İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görevli Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük, "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi"nin yüzde 51.4 "evet" oyuyla kabul edildiği halk oylamasında vatandaşların "reis rejimine yeşil ışık yakmadığını" savundu. Yörük, "Değişim ana muhalefetten ya da İyi Parti'den değil, AKP'nin içinden gelecek" ifadesini kullandı.
"CHP, bir ana muhalefet partisi olsaydı referandumun ertesi günü sokak çağrısı yapardı. Şimdiye kadar yaptığı ve muhalif olarak kayda geçmeyi hak eden tek eylem Maltepe yürüyüşüdür" diye konuşan Zafer Yörük, sözlerine şöyle devam etti:
"İlhan Cihaner meclisi boykot çağrısı yaptı. Çok doğrudur ama partisi onu dinlemiyor. Dinleyemez. Öte yandan Abdullah Gül ve şu an ortalıkta görünmemeyi tercih eden Bülent Arınç uluslararası odaklardan yeşil ışığı gördüler ve Erdoğanizme alternatif oluşturma çabası içindeler."
Gazete Duvar'dan Nuray Pehlivan'ın sorularını yanıtlayan Yörük'ün açıklamalarının ilgili bölümü şöyle:
Sizinle bir yıl önce yaptığımız röportajda özetle, ‘müesses nizam’da yani devlet ve kurumlar anlamında sistemin bütününü kapsayan bir dönüşüme paralel olarak “Türkiye toplumuna format atılmakta olduğunu” söylemiştiniz. Bununla ilgili olarak öncelikle şunu sormak isterim. 2017 için yapmış olduğunuz tahminler gerçekleşti mi? Yoksa yanıldınız mı?
Keşke tahminleri boş çıkaran parlak bir yılı geride bırakıyor olsaydık toplum olarak. Yanılmaktan ziyadesiyle memnun olduğum tek nokta, Reina katliamından bu yana özellikle fanatik İslamcı grupların sivil halka yönelik kitle katliamlarının durmuş olması. Ama bu, bittikleri anlamına gelmiyor.
Neden?
Üç nedenle. Birincisi, son ABD büyükelçisi Türkiye’den ayrılmadan önce bu katliamların kesilmesinde ABD ile Türkiye devleti arasında kurulmuş olan istihbari işbirliğinin önemini vurgulamıştı. Bu işbirliğinin, iki devlet arasında yaşandığına tanık olduğumuz gerilim koşullarında devam edip etmediği bilinmiyor.
İkincisi, Suriye ve Irak’ta kökü kazınan binlerce IŞİD militanının an itibariyle nerede olduğu sorusuna kimse tatmin edici bir yanıt getiremediğine göre, geçilebilecek en yakın sınırın da Türkiye olduğu göz önüne alındığında, korkunç bir sonuç ortaya çıkmış oluyor. Dahası, “kafirleri imha etme” anlamında Cihatçı olan tek örgüt IŞİD değil. Türkiye, ÖSO şemsiyesi altında fiilen desteklemekte olduğu El Nusra başta olmak üzere birçok fanatik terörist grubun da başlıca ikmal-destek ve militan devşirme merkezi olma niteliğini sonlandırmış değil.
Üçüncüsü ve en önemlisi, bir savaş ve iç güvenlik rejimi oluşturmak, mevcut siyasal iktidarın sürdürülebilirliği için neredeyse tek dayanak haline gelmiş durumda. Dikkat edersek, İslamcı terör saldırıları duruldu derken bu kez ordu Cerablus’a, El Bab’a, İdlib’e vb. gönderiliyor. Gençlerimiz ölüyor ve oralarda ne uğruna öldükleri hakkında topluma yapılan somut bir açıklama yok. Sürekli Kandil’e ya da Şengal’e ve şimdi de yoğun olarak Efrin’e operasyon tehditleri savruluyor. En son 24 Aralık KHK’sı demokratik güçlere yönelik paramiliter çete saldırılarını körüklemeyi hedefliyor. Yani durmuyor. Savaş, güvensizlik ve gerilim siyasal iktidarın devamı için elzem.
Peki, bu ‘güvenlik rejimi’ saptaması mevcut siyasal iktidarla mı sınırlı yoksa sistemin bir gereği mi?
Zor bir soru. Mevcut siyasal iktidarın kendini sürdürmek için güvenlik fobisine yaslanmak zorunda oluşu, sürekli savaş, şiddet ve gerilim ihtiyacı, OHAL’den “normalleşmek” yerine OHAL’in kendisinin norm haline gelişi, vb. içinde yaşadığımız koşulları yeterince korkunç kılıyor. Bunun kalıcılaşması yani “müesses nizamın” ya da sistemin kendini bu güvenlik doktrini çerçevesinde şekillendirmesi milli kimliğin fabrika ayarlarına geri dönüşten öte bir anlama gelmeyecektir.
