- Hazal Özvarış
Kaç meyhaneciye şiir yazılır?
Kaç meyhaneye konçerto bestelenir?
Kaç mekân, sürekli dönüşen Taksim’de kepenklerini indirmeden 50 sene açık kalır?
Kaç meyhanenin, müdavimlerinin 100’ü aşan kitabından oluşan sürekli sergisi vardır?
Kaç meyhanede yarım yüzyıldır hiç değişmeyen sandalyelere kurulduğunuzda acaba buraya kim oturmuştu; Tezer Özlü mü, Cemal Süreya mı, Edip Cansever mi, yoksa Uğur Mumcu mu diye düşünürsünüz?
Çamlıhemşin'den yola koyulup İstanbul'un alnına yazılmış bir hikâye bu. Koskoca Çiçek Pasajı'na karşı Asmalımescit'te demlenmiş bir hikâye.
Yakup Arslan'dan söz ediyoruz, Arslan'ın da Yakup'undan! Hangisini öne koyarsanız koyun; bu çok kimlikli şehrin göbek adlarından biri çıkıyor karşınıza; Yakup...
Yakup Arslan, “katırcı” babasını kaybedince para kazanmak için İstanbul’a geliyor ve amcası Refik’in yanında çalışmaya başlıyor. Başlangıç vuruşu Refik yıllarında geliyor; “Hayatta eğlencen nedir” diye sorulunca “Meyhaneye gitmek” diyen Edip Cansever “Çağrılmayan Yakup” şiirini yazıyor. Gerisi çorap söküğü...
Önce “Yakup”, sonra “Yakup 2” şairlerin, ressamların, gazetecilerin ve yazarların, “kerahat vakti” evlerinden önce yolunu tuttukları anason kokulu durakları oluyor. Gün geceye kavuşurken elinde tespihiyle “Hadi beyler, yay vaziyetleri” diye kapanış anonsu yapan Yakup Arslan da, memleketin en ketum gayriresmi tarihçilerinden biri!
Yakup Arslan, bir dönem her gün üç büyük rakının dibini gördüğü “dükkân”ına son birkaç senedir sadece gündüzleri uğruyor. İşi oğulları Yıldıray ve Ufuk üstlenmiş, yanlarında destek üniteleri Yıldırım ve kuzenleri Volkan var. Bir zamanlar beş masadan ibaret olan Yakup, şimdi 35 kişinin çalıştığı, iki katlı olmasına rağmen rezervasyonsuz gidilmesi halinde Yıldıray’ın yoktan masa var etme yeteneğine emanet olduğunuz bir müze-meyhane.
Gazetelerde “ünlülerin sırdaşı” olarak da anılan Yakup Arslan’ın geleneği “masalar toplanınca her şeyi arkasında bırakmak” olsa da, T24 olarak şansımızı denedik.
Yakup’un tarihini bugüne kaydetmek için biz sorduk, Yakup ve Yıldıray Arslan cevapladı; muhabir arkadaşımız Bahar Çoban da fotoğrafları çekti. Çilingir sofrası kıvamındaki sohbete “Tadımlık” kutularda Tan Morgül ve Ulus Atayurt imzalı “İstanbul Meyhaneleri ve Balık Lokantaları” kitabından ve yazılı basından alıntılarla birkaç meze de biz serpiştirdik.
Daha fazla uzatmadan sözü sahibine verelim.
Yakup, nasıl Yakup oldu?
Buyrun...
- Kapanış sorusuyla açalım; Karadeniz'den çocuk yaşta gelip kendinizi amcanız Refik'in meyhanesinde buluyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda "Yine dünyaya gelsem, yine meyhaneci olurdum" der misiniz?
Yakup Arslan: Yine gelsek yine meyhaneci oluruz. Değişen bir şey olmaz.
- Bu devirde farklı olmaz mı?
O kafayla gelmişiz, bu kafa tabii bir farklı olur. O zaman İstanbul'a neden geldik, çünkü baba yok, ölmüş; anne köyde kalmış. İstanbul'a para kazanmak için geldik. Biz de çalışmaya amcamızın yanına geldik. 17 sene Refik amcamla beraber çalıştık. Refik’te çok tanınmıştım. Oraya gelen eski şairler, gazeteciler, tiyatrocu ve yazarlar vardı. Bir de o zamanlar burada konsolosluklar vardı. Amerikan ve Fransız Konsolosluğu’ndan gelen insanlar beni oranın patronu olarak kabul ettiler.
- Refik’e geçmeden soralım; bilinmeyen bir akrabanız daha var değil mi meyhane açan?
İstanbul'a ilk olarak en büyük amcam Arslan Arslan geliyor. (oğlu Yıldıray'a dönüyor) Kaç senesinde gelmişti?
