Kadıköy’deki Aya Triada Kilisesi’nin 9 Haziran akşamı saldırıya uğraması bir kez daha tedirginlik yarattı. Kilisenin kapısı tiner dökülerek yakılırken, çevredekiler tarafından yakalanan saldırgan, görgü tanıklarına göre yalnız değildi. Ancak saldırı hala aydınlatılamadı. Kadıköy Rum Ortodoks Cemaati Kiliseleri Mektepleri ve Mezarlığı Vakfı Başkanı Prof. Yorgo İstefanopulos bu tip saldırıların Rum toplumuna kötü günleri hatırlattığını ifade ediyor. Her şeye rağmen kilisedeki güvenlik önlemleriyse artırmamakta kararlı: “Gettoda yaşamayı istemiyoruz. Bizi yüksek duvarlar, dikenli teller mi koruyacak? Halbuki biz eşit vatandaşız. Böyle hissettirilmese de…”
Radikal’den Serdar Korucu’nun İstefanopulos ile yaptığı söyleşi şöyle:
25 yaşındaki Muhammed Şimdi’nin tekbir getirerek kiliseyi yaktığı görüntüler sosyal paylaşım platformlarında da yayınlandı. Sizin saldırıdan nasıl haberiniz oldu?
Saat 20:30 civarında düzenlenen saldırıyı ilk olarak zangoç başkan yardımcımıza Konstantin Kiracopulos’a haber verdi. Elinde beş kiloluk tiner bidonuyla kilise duvarından atlayarak kapıyı ateşe vermiş.
Görüntülerde saldırgan hedefinde Yahudilerin bulunduğunu ifade ediyor. Ancak kilise kapısını yakıyor.
Evet. Kin dolu bir söylemle saldırı düzenlendi. Youtube’daki görüntülerde bir kadının “Polisi çağırın” diye seslenişi, bir diğerinin “Senin dininde Allah’ın evini yakmak var mı?” diye bağırışı da var. Sonrasında zanlıyı küçük kafelerdeki garsonlar yakalamış. Garsonlara göre saldırgan tek de değil. İki kişinin onu yolda beklediğini söylüyorlar. Ancak tabi kimdir belli değil. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde tedavi gören bir kişi olduğu için cezai ehliyeti de yok. Böylece ceza almadan kurtuldu. Belki de bu nedenle kasten seçildi.
Böyle bir saldırıya karşı önleminiz, tedbiriniz var mıydı?
Cemaatimiz bize önlem almamız gerektiğini söylüyordu. Sadece saldırılara karşı da değil. Barlar sokağı yakınında olduğu için geçmişten beri duvarlardan atlayarak bahçemizi pisletenler var. Buna karşı yüksek parmaklık yaptırmamızı istiyorlar. Ama ben bunu utanç kabul sayıyorum. Bir gettoda yaşamayı istemiyoruz. Farz edin duvarları ve parmaklıkları yükselttik. Sonra sıra neye gelecek? Kapının da üstünden atlayabilirler diye dikenli tellerle mi öreceğiz? Bizi dikenli teller mi koruyacak? Halbuki biz eşit vatandaşız. Böyle hissettirilmese de…
Bu sadece bir his olarak mı kalıyor? Yoksa hayatınızda yaptırımı da oluyor mu?
Olmaz mı? Mesela hala bana kapalı olan meslekler var. Hakim ya da savcı olamam, kaymakam olamam, muvazzaf subay olamam. Bu inanılmaz bir demokrasi ayıbı.
Siyasetten beklentiniz var mı?
Vakıf başkanı olarak çağrıldığım siyasi toplantılarda hep bu talebimizi iletiyorum ama nafile. Geçmişte ülkenin Başbakanı televizyonda “Affedersiniz Rum” ya da “Affedersiniz Ermeni” diyorsa, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül annesinin Ermeni olduğu iddialarına karşı “iftira” diyerek dava açıyorsa ne beklenir ki? Hala kimse çıkıp “Annem Rum, Ermeni olsa ne fark eder ki?” diyebilecek anlayışa sahip değil.
Peki aynı söz Kürtler için edilebilir, “Affedersiniz Kürt” denilebilir miydi? Denilse de aynı tepkisizlik olur muydu?
Yok tabii.
Erdoğan’ın 2011’de “ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz ne affedersiniz Rumluğumuz hiçbir şeyimiz kalmadı” sözüne az tepki gelse de, 2013 yılındaki “'Gürcüdür' diyen oldu. Çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu” ifadesine daha çok eleştiri geldi. Sizce bu değişikliğin nedeni ne?
Bence nedeni Ermenilerin nüfus olarak daha kalabalık bir grup olması. Agos’un cesur yayınları ve Hrant Dink’in öldürülmesi nedeniyle toplumun geniş kesimi tarafından destek gördüler, görüyorlar. Acı olansa sürekli savunma halinde kalmamız. Kitleleri fanatize eden siyasi partilerin buna bir son vermesi gerekiyor. Ancak ne yazık ki buna hala önem verilmiyor. Bu nedenle de saldırılar düzenleniyor.
