Saadet Partisi'nin yeni Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Milli Görüş geleneğinden 15 Temmuz'daki darbe girişimine, Sivas Belediyesi başkanlığı yaptığı dönemde düzenlenen Madımak katliamından SP'nin yeni politikalarına kadar farklı konularda açıklamalarda bulundu. Karamollaoğlu, AKP'yi ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı ima ettiği konuşmasında, "Çatışmadan, asgari müşterekleri bulmayı, temel politika olarak benimsemek istiyorum. Doğruları söyleyelim. ‘Amma da berbat ettiniz be…’ dediğiniz zaman adam kalkanları kaldırıyor, seni duymuyor bile. O halde biz, öyle bir üslubumuz olsun ki, aynı ülkenin insanlarıyız. Özellikle iktidardakilerle geçmişte biz beraber olduk" dedi.
Karamollaoğlu'nun Milli Gazete'den Mustafa Kurdaş ve Mustafa Yılmaz'a verdiği söyleşi şöyle:
“Aslen Sivas Gürünlü olan Temel Karamollaoğlu, 1941 yılında Kahramanmaraş’ta dünyaya geldi. İlk ve ortaöğrenimini Kahramanmaraş, Malatya ve Develi’de tamamladı. Döneminin en iyi okullarından Kayseri Lisesi’ne sınavla yerleşti. 1960 yılında kazandığı Sümerbank bursu ile gittiği İngiltere’de Manchester Üniversitesi’ndeki lisans eğitimini 1964 yılında tamamladı. Yine aynı üniversitede yüksek lisans eğitimini tamamlayan Karamollaoğlu, 1967 yılında döndüğü Türkiye’de Sümerbank’ta işe başladı. Aynı yıl dönemin en önemli kurumu olan Devlet Planlama Teşkilatı’nda göreve başladı. Beş yıllık görev sürecinden sonra iki yıl çeşitli yerlerdeki özel sektör firmalarında çalıştı. 1975 yılında Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı teşvik ve uygulama genel müdürü olarak görev yaptı. Refah Partisi’nin 1989 ve 1995 yılları arasında Sivas belediye başkanlığını yaptı. 1977 yılında MSP, 1995 yılında Refah Partisi, 1999 yılında ise Fazilet Partisi’nden milletvekili seçildi. 30 Ekim 2016 günü itibarıyla da Saadet Partisi’nin 5’inci genel başkanı oldu.
“Büyüklerimizin bize aktardığına göre ailemiz Orta Asya’dan gelmiş. Sülalemiz Kars üzerinden Erzurum, Sivas, Kırşehir, Konya’ya kadar gitmiş. Örneğin Kırşehir’de Karamolla adında bir köy var. Ailemizin bir kısmı da Sivas’a yerleşmiş. Yine Karadeniz’de de Karamollaoğlu namıyla bilinen aileler var. Benim Şükrü dedem mollaymış. Sivaslı İsmail Hakkı Toprak Hazretleri’ne müntesipmiş. Babam ise öğretmendi. Maraş’ta görev yaparken annem ile evlenmiş. Ben de Maraş’ta dünyaya gelmişim. Ben doğduktan kısa bir süre sonra da rahmetli dedem vefat etmiş. 1930’larda soyadı kanunu çıkınca rahmetli dedem ‘Karamolla’ soyadını kullanmaktan çekinmiş ve onun yerine ‘Karakaya’ soyadını almış. Öteki kardeşler ve dayım tarafı ise Halk Partili oldukları için ‘Karamolla’ yerine ‘Karamulla’ soyadını almışlar. Ancak 1950’lerde babamlar ‘çocuklar birbirini tanımayacak, dağılacağız’ diyerek yeniden Karamollaoğlu soyadını almışlar. 1970’lerin sonunda dayım Halk Parti’den senatör seçilmişti, ben de Milli Selamet Partisi’nden milletvekili. TBMM’deki KİT komisyonları o dönemlerde karmaydı. Hem senatörler ve hem de vekiller katılıyordu. Dayımla KİT komisyonlarında karşı karşıya gelirdik.