Yıldıray Arslan: Amcam, 1912 doğumlu. İstanbul’a 13 yaşında geldi; ilk dükkânı 25 yaşında o açtı.
- Taksim'de mi?
Kasımpaşa'daki Tonos Caddesi’nde, Bahriye Kışlası'nın devamındaydı ilk meyhane. Bizlere meyhaneciliği ilk aşılayan o oldu.
- Esnaf meyhanesi miydi?
Esnaftı.
- Arslan Arslan daha sonra sizlere "Meyhanecilik tuttu, atlayın gelin" mi dedi?
Amcam Refik’le ne konuştular bilmiyorum ama sonrasında o da yanına gitti. Bir süre birlikte çalıştılar. Sonra Refik amcam meyhaneden ayrılıp tekel bayii açtı. Ama o mesleği sevmiyor ve tekrar meyhaneciliğe dönüyor. Almanların çalıştığı Fisher’da işe başlıyor. Amcam, orada kendini geliştirdi, mesleği öğrendi. Amcamdan sonra da ben, 10 yaşımda İstanbul’a okumaya geldim.
Yıldıray Arslan: Babam 50 doğumlu, yani İstanbul’a ilk geliş senesi 1960.
- Sonra?
3. sınıftan sonrasını burada okuyacaktım. Ama biraz yaramazdım. Tozkoparan Caddesi'nde hem gidiş, hem geliş, hem de aşağısında Kasımpaşa Parkı vardı. O parkta da salıncaklar, dönme dolaplar, bisikletler vardı. Bayram yeri gibiydi. Cebinde 1 lira oldu mu oraya gidiyordun. Biz de köyden gelmişiz, İstanbul'un kurallarını bilmiyoruz. Karşıdan karşıya geçerken, yanımdaki 5 kişiyi geçirdim. Tam onları kurtardım derken, benim ayağıma araba vurdu. Kaza geçirince de amcam babamdan korktu ve beni köye gönderdi. Babam da o ara rahatsızlandı ve ‘64 senesinde babamı kaybettik. Sonra, tekrar İstanbul'a döndük. Dönüş de o dönüş, bir daha 17 sene gitmedim.
- Bu sefer yol dosdoğru meyhaneye mi çıktı?
14 yaşında çalışmaya başladım. Yaş oldu 63.
- 50'lerde Rum meyhaneleri kapatıldıktan sonra değişen ne oldu?
Rum meyhaneleri kapatıldıktan sonra bölgede Refik ve Yakup devam etti. Rum meyhanelerinde rakı isteyene rakı yanında illa ki bir meze götüreceksin. İkinci rakıyı istedi mi yanında bir kaşık da sıcak pilaki götüreceksin. Üçüncü de yine... Rumlar mezeye böyle alıştırdı. Ama şimdi bu değişti. Doldur sofrayı, istediğini ye, iç...
- Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiiri siz Refik’teyken yazıldı değil mi?
Kitap, 1966 senesinde çıktı. O zamanlar her akşam şair, yazar arkadaşlar bir masada toplanırdı; ne yiyip ne içtiklerini sormama gerek yoktu. Onlar o masada toplanınca, mezeleri, içkileri servis ederdim. O kitabın başlığı da buradan geldi.
- Şiirden sonra hiç Edip Cansever'le şiir hakkında konuştunuz mu?
O şiir yazıldı ve biz, Edip Cansever’le konuştuk fakat gerçek söyleyeyim, ben kitabı 1977 senesinde buldum. Bir abimiz kitabı getirdi ve "Al, bu şiir sana yazıldı" dedi. Edip Cansever'ler, Özdemir Asaf'lar... İsimlerini sayamadığım birçok insan geliyordu. O zamanlar patronluk nasıl oluyor diyip ufak bir dükkân açmıştım. “Bir yere gidiyoruz ama nereye gidiyoruz" diyordum. Kitabı görünce anladım; “Demek ki biz iyi iş başarmışız" dedim.
- Ufak dükkân dediğiniz ilk “Yakup” mu?
Yıldıray Arslan: Beş masalı bir dükkân; Sofyalı'da şu an Refik'in olduğu dükkânın giriş kapısındaydı.
- Kimler geliyor?
O zaman Pertev,Dürnev Tunaseli ve Edip Cansever, Özdemir Asaf'ların olduğu beş kişilik masa vardı. Onlar geldi mi, arkadaşları da gelirdi. 77'lerde İstanbul şimdiki gibi harıl harıl değildi. Müşteri grubumuz belliydi; akşam kaç kişi geleceğini bilirdin. Sokaktaki üç beş tane esnaf ve kemençe çalan biri vardı. O çalınca insanların çok hoşuna giderdi. Restoranı böyle böyle canlandırdım.
