, Roj TV'nin kapatılması konusunu görüşmek üzere Türkiye'ye gönderileceği bildirmişti. ABD ile Avrupa arasında çatlak olmaz Geleneksel olarak, NATO’nun genel sekreterlik koltuğuna bir Avrupalı otururken, Müttefik Kuvvetler Komutanlığı’na, yani askeri kanada bir Amerikalı komuta ediyor. Bu gelenek dikkate alındığında, Türkiye’nin itirazları nedeniyle Avrupa ile ABD arasında bir çatlak yaşanması pek mümkün görünmüyordu. ABD’nin özellikle NATO’dan Afganistan için yoğunlaşma istediği böyle bir dönemde AB’nin adayına itiraz edeceği de düşünülemezdi. Beyaz Saray’dan üst düzey bir yetkilinin, “ABD bu konularda görüşlerini kamuoyu önünde açıklama alışkanlığı yoktur. Bu görüşmelerin nasıl sonuçlanacağını hep birlikte göreceğiz. Zaten bir aciliyet hissi de bulunmuyor. Mevcut NATO Genel Sekreteri, görevini temmuz sonuna kadar sürdürecek" demesi de bunun bir göstergesi olarak algılandı. Rasmussen zaten ‘tek aday’ gibiydi Yabancı kaynaklar, Rasmussen’in yarış dışı kalması halinde bu göreve uygun aday bulma sıkıntısı çekileceğini de belirtiyordu. NATO Genel Sekreterliği adayları önce gayri resmi olarak kamuoyunda duyulmaya başlıyor, daha sonra ise kesinlik kazanıyor… Rasmussen haricinde öne çıkan ismin, Norveç Dışişleri Bakanı Jonas Gahr Stoere olduğu söylendi ancak onun da kamuoyunda pek tanınmayan biri olması ve şu ana kadar kendisine destek sağlama girişimlerinde bulunmaması bu alternatifi zayıflattı. Rasmussen’in resmen aday olduğunun açıklanmasından sonra, yine gayri resmi olarak onun bir numaralı rakibi olan Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikorski, yarıştan çekildiğini duyurdu. Obama’nın NATO Genel Sekreterliği için adayı ise Kanada Savunma Bakanı Peter McKay. Ona da Batı Avrupalı müttefikler karşı çıkıyordu. Yani, her ikisi de AB üyesi bir ülkeden olmayan bu alternatif iki aday için koltuğa oturma şansı neredeyse yok denecek kadar düşüktü. Rasmussen’in tek aday olarak ön plana çıkması da doğrudan Türkiye’nin elini zayıflattı. Bu krizin, ABD’nin ilk siyah başkanı olan Obama’nın Türkiye ziyareti öncesinde patlak vermesi ve ivedilikle çözülmesi Türkiye için bir artı puan da oluşturabilir “Bir daha gelmem buralara” demezdi… Kuzey Atlantik İşbirliği Teşkilatı (NATO), Washington'da 4 Nisan 1949'da imzalanan antlaşma çerçevesinde oluşturuldu ve halen dünyanın en büyük ortak askeri savunma örgütü olma niteliğini taşıyor. Türkiye, son olarak Arnavutluk ve Hırvatistan’ın da katılımıyla 28 üyeye ulaşan bu büyük gücün, gerek askeri, gerekse stratejik açıdan en önemli ve en “ağır” üyelerinden biri. Avrupa Birliği de, özellikle AKP iktidarı döneminde ivme kazanarak yıllardır erişilemeyen bir “hayal” olmaktan uzaklaşıp “ulaşılma” sinyalleri veren bir “amaç” olmaya başladı. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın, Peres’e kızıp moderatörü haşladığı ünlü Davos zirvesinde yaptığı gibi, bu kez iki dev teşkilatın karşısına geçip, “Bir daha gelmem buralara” demesini beklemek de zaten pek mümkün değildi.