Fabrika ayarları?
Osmanlı toprağından kalan bakiyenin Türkiye olarak vaftiz edilme sürecinde işlenmiş kolektif suçun sistematik inkârı; “ortadan kaldırılmış” halkların “dış mihraklar” marifetiyle geri dönüşünden duyulan sistematik korku ve bu kolektif paranoyayı bir büyük-anlatıya dönüştürerek toplumsal doku boyunca yaygınlaştıran, yeniden-üreten ve meşrulaştıran milli ideoloji. Zamanımızdaki tezahürü ise şunlardan ibaret: Öncelikle, varlığı sistematik olarak inkâr edilen bir halka yönelik “ortadan kaldırma” tehdidi. Bunun yanında, söz konusu halkın içte ya da dışta bağımsız bir siyasal/yönetsel yapı oluşturma yolundaki her türlü çabasından duyulan resmi korkuyu, “dış mihraklar marifeti” algısının süzgecinden geçirerek toplumsal doku yüzeyi boyunca yayma pratiği. Son olarak da, bu kolektif paranoyayı sürekli besleyecek bir ideolojik anlatı olarak bazen İslam, bazen de Türk ayağı ağır basan Türk-İslam sentezi. Özetle, bir kez daha Sigmund Freud’un o ünlü cümleyi kurduğu yerdeyiz: “Nevrotik hatırlamaz, tekrarlar.”
Bu ideolojik mevzilenmenin nedenleri ve sonuçları olarak siyasal karşılığı nedir?
Nedenlerden başlayalım. Başlangıcı, barış sürecinin fiilen sona erdirildiği ana, yani Mart 2015’e ya da aynı yıl gerçekleşen 7 Haziran seçimlerine kadar geriye sarabiliriz. Siyasal iktidar, barış girişiminin kısa vadede Kürt oylarına havale olmayacağı gerçeğinden, sentezin milli ayağına vurgu yapma gerekliliği sonucunu çıkarmıştı. Eşzamanlı olarak Suriye’de kurulmakta olan Kürt oluşumun da dış siyasette kökten bir manevra olmaksızın durdurulamayacağı yargısına vardı. Davutoğlu böyle gönderildi. Ve tırmandırılan iç savaşa paralel olarak MHP’ye, ulusalcılara ve daha yakın zamanda Kemalizm’e uzanan bir yolculuk ve müttefik arayışları silsilesi başladı. 15 Temmuz, bu çerçevede altın bir fırsat olarak okundu. ‘Reis rejimi’, Kürt tehdidi ortak paydasında oluşacak bu ittifaklarla kurulacak, dış siyasette ise Rusya kutbuna ve kapalı kapılar ardında Suriye rejimine yaklaşılarak Rojava üzerine pazarlık yapılacaktı.
Sonuçlar açısından ise şunlar söylenebilir. 16 Nisan referandumu, ‘reis rejimi’ne yeşil ışık yakmadı ve mevcut siyasal iktidarın meşruiyeti ciddi bir soru haline geldi. İktidarın ‘rıza’ boyutunu yitirmesi görünür siyasal öznelerden çok burjuvaziyi rahatsız eder. Türkiye ne bir muz cumhuriyetidir ne de yapay Sykes-Picot haritalarından biri. Çokuluslu sermayenin de küresel güçlerin de görmezden gelme lüksü olmayan bir ülkedir.
2018’den siyasal değişim beklediğiniz anlamına mı geliyor bu söyledikleriniz?
Evet, üstelik bu değişim ana muhalefetten ya da İyi Parti’den değil AKP’nin içinden gelecek. CHP, bir ana muhalefet partisi olsaydı referandumun ertesi günü sokak çağrısı yapardı. Şimdiye kadar yaptığı ve muhalif olarak kayda geçmeyi hak eden tek eylem Maltepe yürüyüşüdür. Daha bugün, İlhan Cihaner meclisi boykot çağrısı yaptı. Çok doğrudur ama partisi onu dinlemiyor. Dinleyemez. Öte yandan Abdullah Gül ve şu an ortalıkta görünmemeyi tercih eden Bülent Arınç uluslararası odaklardan yeşil ışığı gördüler ve Erdoğanizme alternatif oluşturma çabası içindeler. Gençliğimizde “Brejnev’den sonra Çernenko mu gelsin yoksa Andropov mu?” gibi bir tartışma yaşamıştık...