- Yakup'u Yakup yapan başlangıç vuruşunu Cansever mi yaptı?
Evet. O ekip arasında Müjdat Gezen'in abisi de vardı.
- Gezen’in abisi Necdet Bey de gündüzcüydü değil mi?
O ekip gündüzcüydü.
- Cemal Süreya da bu ekip arasında mıydı?
Hayır, onların masası farklıydı.
- Tomris Uyar, Turgut Uyar’larla mı vardı bu masada?
Yakup: Evet, ara ara bu iki masa birbirine kızardı; sonra da barışır, yine birbirini severlerdi. Ama sebepleri neydi bilmiyorum, hiç dinlemedim.
Yıldıray Arslan: Baba, küçük dükkânda hangi film çevrilmişti?
Müjde Ar'ın "Ah Güzel İstanbul" filmini çektiler.
- Sonra Müjde Ar ve sinemacılar da Yakup müdavimlerine dâhil mi oldu?
Tabii... Müjde Ar içmeye senelerce bize geldi. Ama son evliliğinden (Ercan Karakaş) sonra azaldı, artık ara ara geliyor.
- O zamanlar esnaflı, yazarlı sanki sınıfsız bir ortam mı vardı?
Aynen öyle. Ama sağdan soldan tanıdıkları da gelmeye başlayınca yer kapasitesi yetmemeye başladı. Bu sıkıntıya çözüm ararken yan tarafı aldık. Tam işleri düzene koyduk derken, mal sahibi bizi istemedi. Sonra 1982’de buradaki matbaa kapandı ve ben devreye girip burayı aldım ve 22 Nisan 1982’de “Yakup 2”yi açtım.
- Neden sadece “Yakup” olarak devam etmediniz?
O sırada Yakup 1 de devam ediyordu. Adını ne koyalım diye kara kara düşünürken, "Ne düşünüyorsun, Yakup 2 koy" dediler. Biz de koyduk gitti.
Yıldıray Arslan: İsmi koyarken kimler vardı baba? Çetin Özbayrak da aranızda mıydı?
Çok sevdiğim gazeteciler, Çetin Özbayrak ve Mehmet Kemal vardı. Onunla tanışma hikâyemiz de şöyle; bir gün Mehmet Kemal geldi ama o zamanlar onu tanımıyordum. İçerisi çok kalabalıktı, yer istedi. Ben de o gün o kadar sıkışmıştım ki! (Kollarını kaldırarak) “Yer filan yok" dedim. Adamın da suratına hiç bakmadım. Ertesi gün de pazar günüydü; o zaman Cumhuriyet gazetesi alırdık. Gazeteye bir baktık, "Yakup'a gittik. Bizi içeri almadılar, kovulduk" yazmış. Yakup zaten beş masa, nereye alacaktım! Birkaç gün sonra Çetin Abi, Mehmet Kemal’i tuttu kolundan getirdi; "Dün babayı almamışsın içeri, ne oldu?" dedi. Dedim "Abi tanımadık, nereden bileyim." (Gülüyor) Ondan sonra Ali Sirmen başladı gelmeye, sonra da diğerleri... Hep birbirlerine söylerlerdi. O zamanlar Cumhuriyet gazetesi ekoldü.
Yıldıray Arslan: Şimdi de öyle baba.
Şimdi de öyle tabii ama daha az okuyanı kaldı. O zamanlar çok okuyucusu vardı. Ben her zaman söylemişimdir; beni ben yapan gazetecilerdir. Bir de sanata, sinemacılara ve tiyatroculara çok değer verdik. Bir sinemacı Yakup’a geldiği zaman çok iyi bakılmıştır. Yakup’u Yakup yapanlar arasında şu da var, biz de hiçbir zaman onlara yanlış yapmadık.
- Müdavimleriniz arasında Tezer Özlü de var. Yakup’un gözünden Özlü nasıl bir kadındı?
Yakup: Tezer Özlü ve ablası Sezer Duru ile çok muhabbetlerimiz oldu. Grafika Mayer'de çalışırdı, ‘66 senesinde oradan tanıdım. Kızı geliyor şimdi, aynı kızına benziyor. Çok güzel bir kadındı, çok şıklardı. Her gün öğle yemeğine gelirlerdi; akşamları da grupları vardı, içerlerdi. Tabii biz onların yanında çocuk kaldığımız için mesafemiz vardı.
Yıldıray Arslan: Refik dedeme gelirdi değil mi?
Evet. 1980'lerde burayı açtığım zaman buraya da geldi. Sonra İsviçreli biriyle evlendi. Orada da kanserden kaybettik.
- İlk Yakup'la başlayan patronluk deneyimi nasıldı?
