Saadet Partisi Genel Başkanvekili Sabri Tekir, Afganistan'daki son gelişmelere ilişkin “Türkiye’nin kardeş ülke Afganistan’ın yanında olması gerekmektedir. İlişkilerini geliştirmesi ve var olan ilişkilere zarar vermeyecek bir tutum sergilemelidir Arabuluculuk rolü üstlenmesi ve Afganistan’ın huzur ve barışa bir an önce kavuşması için elinden gelen her türlü gayreti göstermesi gerekmektedir” değerlendirmesini yaptı.
Tekir'in açıklamaları, özetle şöyle:
"Karadeniz Bölgesi’nde Bozkurt ilçemiz adeta yok oldu, görüntüler vatandaşlarımızın içimizi parçaladı. Öncelikle bu felakette hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Bakınız ülkemiz ciddi badirelerle boğuşmakta. Bu badirelerin en büyük müsebbibinin kim olduğu da bu kadar önem taşımaktadır. Esas itibariyle bu içinde bulunduğumuz ve geçirdiğimiz badirelerin müsebbibi başta ihmalkarlık ve ihmalkâr yöneticilerdir. Yangın söndürme, sel gibi felaketlere karşı önceden tedbir almayanlardır. Tedbirsizce dere yataklarına şehirleşmenin yolunu açanlardır, oraları iskâna açanlardır. Başta kamu yöneticileri olmak üzere… Şimdi benzer bir tehlikeyle aslında uzun zamandan beri karşı karşıyayız. İstanbul Depremi’ni kastetmek istiyorum. Allah muhafaza etsin böyle bir deprem için acaba ülke olarak, yönetim olarak veya yönetim birimleri olarak hazır mıyız? Bizim yaşanan felaketlerden gördüğümüz şudur; Türkiye’nin büyük bir olası İstanbul deprem felaketine karşı ne yazık ki hazır olduğunu söylememiz mümkün değildir.
Toplum ve devlet olarak her türlü afete karşı hazır olmak durumundayız. Bu noktada Saadet Partisi olarak birtakım somut tedbirleri de önermek durumundayız. Önerilerimizi sıralamak istiyorum:
- Mevcut personel yasaları ile büyük illerin dışındaki il ve ilçe belediyelerinde yapı denetimi ve ruhsat verme görev ve sorumluluğunu yüklenecek uzman personel istihdamı mümkün olamamaktadır. Gerekli yasal düzenlemelerin yapılması ve söz konusu belediyelerde görev yapmanın ekonomik teşviklerle cazip hale getirilmesi böylece uzman personel eksikliğinin giderilmesi sağlanmalıdır.
- Her afetten sonra sorumluları belirleyecek ve cezalandıracak ’Geçici Özel İhtisas Mahkemeleri’ kurulmalıdır.
- İnşaat sektöründe çalışan mühendis, tekniker, kalfa, usta, işçi vb. bütün bireyler afetlerle ilgili olarak eğitilmelidir. Bu konuda yapılacak faaliyetlerde ‘Mimar ve Mühendis Odaları’nın etkin olarak yer alması gerekir.
- Afetlerle birlikte yaşama kültürünün toplumda yerleştirilmesi gerekir. Bu da ancak tüm toplum kesimlerinin afetler konusunda eğitimden geçirilmesi ile mümkün olacaktır.
- Yangın ve sel gibi afetlerde mücadele ederken hayatını kaybeden kamu personeline ve onlarla birlikte çalışanlara şehitlik payesi de verilmelidir.
Afet günleri, birlik ve beraberliğin tam anlamıyla gerçekleştirilmesi gerektiği önemli günlerdir. Ancak iktidara baktığımızda ise bu refleks, bir IBAN atma refleksi haline de dönüşebilmektedir. Hal böyle olunca insanımızda ‘Benim ödediğim vergiler nereye gidiyor” sorusu, otomatik olarak sorulur hale gelmiştir. Vatandaşlarımız zaten afet günlerinde kullanılması için vergilerini ödemektedirler. İyi de o zaman savurganlık kimde, ihmal kimde, vurdumduymazlık kimde? Memluk sultanlarından Sultan Baybars halka yeni vergiler yüklemek istemiştir. Bunun da başlıca sebebi Moğol istilasına karşı orduyu teçhiz etmektir. Bu karara imza atmasını istediği büyük alim İmam Nevevi kendisine şu cevabı vermiştir; ‘Şu kadar hizmetçiniz, üzerlerinde ise şu kadar ziynet ve mücevher var, önce onları satınız, finansman için yetmezse sonra bu kararı imzalarım’ demiştir. Aynı durum, günümüzdeki devlet adamları tarafından da rahatlıkla uyarlanarak söylenebilir. Bugün kamu kuruluşlarınızın şu kadar lüks araçları vardır, sarayları aratmayacak lüks binaları vardır, buralarda çalışıp israfa bulaşan onca insanları vardır. Onların araçlarının satılması veya en azından yapageldikleri israfı kesmeleri halinde hükumetin vatandaşa IBAN göndermesine gerek kalacağı kanaatinde değilim.
