Çalar saatimiz bizi uyandırdığında kapatıp geri yattığımız, o sırada kısa bir rüya bile gördüğümüz çok olmuştur. Fakat rüyamızda kısa bir sohbet ya da küçük bir yürüyüş bile görmüş olsak tekrar uyandığımızda bir saat geçmiş olduğunu fark ederiz. Nasıl oluyor da bu kadar az olay bu kadar uzun zamanda yaşanıyor diye merak etmişizdir.
BBC Türkçe'de yer alan habere göre, araştırmacılar, “bilinçli rüya görenler” olarak adlandırılan ve uykudayken beyinlerini kontrol edebilen kişileri inceleyerek yeni bir yöntemle bu sorunun yanıtını bulabileceklerini düşünüyor. Bu kişilerin rüya deneyimleri, uykudayken kendimizi gıdıklamak mümkün mü gibi ilginç soruları da gündeme getiriyor.
Bilinçli rüya görme olgusu, uyku halindeki zihinle ilgili bilgi edinmemizde uzun süredir önemli bir rol oynuyor. Rüya konusunda ilk araştırmayı yapanlardan biri 19. yüzyıl Fransız aristokratlarından Marki Saint-Denys oldu. Bu kişi 13 yaşındayken rüyalarının gidişatını yönlendirebildiğini fark etmiş ve yıllarını, uyuyan zihnin sınırlarını keşfetmeye adamıştı. Marki’nin yoğunlaştığı konulardan biri, rüyasında yüksek binaların tepesinden atlayarak kendi ölümünü görüp görmeyeceğini araştırmaktı. Hiçbir zaman bunu başaramadı; her defasında sahne değişiyor, o kötü son gerçekleşmiyordu. Rüyalarında, gezdiği yerleri ve buralarda karşılaştığı insanları gördüğünü fark eden Marki, rüyaların parça parça anılardan oluştuğu sonucuna vararak yaşadığı dönemdeki en rasyonel rüya tanımlarından birini yapmış oldu.
Bu alandaki çalışmalar bakımından önem taşıyan bir diğer insan da Mary Arnold-Forster oldu. Bilinçli rüyalarla ilgili 1920’lerde yazdığı kitabında, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili korkunç kâbuslardan kaçınmak için kontrollü rüyalarını kullandığını yazıyordu.
Marki ve Forster’in çalışmaları çoğunlukla göz ardı edildi, tıpkı bilinçli rüyalar konusundaki araştırmalar gibi. Daha sonraki dönemde daha “ciddi” olduğu düşünülen konular üzerinde duruldu.
Fakat son yıllarda nörologlar bilinçli rüyalara benzer ilginç deneylere başladı. Bir süre önce Almanya’da Gutenberg Üniversitesi’nden Jennifer Windt, kontrollü rüya görenlerin rüyalarında kendi kendilerini gıdıklamalarının mümkün olup olmadığını araştırmaya koyuldu. Böylece rüyalardaki farkındalık derecesi ölçülebilecekti.
Uyanıkken yaptığımız şeyin farkında olduğumuz için kendimizi gıdıklamamız söz konusu olamaz. Yani beynimiz, başkasının beklemediğimiz bir anda gıdıklamasıyla gülmekten kırılmamıza yol açacak bir uyarıyı bastırıyor. Bilinçli rüyalarda da benzer bir durumun söz konusu olduğu anlaşıldı. Denekler gıdıklanmıyordu. Bu ise o sırada kişilerin bedenlerinden ve uyarıdan haberdar oldukları, bu nedenle tepkinin sınırlandığı anlamına geliyor.
Deneyi yapan Windt ayrıca deneklerden rüyalarında gördükleri diğer kişilerin kendilerini gıdıklamasını da istemiş. “Rüya karakterleri çoğu kez bunu reddetti, kendi iradeleri varmış gibi davrandı,” diyor Windt. İsteneni yaptıklarında ise rüya gören kişi bakımından gıdıklamanın etkisi sınırlı olmuş, bu ise rüya görenin beyninin diğer rüya karakterleri üzerinde kontrolü olduğunun farkında olması olarak yorumlanmıştı.
Rüyada zamanın akışı sorununu incelemek ise daha zordu. Ta ki Bern Üniversitesi’nden Daniel Erlacher usta bir deneyle ortaya çıkıncaya kadar.
Erlacher, beynin farklı eylemleri hayal etme biçimini araştırıyordu. Örneğin rüyamızda koşarken, gerçek hayatta koştuğumuzda aktif olan bölgelerin aynısı mı harekete geçiyordu? Erlacher’in ilk deneyleri öyle olduğunu gösteriyor, fakat nasıl oluyorsa bitkin bir tepki ortaya çıkıyordu. Bu durumu daha iyi anlamak için, bilinçli rüya görenlerden oluşan bir grubu, özel donanımlı laboratuvarına çağırdı. Onlardan, rüyalarında çeşitli aktivitelerde bulunmalarını istedi; rüyalarında 10 adım atmak, 30’a kadar saymak ya da çeşitli jimnastik hareketleri yapmak gibi.
Bu eylemlerin süresini ölçmek için rüya halindeki zihnin ilginç bir özelliğini kullandı. Beden hareketsiz, felç halinde olmakla birlikte göz hareketleri bir şekilde beden hareketlerini taklit etmeye yöneliyordu. Böylece denekler göz hareketleriyle, yapmaları istenen aktivitenin başlangıç ve bitiş zamanını ele veriyordu.
Erlacher’in tahmin ettiği gibi, deneklerin rüyasında bu aktiviteleri tamamlaması gerçek hayattan yüzde 50 daha uzun sürüyordu. Yani farkında olmasalar da bu aktiviteleri ağır çekim halinde yapıyorlardı. Fakat uyandıklarında denekler, bu aktiviteleri yaparken tıpkı gerçek hayatta yapıyormuş gibi hissettiklerini belirtiyordu.
Bu durum neden kısa bir rüyanın uzun zaman aldığını açıklayabilir. Fakat yine de Erlacher bu olguyu açıklamakta zorluk çekiyor nedenini, uyku sırasında beynin bilgileri işleme koymasının daha uzun sürmesine bağlıyor.
Erlacher’in araştırmasının pratik yararları da olabilir; örneğin atletlerin bilinçli rüya yöntemiyle ekstra antrenman yapmaları mümkün olabilir mi diye bakılıyor. Uyku esas olarak hafızayı pekiştirmede önemli bir işlev görüyor. O halde rüyada yapılan alıştırmaların yeni becerileri pekiştirmesi olanaklı olabilir. Bu özellik, atletlerin de örneğin herhangi bir sakatlanma sonrasında fiziksel olarak antrenman yapamayacak durumdayken rüyada çalışmalarına devam etmesinde kullanılabilir.
Erlacher bu konuda yapılan deneylerdeki antrenmanları “oldukça etkili; gerçek talimlerden daha kötü, ama tek başına zihinsel provalardan daha iyi” şeklinde değerlendiriyor.