“Babam öğretmen olduğu için Maraş’tan sonra tayini Malatya’ya çıktı. Akçadağ Ortaokulu’nda müdür olarak görev yaptı. Ben de o dönem ortaokula gidiyordum. Son sınıfta lise sınavları vardı. Girdiğim sınavda o yıllarda iyi bir okul olan Kayseri Lisesi’nin yatılı bölümünü kazandım. Ancak ilçede dedikodular çıkmıştı, ‘Tabii müdürün çocuğu, o yüzden kazanmıştır’ diyerek. Babam ise buna çok üzülmüştü. Ancak ben okula gidince ilk dönem iftihar kazandım. Bu duruma ise en çok sevinen babam olmuştu. Kendi hakkımla okulu kazandığımın ispatı olarak. Kayseri Lisesi’nde okurken zor şartlar vardı.
“Lise son sınıfa gelince üniversite sınavları vardı, o dönemde üniversiteler kendi sınavlarını yapıyordu. İstanbul Teknik Üniversitesi, en iyi üniversitelerden biriydi. Ben de orada okumak istiyordum. İstanbul’da sınava girdim. 500 kişinin içinde 10’uncu olarak yerleştim. Aynı tarihlerde bazı kurumlar da yurtdışına öğrenci göndermek için sınavlar yapardı. Ben de üç tanesine girdim. Sümerbank, Maden Tetkik ve Arama ile Etibank’ın yurtdışı sınavlarına girdim ve üçünde de başarılı oldum. Sümerbank’ın bursunu tercih ederek, İngiltere Mancshester Üniversitesi’nde okudum. Orada da yeni kurulmuş olan İslami Öğrenci Federasyonu ile çalışmalar yaptık, Müslüman ülkelerden gelen arkadaşlarla sık sık bir araya gelirdik, toplantılar yapardık.
“Üniversite yılları bitince de geri döndük. 1967 yılında Sümerbank’ta mühendis olarak çalışmaya başladım. Birkaç ay sonra beni Devlet Planlama Teşkilatı’na çağırdılar. DPT’nin başında o zaman Turgut Özal vardı. 60 darbesinden sonra kurulan bu kurum, o dönemde çok önemli işlere imza atıyordu. Çünkü devletin kurumlarını, yatırımlarını planlıyorduk. Zamanımızın önemli bölümünü işte geçirirdik. Ankara’da ışıkları en geç sönen kurumdu bizim zamanımızda Devlet Planlama. Gece 12’lere kadar çalışılırdı. Günümüzde bile çok etkili isimler o kurumdan yetişti.
“O yıllarda Zahid Kotku Hocaefendi ara ara Ankara’ya gelirdi. Her geldiğinde de Ankara’da sohbetler düzenler, bizler de katılırdık.
“Bir sonbahar günü yine Ankara’ya Kenan (Kul) Abi’nin evine gelmişti. Bizleri de yemeğe davet etmişlerdi. Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi sedirde oturuyor, hemen yanındaki sandalyede ise yakışıklı, heybetli genç biri oturuyordu. Ama durmadan heyecanlı bir şekilde bazı konuları anlatıyordu. Yanımdakilere usulca ‘kim bu’ dedim. Bana ‘Erbakan’ dediler. Konuşmaları da herkesi etkiliyordu. Birçok konuda insanlara, gençlere özellikle şevk veriyordu. Hoca, çok alçakgönüllü bir insandı. Çeşitli vesilelerle yurt dışına beraber giderdik, hakikaten o yönü insanların ona saygısını artırırdı. Alçakgönüllüydü ama bildiği konuları da gündeme getirmekten hiç ama hiç vazgeçmezdi. Bizim ise profesör abimizdi. O yıllarda Erbakan Hocam daha yavaş yavaş tanınmaya başlamıştı. O yıllarda Erbakan Hoca, Odalar Birliği’nde Sanayi Dairesi başkanıydı. Özellikle cuma günleri hep bir araya gelirdik. Erbakan Hocam, Siyonizm başta olmak üzere dünya sistemini, “Gizli Dünya Devleti”ni ve yerli ve milli kalkınmayı, ağır sanayi hamlelerini bizlere anlatırdı.
“Siyaset hiçbir zaman aklımda yoktu ama Erbakan Hoca o yolu bize açtı. Odalar Birliği’nde iken Hoca, devrim mahiyetinde işler yaptı. Ancak polis zoruyla Hoca’yı Odalar Birliği başkanlığından aldılar. Böylece siyaset yolu göründü. Hoca da “İşin başına geçmemiz lazım” diyerek parti kurma kararı aldı. 1969 yılında Bağımsızlar Hareketi ile yola koyuldu. Hocamız Konya’dan aday oldu. Biz de adaylık döneminde kendisine destek vermek için hafta sonları Konya’ya gidiyorduk. Bazen de diğer bağımsız adaylara destek vermek için o illere giderdik. Seçim sonuçları açıklanınca bağımsızlar bir bir Meclis’e girmişlerdi. Biz de buna çok sevinmiştik. Hocamızın ilk işi ise hemen ESAM’ı kurmak oldu. ESAM ise AB ile ilgili tarihi bir rapor hazırladı ‘Onlar ortak, biz pazar’ diyerek.