Patronluk zor iş. Bir insan bu işte patron olmayı istiyorsa işin özünü bilmeli. İşin özü de mutfak ve salondan geçer. Bunları bilmeden patron olamazsınız.
- Yakup ilk açıldığı dönem mutfak alışverişini siz yapıyordunuz değil mi?
Evet. Sabahleyin mutfağını kendin açacaksın. Yemeğini, mezeni kendin yapacaksın. 1977 Mart'ında dükkânı ilk açtığım zaman bu konuda zorluk çektim ama daha sonra elemanlarla işi yürüttük. Daha iyi bir aşçı, daha iyi meze yapanı bulduk.
- “Meyhaneci içmez” derler ama siz bu geleneğe çok uymuyorsunuz. Hatta eski bir söyleşinizde azaltmaya başladığınızı, günde 8 dubleye (bir 70’liğe tekabül ediyor) indirdiğinizi söylüyorsunuz. Azaltmadan önce ne kadar içerdiniz?
Üç büyük içerdim. Ama size şunu söyleyeyim; şurada oturarak hiç kimse üç şişe içemez. Ben burada 150 kişiye bakıyordum, o zamanlar da tek çalışıyordum. Rakıyı veriyorsun, gidiyorsun mezeyi getiriyorsun, suyu servis ediyorsun. O arada yorgunluktan zaten hissedemiyordun içtiğini. Bir gün çocuğa "Kaç duble içtim oğlum" diye sordum, "30 duble abi” dedi. O kadar kalabalığa 30 duble içerek servis verebiliyorsun.
Yıldıray Arslan: Her şeye tozpembe bakıyorsun. (Gülüyor)
E, adam diyor ki "Benimle neden içmedin?" (Masaları gösteriyor Yakup Bey) Bir kadeh o masadan, bir kadeh diğer masadan derken toplam 30 dubleyi buluyordu. Bir gün de değildi. 1985-1993 arasında her akşam içilen bir meblağdı. Ama şimdi öyle bir olayım yok. Yarım şişe rakı içsem, kafayı bulurum.
- Siz hiç küfelik olmadınız mı?
İçki içip de sarhoş olmadım, diyen doğru söylemez. Ama ben sarhoş olduğumu hissettiğim vakit, dükkânımdan kaçarım. Dükkânda kimse beni sarhoş görmemiştir.
- Kaçıp nereye gidiyordunuz?
Eve gidiyordum.
- İçmeye mi, uyumaya mı?
Uyumaya… 2 saat uyursun, sonra hiçbir şey yokmuş gibi kalkar gelirsin, işe kaldığın yerden aynen devam edersin.
- Sarhoş olmamanın püf noktası ne?
Bir insan gelir bir duble içer sarhoş olur, diğeri bir şişe içer aynı durur. Bir insan sabahleyin kalktığı zaman kafası hiçbir şeye bozuk değilse, çok güzel rakı içer. Bir de yarım saatte bir kadeh içeceksin, zamana yayarsan oturduğun gibi kalkarsın. Ama eğer sabah uyandığında insanın kafasında dert varsa, o gün sarhoş olur.
- Şarapla aranız çok yok değil mi?
Ben şarabı iki sefer içtim. İlki ‘78 senesiydi. Bir arkadaşım şeker hastasıydı. Az kalsın ölüyordu. O yüzden bir daha içmedik. Bozcaada'ya gitmiştik o zaman. Bozcaada'da Talay şarabı vardı. 15 senelik bir şarap. Kış sezonuydu, tavşan avı için gitmiştik. O gece de tavşan yahnisi yapmışlardı; dediler ki "Şarapla bu iyi içilir." Beş kişiydik, içtik. 10 litrelik bir damacana getirmişlerdi. İçtik, içtik ama ben bir şey anlamadım. “Rakıya dönüyorum” dedim. Rakı içmeye başlayınca bir arkadaşımız "Bana bir şeyler oluyor" dedi. "Daha tavşan avına çıkacağız" dedim. O arada adam "Ben gelemiyorum" dedi.
Sabaha hastaneye getirdik, şekeri 390 olmuş. Dedim Yakup, sen bir daha bu şarabı içme. Ondan sonra en fazla şarabın tadına bakıp, bıraktım... ‘80'lerde Güzel Marmara satardık, bardağı 25 kuruşa. Ama şimdi güzel şaraplar yok değil. Kavaklıdere, Buzbağ çıktı; bunlar pahalı ve güzel şaraplar.
- 70'lerde Beyoğlu’nda bar kültürü başlıyor ve Papirüs gibi barlar meyhane gecelerine ortak oluyor. Siz bu dönemi nasıl atlattınız?