Afganistan’da hepimizin malumu olan bir süreç yaşanıyor. Taliban Kabil’e girdi ve ülkenin kontrolünü ele aldı. Bu noktada ne yazık ki; önce ‘Kabil Havalimanı’nı Türkiye koruyacak’ tarzında götürülmeye çalışılan Afganistan politikamız, Kabil’in aniden düşmesi ile bilinmez bir hale dönüştü. İktidarın dış politika hedef ve araçlarını belirlerken; hamasi nutuklarla politika belirleme cihetine gitmesi, bölgesel dengeler yerine ABD menfaatlerini öncelemesinin bir sonucu olarak Afganistan’da da ciddi bir krizle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Bu noktadan itibaren izlenecek yol haritası itibariyle şunu ifade etmek istiyorum:
- Türkiye’nin kardeş ülke Afganistan’ın yanında olması gerekmektedir. İlişkilerini geliştirmesi ve var olan ilişkilere zarar vermeyecek bir tutum sergilemelidir.
- Ülkenin ve bölgenin barış ve istikrara kavuşması noktasında arabuluculuk rolü üstlenmesi ve Afganistan’ın huzur ve barışa bir an önce kavuşması için elinden gelen her türlü gayreti göstermesi gerekmektedir.
- Askeri personelimizin herhangi bir zarar görmesinin önüne geçecek diplomatik adımların atılması gerekmektedir.
- Afganistan’ın yeniden toparlanması, huzur, istikrar ve asayiş içinde bulunması için ülkemiz başta olmak üzere tüm İslam dünyasının bir araya getirilerek somut adımların atılması gerçekleşmelidir. Bunu temin edecek olan da sadece Türkiye Cumhuriyeti’dir.
- D-8 ve İslam İşbirliği Teşkilatları başta olmak üzere diğer uluslararası teşkilatların Afganistan gündemi ile acil bir araya gelmesi ve Afganistan’ın normal bir düzene intikalinin gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Bu noktadan sonra hepimize ders olması gereken bir süreç ile karşı karşıya olduğumuzu da belirtmek istiyorum. Türkiye’nin ABD eksenli dış politika stratejisini acilen gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu coğrafyada ABD’nin ipi ile kuyuya inilmeyeceği çok açıktır ve bu Afganistan meselesinde açıkça kendisini göstermiştir. Daha bir ay önce Biden Kabil’i savunacaklarını söylerken bugün apar topar ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O nedenle Türkiye’nin dış politika çizgisini yeniden çizerken bu noktayı esas almak sureti ile ABD dışında başka güçlerle de etkin bir şekilde iş birliğini geliştirmesi gerekmektedir.
1900’lerin başından itibaren salgın hale gelmiş hususlarda aşılama kampanyaları en etkin biçimde yürütmüş ülkelerin başında geliyor Türkiye. Dolayısıyla da aşılamada zorlamayı değil gönüllülüğü esas almalıyız. Bu nedenle zorlamayı değil ikna yöntemini benimsemeliyiz. Yetkililer gerekli çalışmaları yaparak aşıya olan güvensizlikleri ortaya çıkarıp tereddüt içinde olanların endişelerini giderme çalışmalarını çok iyi bir şekilde yürütmelidirler. Bu nedenle bir kez daha aşıyı tavsiye etmekle birlikte aşı olmak istemeyenlerin zorlamalara maruz kalmamasını, aşı olmak istemeyenlerle ilgili ikna edici bir sürecin işletilmesi gerektiğini ifade etmek istiyorum