“Bizim için önemli olan anılardan biri ise o yıllarda cuma namazlarını Hocamız ile birlikte kılar, sonrasında ise hep beraber gidip bir yerlerde etli ekmek veya pide yerdik. CHP ile MSP iktidarında ben de Teşvik Uygulama Genel Müdürü olmuştum. Demir çelik ile ilgili bir rapor hazırlayıp Hocama götürdük. Büyükçe bir dosya olmuştu. Hocam, dosyanın büyüklüğünü görünce ‘hımm’ dedi ‘demek ki çalışamamışsınız’. Yani ne varsa koymuşsunuz manasında sitem etti.
“Erbakan Hocam, namazına çok dikkat ederdi. Bir gün Avrupa’ya beraber gitmiştik. O zamanlar tabii mescitler, camiler filan yok. Merdiven altında bir yer bulunca hemen gazeteleri serip namazımızı kılardık. Yine uzun bir yurt dışı seyahatimizde ben “uçakta doğru dürüst namaz kılamam, en iyisi öğle ile ikindi namazını cem edeyim” dedim. Öyle de yaptım. Ama havaalanına iner inmez Hoca dedi ki ‘namazı nerede kılacağız?’ ‘Ben kıldım hocam’ dedim. Sadece ‘hımm’ dedi. Sonra bir yer bulduk ve Hocam namazını kıldı. Dönerken ise ‘Hocam cem etmiyor, en iyisi ben de cem etmeyeyim’ diye düşündüm. Uçakta yanına gidip, ‘Hocam, vakit giriyor, uyumadan önce namazı kılalım’ dedim. Bu sefer de Hoca, gülümseyerek, ‘Ya sen cem edelim dedin ya’ dedi.
“80 ihtilalinde bizi Kirazlıdere’de bir koğuşa aldılar. On kişilik bir koğuş. Tabii kolay değil. Ama medrese-i Yusufiye oldu bizim için. Tesbihatlar, hadis dersleri... Cenab-ı Allah, bir sekinet veriyor insana. Hapishanede iken hiçbir zaman yılgınlığa kapılmadık, üzüldük elbette. Çocuklarınız da üzülüyor. Hiç unutmam. Benim en küçük kız hapishaneye geldiği zaman ona ‘burası misafirhane’ diyorduk. Bir gün tam çıkacakları zaman kapılardaki zincir seslerini duyup silahlı askerleri görünce ürkmüş. “Burası nasıl misafirhane” diyerek korkmuştu.
“Daha sonra serbest kaldık ama bu sefer ikinci kez gözaltı için polisler eve geldi. Bizi emniyete götürdüler ama kimse niye gözaltına alındığımı bilmiyordu. “Kayseri’den savcılık istemiş” dediler. Bir polis ile birlikte Kayseri’ye gittik. Emniyete götürdüler, ama orası da ‘bizim haberimiz yok, askerler istedi’ deyince direkt oraya götürdüler. Zincidere Askeri Hapishanesi’ne de böylece girmiş olduk. Girer girmez gözümü bağladılar. İster istemez biraz tedirginlik yaşadık. Sonra bir odaya aldılar, ipe sapa gelmez sorular soruyorlar. O sıra ezan okundu, ‘namaz kılacağım’ dedim, beni bir odaya götürdüler, meğer işkence aletlerinin olduğu odaymış. Orada abdest alıp namaz kıldım. İnsanın etkilenmemesi mümkün değil.
“Daha sonra öğrendik ki, gençlik kollarının toplantısı için Kayseri’ye gelmişim ve oradaki ifadeler için beni çağırmışlar. Hemen hızlıca bizi mahkemeye sevk ettiler. Hapishaneden mahkemeye giderken 19 yaşında solcu bir genç vardı, çok üzülmüştüm. Benimle beraber kelepçelediler ama hapishane komutanı olan bir yüzbaşı gelip kelepçeleri çözdü. O genci ise halen unutamadım. Bana ‘burada çok işkence gördüm ama şu insanın başına damla damla su damlatıyorlar ya üçüncü damladan sonra balyoz inmiş oluyor’ demişti. O kadar üzülmüştüm ki; o çocuk orada işkence gördükten sonra daha da kinlenir.