1977'de Yakup 1’i açtığım zaman gece gezmelerine de başladık. Sabah bire, ikiye kadar gezerdik. Buradan çıkar Papirüs'e, Günay'a, Valentino'ya giderdik. Oradan çıkar Arif'e, oradan Ece Bar'a, Taksim Sanat'a, Boğaz köprüsünün altında meşhur Ziya'nın Yeri vardı, oraya giderdik. Ama Ziya’ya herkes giremezdi, damsız almazlardı. Bizim müşteriler arasında hanımlar olduğu için biz girebilirdik. Girince de uzun bir bar, 10-20 tane de tanıdık. Kafamız iyi oldu mu da “Herkese birer duble içki bizden” derdik.
- Ünlü "Yay vaziyetleri" tabiriniz buradan mı geliyor?
E, tabii. (Gülüyor) Ama "Yay vaziyetleri" ilk şuradan çıktı; 12 Eylül'de gece 12'den sonra sokakta olmamanız gerekiyordu. Bunun için de dükkânı 11'de kapamak gerekiyordu. Ama bakıyordum ki kimse gitmiyor bir ıslık çalıp "Hadi gençler, yay vaziyetleri" diyordum. Sokakta asker ve bekçi dolaşıyordu. Kapatmayınca gelirlerdi, biz de uğraşmamak için erken kapatırdık. "Yay vaziyetleri" o günlerden kalma…
- Kapatamadığınız günler de oldu mu?
Bir gece iki gece kepenkleri indirip içerde içmişizdir. Şimdi çok güzel, mekânlar sabahlara kadar açık. Aslında bir şey söyleyeyim mi, müşteri üçten sonra biter. Dörtte gelen müşteriyi kıramazsın. Başka bir yerde içmiştir ama gece bitmeden "Bir de Yakup'a uğrayım" der.
- Peki, 50 yıllık meyhane hayatı boyunca “altın dönem” hangisiydi?
Benim en güzel yaşadığım yıllar 1985-93 arası oldu.
- Bar dönemini hakikaten sevmişsiniz…
Tabii. O zaman bar meraklıları vardı. 12’de kapattığımız zaman nereye gideceksin, daha yeni içkinin tadını almışsın. Barlar da sabah dörde kadar açıktı. Biz de barlara gidiyorduk. Siyah-beyaz televizyon da yeni yeni başlamıştı, artistler vardı. Bara gidince onları görüyorduk, aşinalık oluyordu. Onlara “merhaba” diyorsun, onlar “bu adam kim" diyor; sonra bir iki içki ısmarlıyorsun, onlar da "Bir de Yakup'a gidelim" diyor. Müşteriyi biraz da böyle kazandık.
- Onca içki, pazarlama tekniği miydi?
İkram etmişiz ki karşılığını aldık.
- Peki, Yakup Bey eşiniz Gülten Hanım "Bir gün de ayık gel" diye sitem etmedi mi?
O zaman iki çocuk büyütüyorduk. Biz baba parasıyla zengin olmuş kişiler değiliz ki. Tırnaklarımızla buralara geldik. Parayı koyup da sermayeyi düşünmemek gibi bir durumumuz yoktu. Kazanmak için çalışıyorduk. Bazı aylar bedavaya da çalışmamız gerekti.
(Söyleşi üzerinden son kez geçmek için Yakup 2’ye uğradığımızda akrabalarıyla masada oturan Gülten Arslan’ı görünce aynı soruyu kendisine de yöneltiyoruz).
- Yakup Bey’e hiç sitem etmediniz mi?
Gülten Arslan: Yakup, babacan bir insandır. Beni hiçbir zaman üzmedi.
- Sabaha karşı bardan geldiği zaman da mı sorun etmediniz?
Gülten Arslan: Biz beraber de çok gezdik. Dolu dolu her yere gittik. Hâlâ da gidiyoruz.
- O zaman sizi yakalaşmışken soralım; nasıl tanıştınız Yakup Bey’le?
Gülten: Benim babamla, Yakup’un babası amcaoğlu. Ben 15 yaşındayken, 1974’te Rize’de evlendik. Çok sevdik birbirimizi, sonra da hiç ayrılmadık.
(Yakup 2 için “bizim çocuğumuz gibi” diyen Gülten Arslan'ın katkıları ardından söyleşiye kaldığı yerden devam ediyoruz).
- Yakup Bey, maddi düşüşler hangi dönemlere rast geldi?
1977-80 arası böyleydi.
- 12 Eylül darbesinden etkilendiniz mi?
12 Eylül olaylarında ben o kadar etkilenmedim çünkü bütün ekip, gazeteciler bende toplanırdı.
- 12 Eylül'de burada dönen muhabbetin konusu neydi? Askere isyan mı?
