Sağlam bir arkadaşlığın şehlâ bakışları

Sağlam bir arkadaşlığın şehlâ bakışları

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar’ın EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşesinde "Sağlam bir arkadaşlığın şehlâ bakışları" başlığıyla (28 Mayıs 2011) yayımlanan yazısı şöyle: ***

Paul Auster son romanının bir yerinde, yeni doğmuş ikiz yeğenlerinin çıplak vücutlarına hayatta olmanın tuhaflığını kavramaya çalışarak bakan genç bir kadının, sonrasında defterine düştüğü notları da yazmıştı:

“İnsan vücudu, başka insan vücutları olmaksızın var olamaz. İnsan vücudunun dokunulmaya ihtiyacı vardır – sadece minik insan vücutlarının değil, büyük insan vücutlarının da. İnsan vücudunun derisi vardır.”

Yalnızlık yazdırıyor. Yalnız bir kadının mektuplarını okuyorum şimdi. Vücuduna kimsenin dokunmadığı bir kadının mektuplarını. İçindeki huzursuz kalabalığı başka türlü teskin etmesi imkânsız olduğu için mi yalnızlığı seçti bu kadın? Yaşamak için yazmak zorunda olduğunu bildiğinden mi? Bu tercihi nasıl yaptı? Doksan yılı aşan bir yaşama uğraşını, yalnız başına ve yalnızca yazarak yüklenirken, bu muazzam ağırlığın altında böyle vakur ve muzip bir edayla durabilmeyi nasıl başardı? Vücuduna hiç dokunmamış ve hiç dokunmayacak olan bir erkekle nasıl bu kadar yakınlaşabildi? Kelimelerin kardeşliğiyle yetinmeyi kimden öğrendi? Niye nicemiz gibi kibri ölçüsünde kırılgan, kesinliği ölçüsünde kıskanç hükümler vermedi hiç? “Kimse onu benim kadar iyi anlayamaz” dememe dirayetini nasıl gösterebildi mesela; “Kimse onu benim kadar çok sevemez” diye kendini kandırmama kudretini nereden buldu? Sahip olmama özgürlüğüne nasıl kavuştu bu kadın? Bir derisi olduğunu ne zaman unuttu?

İki ihtiyarın yarım asırlık arkadaşlığı

Tılsımını, bu soruları mümkün kılmasında değil sadece, aynı zamanda her bir sorunun cevabını, bir diğerinin içine saklamasında da bulan mektuplar okuyorum şimdi. Hayatın bizden sakındıklarına duyduğumuz şehveti, hayatın bize verdiklerine şükrederek terbiye edebilmek bir ihtiyarlık âlâmetiyse eğer, ihtiyar ruhlu bir kadınla bir erkeğin, gençliklerinden ölümlerine uzanan yarım asırlık arkadaşlığı var bu mektuplarda.

Kadın, bize William Faulkner’ı, Tennessee Williams’ı, Flannery O’Connor’ı, William Styron’u veren Amerikan Güneyi’nin yetiştirdiği en güçlü yazarlardan biri: Eudora Welty... Erkek, romanları ve hikâye kitaplarıyla Amerikan edebî dağarcığında sağlam bir yeri olan ve kırk yıl süreyle edebiyat editörlüğünü yaptığı New Yorker dergisi üzerinden, Vladimir Nabokov, J.D. Salinger, John Updike, Isaac Bashevis Singer gibi nice meslektaşının nice eserinin son rötuşlarını yapan William Maxwell.

Yirminci asrın ilk demlerinde, bir yıl arayla (Maxwell/1908, Welty/1909) doğan bu iki yazarın, tanıştıkları 1942’den yirmi birinci asrın başında, aynı yaşta ve bir yıl arayla (Maxwell/2000, Welty/2001) ölünceye kadar süren mektuplaşmaları, ilk kez toplu halde yayımlandı. Dört yüze yakın mektubun yer aldığı kitabın adı, What There is to SayWe Have Said (Söylenecek Ne Varsa Söyledik). Daha önce, Welty’nin biyografisi ve edebiyatı üzerine iki kitap yazmış olan İngiliz Dili Profesörü Suzanne Marrs, eldeki seçkiyi hazırlarken, durulabilecek en iyi yerde durmuş bence; kitabın gerek “sunuş” bölümünde, gerekse mektupları yazıldıkları yıllar itibariyle topladığı farklı başlıklar altında yaptığı hatırlatmalarla, Welty ve Maxwell’in hayatlarını olaylardan müteşekkil somut bir çerçeveye oturtmuş ama mektupların eleverdikleriyle okur arasına, yorumlarla dokunmuş bir perde çekmekten kaçınmış.