“O olay ile ilgili halen birçok gizem var, kimse de bunun üstüne gitmiyor. O yıl karışık bir yıldı zaten. Birçok olay arka arkaya gelmişti. Eşref Bitlis suikastı, Uğur Mumcu cinayeti, Turgut Özal’ın şüpheli vefatı. 1993 yılı gerçekten çok karanlık bir yıldır. Birileri belli ki Türkiye’yi karıştırmaya çalışıyordu. Sivas’ta bir Sünni-Alevi çatışması çıkarmak istediler ama bunda başarılı olamadılar. Burada bir üst akıl vardı. Ama kim bu, onu bilmiyorum. Bunun arka planını kimse çıkarmadı şimdiye kadar. Bu iftirada bulunanların, yalan haberleri yayanların kasıtlı olduğu kanaatindeyim. Bu, birilerinin tahriki ile oldu. İdeolojik bir rant devşirmek isteyenler var. Sivas’ın Refah Partisi’ni almasını hazmedemediler. O olaylar sırasında aniden Sivas’a 10-15 yabancı televizyon kanalı geldi. Bu nasıl bir iş ki, birden geliyorlar? Kanaatime göre burada bir komplo var. Ancak ‘bunu kim yaptı, kimler alet oldu, nasıl yaptı’ bu iyice araştırılmalı. Bunun aslı, Refah Partisi’ne karşı bir komploydu.
“Genel başkanlığa seçildikten sonra ilk duam şu oldu: “Ya Rabbi, omuzlarıma kaldıramayacağım bir yükü yükleme. Yüklenince de kaldıracak gücü ve kuvveti ver.” Göreve geldiğimiz günden bu yana elbette ciddi bir yoğunluk oluştu. Gerek eski arkadaşlarımız gerekse tamamen farklı mecralara sürüklenmiş arkadaşlarımızdan yoğun bir teveccüh var. Bu ilgi ve alakalarını Saadet Partisi’ne olan bir ihtiyacın hissi olarak yorumluyorum. Biz bu süreçte Allah’ın yardımıyla bu teveccühün karşılığını verebilir, onlarla bir araya gelebilirsek önemli bir işi başarmış oluruz.
“Darbe deyince biz alışmışız, askerin yönetime el koyması. Askerin bir bütün olarak yönetime el koyması olarak anlıyoruz. Darbe olunca memlekette genelde hiçbir zaman direnç olmamış. 1980’de herkes darbe olsun diye bekliyordu. 28 Şubat ise biraz karışık. Klasik bir darbe yok. Ordu fiilen içinde ama maniple edenler var. Sermaye, medya, sivil toplum, adalet mekanizması hepsi karşımızda. 28 Şubat, korku verme bakımından hepsinden etkili. Ama 15 Temmuz ordunun içinde bir grup inisiyatifi ele alıp harekete geçince ister istemez bir çatışma ortaya çıktı. Bu sefer polis-asker, asker-askere karşı, halk-darbecilere karşı sokaklara döküldü. Bugüne kadar olmayan bir işti. Normalde darbelerde adam öldürülmemiştir ama bu sefer fiilen Meclis bombalandı, tanklar yürüdü, insanların üzerine geldi. Bu, çok farklı bir etki meydana getirdi. Bunu tarif etmek mümkün değil. Cenab-ı Hak bu milleti, devleti korudu. Başarılı olsaydılar Türkiye dışarıya daha çabuk teslim olacaktı.
“Ev ile pek fazla ilgilenmiyorum. Cenab-ı Allah korudu, elhamdülillah. Çocuklarımız inançlı, ibadetlerine bağlı, ahlaklı, manevi değerleri olan çocuklar olarak yetişti. Herhalde benden daha çok annelerinin etkisi oldu. Özellikle siyasete girdikten sonra çok seyahatlere gidiyorduk, yoğunluktan çocuklara fazla zaman ayıramıyorduk. Örneğin hiç unutmuyorum, oğlum Ömer daha 6 veya 7 yaşındaydı. Bir gün annesine benim için ‘amca nerede’ demiş. Bunu duyunca biraz üzüldüm. ‘Ya biz bu kadar çocukları ihmal edersek, çocuklar üzerinde de farklı bir tesir meydana getiriyor’ diyerek daha özenli olmaya, onlara daha çok zaman ayırmaya çalıştım.