12 Eylül'de burada öyle bir durumumuz yoktu. Gazeteciler toplanırdı. Kendi başlarına konuşurlardı, ben karışmazdım; hangi siyasete veya takıma dâhil olduğumu bilmezlerdi. O zaman saat beş postası vardı. Beşte bara giderlerdi, yedide buraya yemeğe gelirlerdi. O zamanlar şimdiki gibi "bas tuşa, yolla yazıyı" yapılmazdı, yazılarını gazeteye götürürlerdi.
- Köşeler burada mı yazılırdı?
Eskiden meyhanede oturan bütün gazeteciler birbirleriyle yorum yapar, "Yarın ne yazalım" diye konuşurlardı. Öyle arkadaşlardı...
- Duvarlardan takip edebildiğimiz kadarıyla müdavimler çoğunlukla solcu. Sağcılar da gelir miydi?
Sağ ekip de geliyordu aslında ama sol ön plana çıktı. Aslında bütün iş adamlarının burada yemek yemişlikleri vardır.
- Kimler gelirdi?
İsim söylemeye gerek yok ama yıllar içinde ANAP'lısı da, CHP'lisi de, AKP'lisi de, MHP'lisi de gelmiştir. Herkes burada yemek yemiştir, biz de kimseyi ayırmadık.
- Yakup’u “gelince kavga çıkmayacak yer” olarak mı bilirlerdi?
Bu kavga olayına çok dikkat ettik. Hiçbir zaman kavgaya meyil vermedik. Mesela eskiden kadınlar meyhanelere giremezlerdi. İki hanım geldiği zaman, herkes "Kim geldi, ne oluyor" diye bakınırdı. "Bir durun bakalım, oturun" derdim. Bunun kavgasını çok verdim. Bu sayede aile müşterisini buraya oturtabildik.
Yıldıray Arslan: Babamın bize anlattıklarını aktarıyım. O zaman Asmalımescit’te ne ararsanız var: Pavyon, birahane, randevu evi… Aklınıza ne gelirse, o günlerde Asmalımescit'te vardı.
O zamanlar öyleydi ama 1977'de İstanbul'a Sadettin Tantan geldi. Beyoğlu'nda ne kadar fuhuş yeri varsa hepsini kapattı. Bunun arkasında, yanlış hatırlamıyorsam, Korkut Özal vardı. Bunun ardından 1977'den 1990'a kadar Asmalımescit ve Sofyalı Sokak ölü bir hale geldi. Binaların fiyatı bin ila 3 bin lira arasına düştü. Kaçan kaçanaydı. Buradakiler “İflas ettik” diyip binalarını sattılar. Alanlar köşeyi döndü, satanlar kaybetti. 1990'dan sonra da Refik ve Yakup burada olduğu için meyhaneler bu sokağa kaymaya başladı.
Yıldıray Arslan: Babylon'un da etkisi oldu değil mi baba? Ondan önce sergi sarayıydı?
Buranın en büyük olayı Kitap fuarı, TÜYAP'tı. TÜYAP açıldı ve Beyoğlu canlandı. TÜYAP'ın kaldırılınca o zamanki başkanına “Çok büyük yanlış yaptınız" dedim. Çünkü TÜYAP Beyoğlu’nu canlandırınca, galeriler açılmaya başlamıştı. Ama TÜYAP taşınınca buralar yavaş yavaş ölmeye başladı. Galeriler kapandı, meyhaneler de sallantı da. Ayakta duranlar durabilecek.
- Yakup Bey, hiç “karşılıklı içsek” dediğiniz biri oldu mu? Mesela Müzeyyen Senar’la? Yoksa onunla da içmişliğiniz var mı?
İçmedim, ama hatırlamıyor da olabilirim. Örneğin, amcamda Bülent Ecevit'e, birçoklarına da servis yaptım, ama hepsini hatırlamıyorum.
- Siyasiler adabıyla içer mi?
İçmez mi?
- Yakup'ta da Erdal İnönü misafiriniz oldu değil mi?
İsim saymayalım, unuttuklarımıza ayıp olur.
- Başka isimler saysak; Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Çetin Emeç... Sizin de çok önemsediğiniz gazetecilerin öldürülmelerinin ertesinde Yakup’ta nasıl bir hava eserdi?
Arkadaş arasında burada çok yemek verdik. Bütün gazeteciler için bir sefere mahsus anma yemekleri düzenledik, bir süre devam etti. Ama tabii bugüne kadar sürmedi. Mezarlığa gitmek gibi… Bir süre sonra bitiyor. Öyle oldu.
- En son öldürülen gazetecilerden Hrant Dink de müdavimleriniz arasındaydı. Dink’in hatıranızda nasıl bir yeri var?
Hrant Dink haftada veya 15 günde bir gelir, giderdi. Çok iyi bir insandı. Ama son zamanlarda garsonlar baktığı için ben çok yanlarında değildim.