İlk mektuplardan başlayarak sağlam cümlelerle satır satır kurulan bir arkadaşlığın samimileşmesini, derinleşmesini ve bir yandan kendi sınırlarını genişletirken, bir yandan da kendi ölçülerini titizlikle korumasını, siz bir başınıza takip ediyorsunuz velhâsıl. İster istemez, kendi ilişkileriniz kılavuzluk ediyor bu takibe ve sanırım bu yüzden, okudukça mektupların içinde yavaştan kaybolmaya başlıyorsunuz. Neyse ki, “Böyle bir arkadaşlık nasıl olabiliyor” sorusunda, peşinde kaybolmaya değer bir keşif vaadi saklı.

Parlak gözlerin delici bakışları altında

“Eski ve yeni bütün mektuplar, hayatın hâlâ varolan parçalarıdır. Onları şimdi okumak bir gerçekliğin –ya da belki gerçekdışılığın, çakan bir ışığın– keşfinde hazır bulunmaktır. Ânın mutluluğu ya da acısıdır haykıran. Bir insana ait şahsi bir gerçekle karşılaşmak, ne kadar az tanısak da ve ebediyete gitmiş de olsa artık, o insanı bir bakıma arkadaşlığımıza kabul etmektir. Bize verilen sırrın çok önemli olması gerekmez ama yine de, çok parlak bir gözün hâlâ muzır ve muzırlık peşinde olan, elli ya da yüz yıl öncesinden bize ulaşan delici bakışları altında kalmak kadar iyi olabilir.”

Eudora Welty, 1991’de editörlüğünü üstlendiği The Norton Book of Friendship (ABD’de Norton Yayınevi’nin çıkardığı Edebiyatta Arkadaşlık Antolojisi) adlı kitabın sunuşunda böyle yazıyor. Welty’nin, hikâye ve denemelerin yanı sıra, çok sayıda mektuba da yer verdiği bu derlemenin kendisi kadar, “muzır ve muzırlık peşinde olan delici bakışlar” fikrinin de ilhamını Welty-Maxwell mektuplaşmasından aldığını, Marss’ın kitabını bitirince anlıyorsunuz. Yine de bu delici bakışlarda tam yerini bulmayan bir şey var sanki; şehlâ bir hali var bu ilişkinin ya da size öyle geliyor.

Oysa mektuplarının aksettirdiği sûretleri birbirine ziyadesiyle benzeyen, hayata ve edebiyata bakışları tam bir ahenk tutturan iki yazar karşınızdaki. 1942’de, New York’ta bir davette tanıştıklarında otuzlarının başlarındalar henüz. Her ikisi de ilk kitaplarını yayımlamış, her ikisi de edebiyat camiasında iyi karşılanmış, her ikisi de yazarlığına çok güveniyor. Welty, ya da hadi artık ona Eudora diyelim, New York’taki eğitimine ve sık sık bu şehre gelip gitmesine rağmen, memleketi olan, sonradan Pulitzer ödüllü DeltaWedding (Delta Düğünü) romanıyla ölümsüzleştireceği Mississippi havzasında, içine doğduğu aileden geride kalanların yanında yaşıyor. Maxwell, ya da ilk birkaç mektuptan sonra Eudora’nın ona seslenmeye başlayacağı adla Bill ise, New York’ta bahçe içinde bir evde, karısı ressam Emmy Maxwell’le oturuyor veçok geçmeden iki kızları oluyor çiftin.

