Sabah Gazetesi Okur Temsilcisi İbrahim Altay "Basın gezisi işinin suyu çıktı. Basın seyahatlerinin bazıları haber paylaşmak için değil gazetecileri birkaç gün şatafat içinde yaşatıp memnun etmek için yapılır hale geldi" iddiasını ileri sürdü. Altay "Artık bu çılgınlığa, izansızlığa ve intizamsızlığa bir son vermek gerekiyor. Siyasi yelpazenin farklı yerlerinde bulunsalar dahi medya kuruluşlarının bu konuda etik ve ortak bir tavır sergilemesi gerekiyor" görüşünü savundu.
İbrahim Altay'ın "Hanutçu mu gazeteci mi" başlığıyla yayımlanan (28 Kasım 2016) yazısı şöyle:
Açık konuşalım. Şu cümleleri kurabilecek meslektaşımız yok denecek kadar azdır: "Ben bugüne kadar hiçbir basın seyahatine katılmadım." "Yediğim bütün yemeklerin, kaldığım bütün otellerin, okuduğum bütün kitapların, izlediğim bütün konserlerin parasını ya kendim ödedim ya da gazetem ödedi." "Hiçbir haber kaynağından küçük ya da büyük hediye kabul etmedim." "Gazeteci olmak bana diğer insanların ulaşamayacağı avantajlar sağlamadı." Bunu sevgili Hıncal Uluç da bilir. Yine de bu 'hanut' tartışmasını başlatması yerindedir. Mesele gazetecinin tarafsızlığı ve bağımsızlığı meselesidir. Mesele ahlak meselesidir. Mesele inandırıcılık meselesidir. Mesele saygınlık meselesidir. Mesele haber ile reklamın birbirine karışması meselesidir.
Evrensel ilkeler şöyle der: Gazeteciler kamuoyunun bilme hakkından başka hiçbir özel çıkara bağlı olmamalıdır. Gerçek olmasa bile öyle algılanabilecek çıkar çatışmalarından kaçınmalı, dürüstlükten taviz vermelerine neden olabilecek veya güvenilirliklerine halel getirebilecek ilişkilerden ve faaliyetlerden uzak durmalıdır. Gazeteci, haber kaynağıyla ya da nesnesiyle hesabını veremeyeceği herhangi bir maddi ilişki kurmamaya özen göstermelidir. Gazeteci kaynakla ilişkisinde, kendisinin veya çalıştığı haber kuruluşunun güvenilirliğini zayıflatacak hiçbir çıkar çatışması olmadığından emin olmalıdır. Yukarıdaki maddeleri Medya Derneği tarafından hazırlanan Türkiyeli Gazeteciler İçin Etik İlkeler kitapçığından aldım. Konuyla ilgili bütün çalışmalarda benzer ifadelere rastlamak mümkün.
Demek ki neymiş? İki kavram önemliymiş. Birincisi: Çıkar birliği. Kabaca kaynak, gazeteci ve haber üçgeninde kurulmuş her türlü maddi ve manevi çıkar ilişkisini ifade eder. İkincisi: Çıkar çatışması. Hem çıkar birliği ilişkisinin çeşitli versiyonlarını hem de gazetecinin öncelikli işinin mesleği olması gerektiğini, hatta gazetecinin başka bir işi olmaması gerektiğini ima eder. Gazetecinin hakikat ve okur nezdindeki sorumluluğunun altını çizer. PR'cılık ve gazetecilik, iş adamlığı ve ekonomi yazarlığı, emlakçılık ve kentsel dönüşümmuhabirliği, sanat simsarlığı ve kültürsanat muhabirliği, restoran sahipliği ve mekânyazarlığı, parti organizatörlüğü ve magazin gazeteciliği vs. birlikte yapılmaması gerekenmesleklerdir. Elbette bu ilkenin istisnaları vardır ama temel ölçü tarafsız ve bağımsızlığınızı şüpheye düşürecek her durum, konum ve pozisyondan uzak durmaktır. Dikkat edin: Ortadan kaldıracak, zedeleyecek ya da engelleyecek demiyorum; 'şüphe oluşturacak' diyorum.
Sözün burasında iki farklı hususu birbirinden ayıralım. Haber yapma, olumsuz haberleri engelleme, koruyup kollama vaadiyle birilerindenpara, ev, araba, pahalı hediyeler istemek ya da kabul etmek suçtur. Bu konu hukukun yani savcıların ilgi alanına girer. Bir gazeteci ile herhangi bir başka kişi ve kurum arasında böyle bir ilişki kurulmuşsa bunun ispatlanması ve hak ettiği şekilde cezalandırılması gerekir. Bazı maddi ve manevi ilişkiler daha dolaylı bir görünüm arz ederler. Hukukun değil 'etik'in alanına giren bu fiil ve ilişkiler 'suç ya da kabahat' olmamakla birlikte ahlaki de değildir. Ayıptır ve yanlıştır. Biz bunlarla ilgileniyoruz. Davetli basın gezileri konusunu ele alma nedenimiz bu.