- Yakup Bey, bugün bir sofra kursanız, masada kimler otursun isterdiniz?
Sofra kurulduğu zaman tabii ki bizim eski gazetecilerin hepsinin masada olmasını isterdim. Çünkü onların muhabbetiyle içilen rakı hiçbir şeye benzemiyor.
- Eski gazetecileri sizin için bu kadar özel yapan ne?
Belki de ben bugün yeni gazetecilere servis yapmadığım için zevk alamıyorum. Eskiden gazetecilere, tiyatroculara, artistlere kendim servis yaptığım için o kadar zevk alıyordum.
- 50 yılı aşan tanıklığınızda aydınlar ve gazeteciler nasıl değişti?
Şimdi yeniler geliyor, kafaları daha fazla çalışıyor, lisanları var. Eskiden çok fazla kimsenin lisanı yoktu, şimdi gazetecilerin iki, üç tane lisanı var.
- Yıldıray Bey, sizce yeni nesil gazetecilerin eskilerden farkı ne?
Yıldıray Arslan: Biz her gelene aynı şekilde bakmaya çalışıyoruz. Babamdan gelen bir miras var, “Bu abimizi üzmeyelim, bu abimiz baba dostu” diyerek düşünüyoruz. Çünkü bu zamanlara babamızla birlikte gelmişler. Biz de bu mirası devam ettirmeye çalışıyoruz. Eski tanıdıklar da yanlarında yeni gazeteci arkadaşlarla geliyor.
- Eskilerle karşılaştırdığınızda, yeni neslin ekonomik durumu daha mı iyi?
Yeni neslin ekonomik durumu daha iyi çünkü örneğin ben, 1965'ten 90'a kadar çalıştım ve bir birikim oluştu. Benim yiyemediğim parayı da çocuklarım yiyecek. Yeni neslin ekonomik durumu bu yüzden daha iyi!
- Hiç kimliği bırakıp çıkan veya veresiye yazdıran oluyor muydu?
Veresiye sistemi olmadı desem yalan olur. Ama asıl veresiyeci şöyle yapar; veresiyeye giren ay sonu eve gitmeden önce üç yere uğrar: Kasap, bakkal ve meyhane. Bunların parasını verdikten sonra, cebinde ne kaldıysa onu da eve bırakır, sonra da tekrar dışarı çıkar. Bunun dışında işin ucunu kaçıranlar da olurdu. O zaman müşteri altı ay bir daha da oraya gitmezdi. Ama Turgut Özal, 1985'te insanların cebine kredi kartı koydu ve veresiye dönemi bitti. Şimdi insanlar bankalara borçlanıyorlar.
- Yıllar içinde Yakup’ta kan kaybı olmadı mı?
Yıldıray Arslan: Sanmıyorum veya ben böyle düşünmüyorum. Ama önceden herkes daha yakınlarda oturuyordu. İstanbul da bu kadar büyük değildi. Şimdi gazeteler uzak yerlere taşındı.
- İkitelli'ye transfer sizi böyle mi etkiledi?
Yıldıray Arslan: Eskiden Sabah, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet Cağaloğlu'ndaydı. Eskiden öğlen, akşam uğranırdı. Ama artık çoğunluk haftada bir geliyorlar.
- Yine de örneğin, Hasan Cemal’in gazetecilikte 40. yılı burada kutlandı. Nasıl hatırlıyorsunuz o geceyi?
Yıldıray Arslan: Ayşe Cemal, Hasan Abi için çok özel bir gece hazırladı. Hasan Abi, Yakup’u çok sevdiği için Ayşe Abla da bu özel geceyi burada yapmak istedi. Biz de Ayşe Abla’ya çok teşekkür ettik.
O gün herkes buradaydı. Gazeteciler bir yandan Hasan Cemal’in 40. yılını kutluyordu, bir yandan da Cüneyt Özdemir CNNTürk’teki programı için terasa çıkıp canlı yayına katılıyordu.
- Daha sonra Yakup’ta böyle bir gece yaşandı mı?
Yıldıray Arslan: Yakup’ta çalışmaya başladığım 2001’den bugüne kadar böyle bir gece görmedim. Belki babamın zamanında olmuştur, ama bizim en keyifli gecemizdi.
- Günlerin müşterisi de farklı olur. Örneğin, Pazartesi kimler gelir?
Yıldıray Arslan: Bizim her pazartesi günü gelen sabit müşterilerimiz vardır. Bankadan gelenler, doktorlar, tiyatrocular, ressamlar, gazeteciler... Gün gün değişiyorlar.
- Tiyatrocu Erhan Yazıcıoğlu mesela, her gün burada olanlardan mı?