Güneyli bekâr kadın yazarla New Yorklu aile babası yazarı esas olarak “yazı” bağlıyor birbirlerine; Bill’in yıllar sonra bir mektupta Eudora’yı tarif ederken kullanacağı deyimle, “bir yazar olabilecek kadar inatçı” ikisi de. Ama tuhaf bir şekilde, “bencil” değiller; en azından birbirlerine karşı. Bill, tanışmalarından hemen sonra Eudora’nın hikâyelerine New Yorker sayfalarında yer bulmak için mücadeleye girişiyor. Derginin o zamanki yayın müdürü, “fazla sanatlı” dediği hikâyelere dokuz yıl direnebiliyor ancak ve 1951’den itibaren, New Yorker bünyesinde bir “yazar-editör” ilişkisi de kuruluyor Eudora’yla Bill arasında. Edebiyat ortamına uygun biçimde “çetin” bir ilişki bu; aynı zamanda, edebiyatta ender rastlanan ölçüde cömert. Bill, zamanının efsanevî editörü, “yazarları yeniden yaratan adam” diyorlar ona; Eudora, “Edebiyatımızın karargâhısın sen” diye dalgasını geçiyor. Birbirlerinin her yazdığını okuyor, eleştiriyor, çoğu zaman da birlikte dönüştürüyorlar. Mektupların tamamını bitirdiğinizde, bir yazma –ve yeniden yazma– serüveninin seyir defterini de okuduğunuzu kavrıyorsunuz zaten. Pek çok yerde, bu serüvene imreniyorsunuz. 1949’da, Eudora’nın The Golden Apples (Sarı Elmalar) kitabının ilk taslağı üzerine yazdığı mektupta, “Bir noktada nefesimi tuttuğumun farkına vardım” diyor Bill, “daha önce herhangi bir şeyi okurken yapmamıştım bunu; nefesimi tutuyordum, hikâyenin doğasını bozmak istemiyordum çünkü… Kıpırdamak üzere olan bir yaprağı, bir kuşu, bir arıyı, diğer çimen yapraklarına yakalanmış ama kendini onlardan kurtarmak üzere olan bir çimen yaprağını nefesimle rahatsız etmek istemiyordum.” Sonra ekliyor: “Islah ederek yazıyorsun sen; beni ve bütün yazarları…”

Bill ve Eudora, bir yazarın üstelik de akranı bir yazar için sarfetmesi başlı başına “olağanüstü” sayılabilecek bu övgü cümlelerinin benzerlerini, birbirleri için söylemekten hiç kaçınmıyorlar. Tabii, beğenmediklerini, eksik, fazla, karışık ya da özensiz buldukları her şeyi de, samimiyeti sevecenliğine kurban gitmeyen ifadelerle, ısrarla ve inatla anlatıyorlar. Yazının içinden baktıklarında birbirlerine, bakışları hep dimdik; gözlerini asla kaçırmıyorlar.

“En sevgili” ne kifâyetsiz bir giriş…

Mektupların içeriği, yazıdan, yazarlıktan, edebiyattan ibaret değil. Hayatın her ânı, bazen kelimelere bürünerek, bazen de kelimeler arasındaki boşluklara saklanarak varlık buluyor Bill’le Eudora’nın satırlarında. Bill’in hep bildiği ve 1980’lerde yayımladığı otobiyografik denemesini okuduktan sonra Eudora’ya da itiraf ettiği gibi, “iki kişilik bir bisiklette büyümüşçesine” benziyorlar birbirlerine. İkisi de bahçelerine delice düşkün mesela, ikisi de çiçeklerin dilinden anlıyor, yarım asır boyunca envayi çeşit gül gönderiyorlar birbirlerine, o güllerin isimleriyle dolup taşıyor mektupları. Bill, Eudora’yı ailesinin bir parçası yapıyor zamanla. Eudora’yla karısı Emmy’nin de mektuplaşmasını sağlıyor; ona hep birinci tekil şahısta yazıyor ama bazen karısı ve kızlarıyla birlikte imzalıyor mektuplarını. Eudora bunu sevinçle karşılıyor. Arada, New York’ta ya da başka yerlerde buluşuyor ve sonradan birbirlerine büyük zevkle tekrar tekrar anlatıyorlar bu kalabalık buluşmaları. Bill bütün aile seyahatlerini, ev hallerini, hatta karıkoca sohbetlerini yazıyor Eudora’ya; Emmy’ye çok âşık ve bunu da yazıyor: “Onun gülüşünü hiç gerçekten işittin mi sen, Roma’nın çeşmeleri gibi güler...” Eudora, arkadaşının karısını seviyor gerçekten de; 1983’teki bir mektubunda, Emmy ve Billy’ye birlikte seslenirken, “Size her gün sevgi gönderiyorum ve sizin de bunu her gün hissettiğinize güveniyorum” diyor. 1986’da, tanışmalarından tam kırk dört yıl sonra, yine bir mektuba “En sevgili” diye başlıyor Bill ve ekliyor hemen “En sevgili ne kifâyetsiz bir giriş.”

