(Bolu F Tipi Cezaevi - 25 Kasım 2012)
Ben uzun bir yolda hüküm giydiğimden bu yana, hep boş bir kafes taşıdım içimde. Usulca gölün kıyısına vardı. Beni bekleyen kuşa baktım. O da yüzünü benden yana döndü. Gözleri yoktu. Gözlerini çalmışlar. Nutkum tutuldu. Dilim damağıma yapıştı. Boynu kırık avucum su içirdi bana. O an çığlığımı kazara bir hap gibi yuttum.
İçimde kapısı kırık boş bir kafes duruyordu. Vakitsiz yolcuydum. Yolculuğum bekleye bekleye bir durma haliydi. Yolun sonunda bir kuş bekliyordu beni. Biliyordum birazdan saçlarıma dağlar esecek, eğimim dolu başak eğimi olacaktı. Başım yorgun üzüm taneleri gibi bir o yana bir bu yana sallanıp duracaktı. Biliyordum yine paslı bir salıncakta çocukluğum düşecekti.
Ranzamın ayağında açık pencere. Pencerenin hemen önünde yükselen duvar. Duvarın ardında kırmızı kiremitli mapus çatısı, üstünde mavisi uçuk bir parça gök... Uzağı tutsak alınamayan gözlerimde çıkan bakışlar ırmak.
Ranzamda oturmuş pencereye bakıyordum. Cam, çerçevede şekil almış su gibi geliyordu bana. Çatının üstündeki ufkun teyel yerlerine sabitleniyordu gözlerim. Gözlerim bilendikçe suya düşen hançer gibiydiler.
Bakışlarım göğün ırmağında yüzüyor; beni alıp çok uzaklara götürmeye hazırlanıyorlardı.
Ansızın nereden geldikleri meçhul kuşlar havalanıyor, çatıdan sağa sola saçılıyor, bense iç bakışlarımla onları izliyordum. Boşlukta nasıl bir çırpıda yükseldiklerini görüyordum. Sonunda öyle oldu ki kuşlar yükseliyor da, ben düşüyordum sandım. Gözlerim karardı, başım döndü, ranzama sıkı sıkı sarıldım. Sallanmaya başladım. Aniden hava serinledi, kuşların yerini titreşen yıldızlar aldı; ama ben yoktum. Hiçliğime titreşen yıldızlar karanlıkta ufarak yaralar gibiydiler. Hüzmeleri serçe parmak kalınlığında kurttular. Renkleri pembe, bakışları kana bulanmıştı.
Ben şimdi gözlerimin ardında sahi bir ırmak boyundayım. Azalıp çekilmiş bir su, ağaçların bütün yaprakları dökülmüş dalların rengi küllü siyah, en yakın ağaç söğüde benziyor. Biraz ileride karaağaçlar var. Karşıda ince gövdeli söğütler karma karışık. Hava bulutlu, yağmur inecek gibi ama yağmıyor. Sukuneti bozacak bir şey yok: ne dalların ucunda bir titreşim, ne rüzgar; her şey donmuş kalmış. Yalnızca incecik bir müzik dalgalanıyor havada. Ağaçlar az eğilmiş ama kımıldama yok. Irmak boyu tamamlanmış bir tablo. Ne korku, ne coşku, ne tutku var: toprak, su, ağaçlar, dallar suyun yüzeyinde siyahlı kahverengili lekeler var. Söğüdün dibinde bir taş; insanlar oturabilsin diye. Bir yol geçiyor. Bir kuş havalanıyor, kayboluyor, nice sonra gelip önümdeki dala konuyor. Ve birkaç kuş daha ağacın dibinde sıçrayıp duruyor. Hep birlikte uçuyorlar, konuyorlar, gelip ırmağı gagalıyorlar.
Yıldız hüzmeleri arasında bana bir ağaç dalı el sallıyor. Çocukluğum kayısı dalına asılı bir salıncakta sallanıyor; kah göğe çıkıp, kah yere inerek... Derken arka cebinde kuşlu aynası düşüyor. Camı kırılıyor. Kuşu üşüyor. Önce cam kırıklarına bakıyor çocuk. Bir zaman sonra gelip geçenlere bakıyor dalların arasında. Irgatlar tarlalarda dönüyorlar. Elleri yüzleri hüzün içinde kekik kokuyorlar. Ve koşar adım çocuklar geçiyorlar yanından.
Karşı kıyıda bir şey kımıldıyor, sarı otların arasında birinin ittiği, öbürünün çektiği bir araba. Çok yavaş hareket ediyor. Hareket ettiğini ancak bakarsanız anlarsınız. Bakışlarınızı sararmış otların üzerindeki hareketsiz çizgi boyunca kaydırırsanız arabayı bulursunuz, ama o şimdi uzaktadır. Arabanın yanında bir de çocuk var.
Kalkıp yerinden koşmaya başlıyor çocuk. Önünde beline kadar çiçeğe batmış bir ova. Rüzgar ovayı deniz sanıyor. Bacakları hızlandıkça hızlanıyor. Bir süre sonra bacakları eyeri gümüş bir at; ova ise silme karla doluyor. Kar çölünde ufuk hüthüt kuşu olana değin mahmüzlüyor atını çocuk.