“Bu evde 15 yıldır oturuyorum. Buranın dışında bir dairemiz daha var. Orada da oğlum Mehmet Zahit oturuyor. Bu yönüyle rahatım. Milletvekili olduğum zaman verdiğim mal beyanına bakarsak, bizim mal varlığı 3’te 1’e düşmüş. Özel sektörde çalışırken üç dairemiz vardı, şimdi onlar da yok.
“Kitap okuyorum, geçmişte çok okudum, şimdi ise yoğunluktan pek fırsatım olmuyor. 1950’lerde bir tercüme furyası başlamıştı. Klasik eserlerin Türkçeye kazandırılması için. Bütün kütüphanelerde vardı. O zaman bayağı kitap okumuştum. Seçerek değil, gelen kitaplardan birini alır okurdum. Felsefe Sözlüğü kitabını okudum ama biraz ağır gelmişti o yaşlarda. Baktım ki gitmiyor, bıraktım. Sonrasında çok dağınık bir halde kitaplar okudum. En son okuduğum kitaplardan birisi Hocamızın hayatını, mücadelesini, ideallerini anlatan Davam kitabı oldu. Şimdi ise birkaç kitabı vakit buldukça aynı anda dönüşümlü olarak okumaya çalışıyorum. Rahmetli Aytunç Altındal’ın Üç İsa adlı kitabına da bu aralar bakıyorum.
“Bizim durumumuz belli, Türkiye’nin de durumu belli. Biz de kendimizin prensiplerinin doğru olduğuna inanıyoruz. Eğer bizim önerdiklerimiz bu ülkede gerçekleşmezse Türkiye’nin geleceğini karanlık görüyorum. Dış politika yönünden de çok büyük sıkıntılar geliyor. Ekonomik yönden de ciddi bir sıkıntının içine giriyoruz. Siz bir yerdeki sıkıntıyı başka bir problemi büyüterek saklarsanız, bu sefer daha büyük sıkıntılarla yüz yüze kalabilirsiniz. Ahlaki tahribatı görmemek mümkün değil. Millet olarak ruhen çok şeyi kaybediyoruz. Camilerimiz artık eskisi gibi mütevazı mekânlar değil, saraylar gibi. Ama o saray sana o ruhu vermiyor ki. Bir medreseye, bir tekkeye gittiğiniz zaman oradaki koku başka. Şimdi biz sadece görkemli yapılar yapıyoruz. Binalar öyle. AVM’ler öyle, yollarımız, köprülerimiz, havaalanlarımız öyle. Ancak bunun içindeki ruh nerede. Ashab-ı kiram madde ile manayı birleştirerek yaşamışlar. Camilerimiz, görkemli binalarımız, okullarımız baktığımız zaman ne kadar mükemmel diyoruz. Eee içi… Eğer içi boşaldıysa bu çok büyük bir felaket. Şimdi de bu endişeleri taşıyorum.
“Çatışmadan, asgari müşterekleri bulmayı, temel politika olarak benimsemek istiyorum. Doğruları söyleyelim. ‘Amma da berbat ettiniz be…’ dediğiniz zaman adam kalkanları kaldırıyor, seni duymuyor bile. O halde biz, öyle bir üslubumuz olsun ki, aynı ülkenin insanlarıyız. Özellikle iktidardakilerle geçmişte biz beraber olduk. Beraber çalıştık, beraber aynı hedefe doğru yürüdük. Bugünkü gidişat bizi endişelendiriyor, size karşı duyduğumuz bir husumetten dolayı değil. Allah rızası için bunları söylüyoruz. Bunu iktidara ‘yaptığınız yanlışları değiştirin’ diye bir mesaj olarak iletiyoruz, topluma da ‘ya Allah rızası için buna dikkat etmezseniz yarın bunun sıkıntısını siz de çekersiniz, bize de kulak verin’ diye bir mesaj vermek istiyoruz. Herkes siyasette kavgalı bir üslup arıyor, ona zorluyor. Türkiye’ye böyle huzur gelmez. Söylemlerimizi sağlam ama hakaret içeren ifadeleri kullanmadan dile getirmemiz, şekillendirmemiz lazım. Halkın gönlüne de, zihnine de girmek mecburiyetindeyiz.