İki “ihtiyar” birlikte büyüyüp, yaşlanıyorlar siz okurken. 1989’da Eudora’ya, “Bak işte seksenine bastın” diye yazıyor Bill, “hiçbir şey değil, ben seksen birim ve daha gencim.” 1999’da yine Bill, bu kez kanserle mücadele ederken, uzun bir mektupla kutluyor arkadaşının doksanıncı yaşını. “Biz ikimiz geçen asrın başında doğduğumuz için talihliydik. Her şeyden önce, sessizdi etraf…” diye başlayan mektup, geçen asrın sesleri ve sessizlikleri üzerine bir terennüm halinde ilerledikten sonra şu cümlede düğümleniyor: “Daha da büyük talihimiz ise, birbirimizi tanımamız, arkadaş olmamızdı.

Hafızanın merhameti ve biraz ihtimam

Eudora Welty, bu kitapta yer alan, sonradan bir romanında da kullanacağı cümlelerinde, “Hafıza, tekrar tekrar yaralanabilir” diyor, “onun nihai merhameti de buradadır zaten. Ama yaşadığımız âna karşı bir zaafı oldukça hafızanın, bizim için yaşıyor demektir ve yaşadığı müddetçe, elimizden geldiğince ihtimam gösterebiliriz ona.”

Welty ile Maxwell’in mektupları, olağanüstü bir arkadaşlığın, hafızanın nihai merhametini ortadan kaldıran belgeleri aynı zamanda. Okurken, anların haykıran mutluluğunu işitiyorsunuz, evet, ama zamanında ihtimamla gizlenmiş bir acı da fısıldanıyor kulağınıza. Yarım asrı aşkın bir süre, Maxwell, Welty’nin hayatındaki en önemli insan ve gerçekten samimi olduğu tek erkek olarak kalıyor, yani Welty hep biraz öksüz kalıyor. Erkekleri seven bir kadın halbuki o. Maxwell’le ilk tanıştıklarında bir sevgilisi var ama kısa zamanda kopuyorlar. Çok sonraları, 1971’de, altmış iki yaşında ve artık güçlü bir edebiyatçıyken, Kenneth Millar’la tanışıp birbirlerine âşık olduklarında, Kaliforniya’da karısıyla birlikte yaşayan bu yazarla, ayda birkaç kez mektuplaşmaya ve nadiren görüşmeye dayalı bir ilişkiye giriyor. 1979’da Millar, Alzheimer hastası olup artık yazamamaya başlayınca bu da bitiyor.

Ama bütün bu süre zarfında, Maxwell’e yazdığı kesintisiz mektuplarda, bir kez bile ne bir yazar, ne bir arkadaş, ne bir sevgili olarak Millar’dan söz ediyor Welty. Tıpkı arkadaşının karısı Emmy’ye, sevgi sözcükleri dışında hiçbir şey söylemediği gibi, arkadaşına da “aşk”ını anlatmıyor. Ve siz, Marrs’ın yardımıyla uzaktan izleyebildiğiniz ve Welty’ye derisini hatırlatacak kadar kuvvetli bir soluğu olmadığını sezseniz dahi, yazarın yalnızlığını bir nebze gidereceğini umduğunuz bu aşkın, mektuplara asla girmemesinden anlıyorsunuz ki, bu iki arkadaş, tıpkı kitaba adını veren o mektup cümlesindeki gibi, “söylenmesi gereken ne varsa, zaten söylemişlerdir birbirlerine.”

Nihayet kavrıyorsunuz ki, aynı zamanda bir susuş bu mektuplar. Şehvetin şükranla terbiyesi var bu susuşta; sahip olmama tercihinin kuvvetli sessizliği var. İki yazarın âna gösterdikleri ihtimam belki. Belki de kelimelerin kardeşliğiyle iktifa edenlerin çok iyi bildiği bir kifâyetsizlik hali.