Aya Triada Kilisesi’nin geçmişinde de saldırılar vardı değil mi? Özellikle de 6-7 Eylül.
Tabii. Ben o dönem 10 yaşındaydım ama yaşananları biliyorum. O dönem kilisenin içine girilmişti. Tüm ikonalar, papazların kullandığı kutsal eşyalar tahrip edilmiş, değerli olanlar çalınmış, avizeler kırılmıştı. O dönem kırılan avizelerden biri Çar Nikola’nın hediye ettiğiydi. Bu avizenin benzeri Yıldız Sarayı’nda bulunmakta. Biz son olarak bu kırılan avizeyi Yıldız Sarayı’ndakinin bakımını yapan şirkete yeniden yaptırdık. Kristallerini yeniden döktürdük. 60 senedir bakımsız olan avizemiz eski ihtişamına kavuştu. Tam buna sevinirken, ne yazık ki böyle bir saldırı gerçekleşti.
Bu saldırı Rum toplumuna o günleri mi hissettiriyor?
Elbette, hepimizde tereddüt yaratıyor. Sadece 6-7 Eylül 1955 de değil. Her saldırı, yaşanan her kriz, 1964’te İstanbullu binlerce Rum’un sınır dışına sürülmesini, Kıbrıs çıkartması döneminde hedef göstermeleri de hatırlatıyor. Zaten bu nedenle 120 binlik nüfusumuzdan geriye 2 bin kişi kaldık. Artık cemaatin neredeyse genci yok. Benim dönemimde ilkokulda her sınıfta yaklaşık 50 öğrenci varken bugün okullarımız kapanıyor. Son örneği de Moda Rum İlkokulu. İki, üç yıl önce tek öğrenci kaldığı için kapattık. O süreçte etrafta tinerciler okulun içine giriyor, ateş yakıyorlardı. Bugünse okulumuz bir özel okul tarafından restore edildi, yeniden açıldı.
Ancak artık Rum öğrencileri yok.
Kilise cemaatimiz de çok az. Acıbadem’den Bostancı’ya kadar olan bölgede 300 kişilik bir nüfusumuz var. Ancak Pazar günü cemaatimizden kiliseye gelen az kişi var. Genç yok. Hepsi yaşlı. Kilisedeki 40-50 kişinin çoğu Gürcü ve Ukraynalı. Nüfusumuz kalmadı ki!
Kalanlar da gidiyor mu?
Gidecek nüfusumuz da az. Gençlerimiz o kadar az ki! En sık düzenlediğimiz dini merasim cenaze. Rum toplumunun elinden bugüne kadar neredeyse her şey alındı. Mübadele ile Anadolu içinde nüfusumuz, Varlık Vergisi ile mülklerimiz koparıldı. Düşünün benim babam üç kez askere alındı. 6-7 Eylül 1955 olaylarında kiliselerimiz, mezarlıklarımız tahrip edildi, Rum işyerleri yağmalandı. Çevremizdekilerin büyük bölümü 1964 sürgünü ile Yunanistan’a gönderildi. Hala insanlarda nasıl güven kalsın ki? Tüm bunlara rağmen kalanlar olsa da kültürümüz bugünkü şartlar altında devam edemeyecek.
Bu sorun nasıl çözülür?
Tek yol nüfusun arttırılması. Bunun da yolu siyasi bir karardan geçiyor. 1964 sürgünü ile yurtdışına gönderilen 15 bin Rum yerine 15 bin Yunanistan vatandaşına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilse sorun büyük ölçüde azalır. Bu sayede vakıflarımız da, kurumlarımız da, okullarımız da, kültürümüz de ayakta kalabilir.
Türkiye’den gönderilen Rumların dönmesi gündeme gelmişti. O kapsamda adım bekliyor musunuz?
Bülent Arınç vakıflardan sorumlu Başbakan Yardımcısıyken 1964’te Türkiye’den gönderilen Rumlar için “Geri çağırın, gelsinler” demişti. Benim yanıtım şuydu: “İmkansız çünkü onlar öldü” Gerçekten de durum bu. 1964’te gönderilenleri artık kaybettik. Çocukları da kendi düzenlerini yurt dışında kurdular.
Yunan gençler gelir mi?
Yunanistan’daki kriz nedeniyle Yunan gençler arasında Türkiye bir fırsat olarak görülüyor. O nedenle muhakkak gelen olur. İstanbullu olup olmadığına bakılmadan burada yerleşmelerine izin vermek gerek. Tıpkı Osmanlı’daki gibi. Mesela o zamanlar Epir’deki ve Sakız’daki Rumlar gelip şehre yerleşmişlerdi, bugünkü Karaköy civarına. Bu tip bir açılım gerek. Önemli olan Ankara’nın bu kararı alması.