Bu gri gök, bu su ve yansımaları; bu ova ağaçlar, kuşlar ve gözden fışkıran bakışlar hepsi, hepsi benim.
Başımla ufku yarıyorum ortadan ikiye. Evet, siyahın rengi beyazmış. Burada akşam yalnızca kafeslere çöküyor. İçimdeki kafese bir kuş peydahlanıyor. Ben kuşlardan serçeyi seviyorum. Ama o düpedüz Kafka’nın akbabası... Kuşun gözlerinden bir kuyu bana bakıyor, o gözlerimde kendine... Bir farklı söylene dönenüyoruz. Gagasında "düş kördür" yazıyor. Ben gerçekliğimi hayalimle; derinliğimi sığlığımla takas ediyorum. O anda ihtiyarlığımı susamış bir kuyuda pelerinine ay ışığı doldururken yakalıyorum. Pelerinden ışık dolup taşıyor. Dipte bir karıncanın uyuk gözleri kamaşıyor. Kıvrımlarında tuhaf, ürkü dolu bir titremeyle kendini bakır bakracın gölgesine atıyor karınca. Ben kuyuya bir sarmaşık dalı sarkıtırken bir kağnı yanımdan geçip gidiyor. Zaman şekerleme yapıyor. Üzüm taneleri yorgun: dalda şaraplar.
Hafif bir rüzgar dalların arasında iç çekiyor. Yalnızlık çekiciliğini yitiriyor. Ama yine de yalnızlığımla elele verip bir daha koşmaya başlıyorum. Hızlandıkça rüzgar belimden tutup havaya kaldırıyor beni. Uzaktaki ağaçlar arasında kağnı bir çizgi öküzler birer nokta olunca sabah kuşları kanat topluyor. Neden sonra nereden aldığını anımsamadığım gözümdeki gaga darbesi, kulağımdaki kuş cıvıltılarıyla yosun bakışlı bir uçurumun kenarında otururken buluyorum kendimi.
Gökyüzü, gri-geniş bir su. Suda yüzen bir ırmak. Çıplak ağaçlar, ağaçlarda titreşen dallar ve kavisler çizerek düşen yapraklar. En ufak bir yeşillik yok. Her şey siyah. Araba: kuvvetle itilmek; kuşlar: kanat toplamak; kafes: kapatılmak ve gözün ardına dönmek. Her şey mümkün. Serçelerin hızlı gagası, hiç durmayan başları, hafif tüyleri, ırmakta kürek çeken bir düş. Gözlerimin ardı: sonsuz gece; önü: ardsız arasız bir boşluk. Sonra biraz esinti. Bir telek, kuş ölüsü yerde bir düğme. Bir toprak kurdu ırmak boyu uzanmış akıyor.
İlk doğan gözler...
Biliyorum: birazdan saçlarıma esen dağın kıvrımlarına güneş altın ve gümüş zırhlar geçirecek, ışık parçaları ateşten yarasalar gibi uçuşarak kayaların üstüne asılacak. Ama şimdi ay var: dipteki gölün yeşil, somadaki aynasında saçlarını tarayan. Bir bulut yürüyüp ayın önünü kapatıyor. Derken kuşbaşlarının silüeti kımıldıyor. Su uykuda. Su cam. Göl sabahın serin boşluğunda sereserpe yatmış-uzanmış. Bölün orasına burasına yıldızlar aksetmiş. İşte, gözkapakları uyuk kelebek; gagaları sedef kakmalı; tüylerinde yuva ılıklığı; her birinin kanat altında bir kafesle aç kuşlar.
Bir kulak memesi, pencere çerçevesi, demir parmaklık... Çokça göz izi kalmış mahpus göğünde isimsiz, öksüz izler. Kimbilir kaç zamandır yüzünü dökmemiş bir gök. Kendini göğün yükseğine vurmuş asi bir kuş, o şimdi küçük bir nokta. Göz kadar. Daha uzakta yol gibi görünen yer belli belirsiz. Yolda kavisli bir çizgi: teker izi... Kar izleri örtmüş ama kardan sonra yol cilt altındaki damar gibi.
Ben uzun bir yolda hüküm giydiğimden bu yana, hep boş bir kafes taşıdım içimde.
Usulca gölün kıyısına vardı. Beni bekleyen kuşa baktım. O da yüzünü benden yana döndü. Gözleri yoktu. Gözlerini çalmışlar. Nutkum tutuldu. Dilim damağıma yapıştı. Boynu kırık avucum su içirdi bana. O an çığlığımı kazara bir hap gibi yuttum.
İçimdeki kafesle yer değiştirdim. Belki de uyanmışım. Bilmiyorum. Bir de baktım gözlerimde kör kuşlar göçüyor.
Rezak Gülmez'in bu yazısı www.politikart1.blogspot.com sitesinden alınmıştır.