Rıza Türmen
(Milliyet / 10 Şubat 2013)
II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen gelişmeler, vatandaşlık kavramına yeni bir anlam kazandırdı. Bireylerin belirli bir ulus devlete üye oldukları için değil, insan oldukları için doğuştan bazı temel hak ve özgürlüklere sahip oldukları inancına yol açtı. Bu durum vatandaşlık ile ulus devlet arasındaki bağı kopardı. Özgürlükçü, birlik ve bütünlük yaratan bir anayasa istiyorsak, etnik bir üst kimliğe dayanan bir vatandaşlık tanımından vazgeçmemiz gerekiyor. Bu, hoşgörülü bir Türkiye yaratmanın ön koşulu.
Geleneksel anlamda vatandaşlık bir ulus devletin sınırları içinde yaşayanların o ulus devlete aidiyetlerini gösteren bir kavram. Geleneksel anlamda vatandaşlığın iki temel öğesi var: Ulus ile ülke arasındaki bağlantı ve ulusal kimlik. II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen gelişmeler, vatandaşlık kavramına yeni bir anlam kazandırdı. İnsan haklarının evrensel bir niteliğe bürünmesi, bireylerin belirli bir ulus devlete üye oldukları için değil, insan oldukları için doğuştan bazı temel hak ve özgürlüklere sahip olduklarının bir gerçek olarak kabul edilmesine yol açtı. Bu durum vatandaşlık ile ulus devlet arasındaki bağı kopardı. Temel hak ve özgürlüklerden yararlanmak için bir ulusa mensup olma koşul olmaktan çıktı.
'Yeni anlayış oluştu'
Öte yandan, soğuk savaşın sona ermesinden sonra etnik, dinsel kimlikler öne çıktı. Bireyler kendilerini farklılıklarıyla tanımlamaya başladılar. Bu farklılıklar bireylerin kimlik katmanları arasında giderek daha geniş bir yer tuttu. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü. Bireyler, kimliklerinin tanınması, korunması, kamusal alanda farklılıklarıyla eşit olarak var olma yolunda talepler ileri sürmeye başladılar.
Bütün bu gelişmeler yeni bir vatandaşlık anlayışının ortaya çıkmasına yol açtı. Artık “bir ulus devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, farklılıkları dikkate alınmaksızın eşittir” demek yetmiyor. Bireyler “iyi ama, benim kimliğimi oluşturan farklılığım ne olacak, ben farklılığımla birlikte eşit olmak istiyorum” diyorlar.
Bu talepler ancak hak temelinde bir vatandaşlığın kabul edilmesiyle karşılanabilir. Bu haklar, temel hak ve özgürlükler yanında farklı olmaya ilişkin kültürel hakları da kapsıyor.
Bireyin farklılığını koruyup geliştirebildiği bu haklara sahip olması, bunların anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, azınlığın çoğunluğa karşı korunması yanında tüm vatandaşların birlikte yaşayabilecekleri ortak bir zemin yaratabilmek bakımından da önemli. Bu nedenle, kültürel hakların tanınması toplumda bölünmeyi değil bütünleşmeyi öngörür.
Yeni bir anayasanın da farklı kimlik taleplerini tanıyan, kültürel hakları güvence altına alan, aynı zamanda her vatandaşın kabul edebileceği bir ortak kimlik yaratan bir metin olması gerekir. Bu, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve anayasanın gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi bakımından gerekir. Bu bağlamda anayasada yapılacak vatandaşlık tanımı önem taşıyor.
'Ortak kimlik işlevi'
Aslında Anayasa’da “vatandaşlık” başlıklı bir maddenin yer alması gerekmiyor. Birçok devletin anayasasında böyle bir madde yok. Ama böyle bir madde bulunsa bile vatandaşlığın bir tanımının yapılması gerekmiyor. Vatandaşlığın yasa ile kazanılıp kaybedileceğini belirten nötr bir madde yazmak yeterli.
1982 Anayasasında olduğu gibi, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” gibi bir tanımın yeni Anayasa’da tekrarlanması bu bakımdan yanlış olacak.
“Türk” sözcüğünün etnik anlamı olmayan bir ortak üst kimlik olabilmesi için her şeyden önce başka etnik grupların da bunu kabul etmesi gerekir. Oysa böyle bir kabul yok. O zaman “Türk” sözcüğü bir ortak kimlik işlevi görmeyecek.
‘Türk' tanımı'
Öte yandan “Türk” sözcüğünün etnik anlam taşımadığını ileri süren görüşler tartışmalı. Nitekim uygulamaya, yasalara baktığımızda “Türk” sözcüğünün etnik bir özellik taşıdığı ortaya çıkıyor. Örneğin, 2009’da yürürlüğe 5901 sayılı Türk Vatandaşlık Kanunu’nun geçici 1. maddesinin başlığı “Türk soylu yabancılar”. Kanunun uygulanmasına ilişkin yönetmelik “yabancının soy durumu”nun “Türk kültürüne yakınlığı, örf ve adet birlikteliği ile “ana veya babasının soyu esas alınarak...” belirlenmesini öngörüyor.
Yine 2006 tarihli 5543 sayılı İskan Kanunu’nda “Türk soyundan olma” ifadesi kullanılır. Türk soyluların ise “Batı Trakya Türkleri ile Irak, Çin (Doğu Türkistan), Afganistan, Bulgaristan ve Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti uyruklu Türk soylu yabancılar”dan oluştuğunu 23.2.2009 tarih ve 2009/14699 sayılı çalışma izninden muaf tutulacaklara ilişkin yönetmelikten öğreniyoruz.
Nasıl ki, AİHM Dink-Türkiye kararında da, Yargıtay’ın yaptığı “Türk” tanımının, Türklere aidiyetle sınırlandırdığını, her türlü dinsel, dilsel ve etnik azınlığı Türklük tanımından dışladığını söylüyor.
Ders kitaplarında da, “Türk” sözcüğünün bir soyun adı olduğu belirtilmekte. Örneğin İlköğretim 8. Sınıf Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi kitabında, “Türk kelimesi ilk defa Göktürk Devleti tarafından kullanılmıştır. Daha sonra Türk soyuna mensup olan bütün toplulukları ifade eden milli bir ad olmuştur” denmektedir. Bu tür örnekleri çoğaltmak olanağı var.
Bu örnekler de, bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi, Anayasa’nın 66. Maddesindeki “Türk” sözcüğünün, bu topraklarda yaşayan ve farklı etnik kökenlerden gelen bütün vatandaşları kapsamadığını; belli bir etnik kökene karşılık gelecek şekilde anlaşıldığını gösteriyor. Ancak şurası açık ki, özgürlükçü, farklılık içinde birlik ve bütünlük yaratan bir anayasa istiyorsak, etnik bir üst kimliğe dayanan bir vatandaşlık tanımından vazgeçmemiz gerekiyor. Bu, demokratik, herkesin farklı kimliklerle uzlaşı ve hoşgörü içinde birlikte yaşayacağı bir Türkiye yaratmanın ön koşulu.