Gazetecinin öncelikli amacı yemek, içmek, gezmek, tozmak değil çalışmak ve haber yapmak olmalıdır. Kendi parasıyla tatile çıkıyorsa amenna ama gazetecilerin haber yapmak amacıyla çıktığı bütün gezilerin masrafları kurumları tarafından karşılanmalıdır. Yalnızca davet yoluyla katılmanın mümkün olduğu bir basın gezisine gitmek zorunda kalmışlarsa bu durum ve masrafların kimin tarafından karşılandığı yapılan haberlerde açıkça belirtilmelidir. Yazıya 'Bu gezinin masrafları filanca kişi ya da kurum tarafından karşılanmıştır' şeklinde bir not koyulmalıdır. Gazeteciler 'olayı yerinde inceleme fırsatı' sunduğu gerekçesiyle bu tür gezilere katılsalar bile haber değerini kendileri takdir etmelidir. Kimin arabasına biniyorlarsa onun düdüğünü çalmamalı, suya sabuna dokunmamaktan ve yıkama yağlamadan uzak durmalı, reklam değil haber yapmalıdır.
Artık hepimiz biliyoruz ki bu basın gezisi işinin suyu çıktı. Basın seyahatlerinin bazıları haber paylaşmak için değil gazetecileri birkaç gün şatafat içinde yaşatıp memnun etmek için yapılır hale geldi. Bir şirketin İstanbul ofisinde dahi yapılabilecek iki saatlik bir sunum için gazetecileri toplayıp dünyanın öbür ucuna ya da güney kıyılarına beş günlük tatile götürmeler... Cilt bakımından bağırsak temizliğine türlü hizmetler... Yapılan işle alakası olmayan hediyeler... Ahbap-çavuş ilişkileri... Şampiyonlar Ligi maçlarına düzenlenen turlar... Acaiplik aldı başını gidiyor ve işin tuhafı kimse yadırgamıyor. Kaldı ki bunların çoğundan ya haber çıkmıyor ya da bütün gazetelerde aynı başlık ve cümlelerle yayımlanan basmakalıp halkla ilişkiler metinleri çıkıyor.
Sonuç: Muhataplarında hiçbir saygı ve korku uyandırmayan; avantacı, bedavacı olarakgörülen bir gazeteci türünün ortaya çıkması... Bu konuyla alakalı öyle hikâyeler var ki anlatmayı bırakın dinlerken utanıyorsunuz. Sonuç: İşin niteliğinin değil ilişkilerin belirleyici olması. Rekabet kurallarının sık sık ihlal edilmesi. Araştırmacılığın yerini kayırmacılığın alması... Sonuç: Reklamlarla tanıtılması gereken ürün ve hizmetlerin, bu gazeteciler tarafından 'övücü haber'lerle tanıtılması. Okurun kandırılması. Gazetenin sadece inandırıcılığını değil reklam gelirlerini de kaybetmesi. Sonuç: Muhabir, editör ve yöneticileri bir saatlik iş için beş günlük geziye giden gazete servislerinin iş gücü kaybı ve verimliliğin azalması.
Artık bu çılgınlığa, izansızlığa ve intizamsızlığa bir son vermek gerekiyor. Siyasi yelpazenin farklı yerlerinde bulunsalar dahi medya kuruluşlarının bu konuda etik ve ortak bir tavır sergilemesi gerekiyor. Gazete yönetimlerinin acilen bu konuyu masaya yatırıp konuyla ilgili basmakalıp yayın ilkelerini gözden geçirmeleri, daha güncel ve detaylı hale getirmeleri, çalışanları için sınırlamalar getirmeleri gerekiyor. İlke belirlemenin ve yayımlamanın Hürriyet örneğinde olduğu gibi sorunu çözmediği açıkça ortada... Bu ilkelerin sık sık vurgulanması ve uygulamanın takip edilmesi gerekiyor. Maaşlarıyla süremeyecekleri sefayı bu yolla süren meslektaşlarımızı ve haber olmak isteyen kişilerle kurumları bu gayri ahlaki yöntemlerin artık işe yaramayacağına ikna etmek için ne lazım gelirse yapılması gerekiyor.