Yıldıray Arslan: Erhan Abi haftanın dört günü burada, Erhan Abiler 10 yıldır geldikleri için dört kişi gelseler de birden 10 kişi olur. Okay Gönensin de öyle. Cem Dizdar, Ali Sayar, Adnan Bostancıoğlu, her hafta iki kez Çiğdem Anad, Selçuk Özer gelir. Mustafa Alabora, Halil Ergün... Birçok isim var.
- Tek kadın gazeteci saydınız. Çiğdem Anad dışında başka bir isim yok mu?
Çiğdem Anad ilk aklıma gelen isim; yeri özeldir. Ama Nuray Mert de, Mehveş Evin de, Selin Ongun da, Aslı Aydıntaşbaş da gelenler arasında.
- İçeri girince yüzünüzü şenlendiren kim?
Yıldıray Arslan: Çok… Mesela Okay Abi'yi 10 gün görmezsem nerede olduğunu merak ediyorum. Çok istisnai bir durum olmadıkça salı ve pazar dışında her gün gelir. Erhan Abi de aynı. Zaten telefon açmayınca "Neden aramıyorsun oğlum beni" diye ararlar.
- Yakup 2 için Okay Gönensin ne demek?
Yıldıray Arslan: Sahibi demek...
- Yakup 2’deki gazeteci milletinin en kıdemlisi Okay Bey mi?
Yıldıray Arslan: Okay Abi, babamla ’79 yılında tanıştıkları için, en azından benim bildiğim kadarıyla, en kıdemlisi o gözüküyor.
- Peki, Gönensin'e gelen hesapla Hazal'a gelen hesap aynı mı?
Yıldıray Arslan: Tabii Okay Abi çok daha fazla hesap ödüyor!
- Neden?
Yıldıray Arslan: Güzelliğinden daha fazla veriyor, yoksa hesapta bir fark yok.
- İyice demlensek kaça çıkarız Yakup'tan?
Yıldıray Arslan: Gruplara fiks mönü yapıyoruz. Kişi başı 95-100 arası tutuyor. Ama tek başınıza gelirseniz...
- 70'lik açtık, dört de meze var...
Yıldıray Arslan: 70'lik aldınız, ama yarısı duruyorsa 2 duble yazıyorum. Tüm şişe biterse, diyelim ki Yeni Rakı içtiniz, 75-80 lira arası. Ama çok pahalı rakılar da var, Altınbaş, Kulüp rakısı... Yeni Rakı'da kalsak, çoğunluk mezeler sekiz lira... Ama balık kısmı da var; karides, lakerda, ahtapot daha pahalı. Balıksız desek 120 lira…
- O zaman soralım; İstanbul'un en iyi meyhanesi misiniz?
Yıldıray Arslan: Tabii ki. (gülüyor)
- En iyi kazanan meyhane misiniz?
Yıldıray Arslan: Mesele para ile ilgili değil, dostluk kazanmakla ilgili. Kalıcı olan dostluk oluyor.
- Bazıları da yemeden içmeyi sever. Elma yanı rakı yapan var mı?
Yıldıray Arslan: Var, ben de öyleyim. Hem yemek, hem içki aynı anda olmuyor.
- Buraya gelip de alkol almayan bir ekip var mı?
Yıldıray Arslan: Ben. Her gün geliyorum ama içmiyorum. Babam içerek meyhaneci oldu, ben içmeyerek.
Ben burayı ilk açtığımda 15 çeşit yemek yapardım. Eskiden piyasada lokanta yoktu. Biz de öğle yemeği verirdik, yemek yemek isteyen öğlen gelirdi. Alkol için gelmek isteyen de akşam geliyordu. Böyle bir sistem vardı. Ama adam gelip "Kuru fasulye, pilav” diyor, yanında da bir duble istiyordu. Biz de isteyene veriyorduk.
- İzmir Kemaraltı'ndaki Bahar Meyhanesi Ramazan ayında kapısına şu notu asarmış: "Ramazan münasebetiyle sahura kadar açığız." Benzer bir durum Yakup'ta yaşandı mı?
Biz hiç sahura kadar açık kalmadık. Yine de dükkânı Ramazanlarda hep açtık. Eskiden 10 Kasım'da içki yasaktı. 5'e kadar çalışır, yemekten sonra da kapatırdık. Polis içki verirken yakalasa dükkân kapatıyordu. Ama müdavimler vardı, içki isterlerdi. Biz de çok samimi müşterilerimize komposto kâsesinde votka verirdik. Gitmeyen olduğu zaman da 10 kişi içerden kepengi kapatır akşam 10'a kadar içerdik. Sonra da herkes çıkar giderdi.
- Tüm söyleşiyi biraz da Yakup'u Yakup yapanın ne olduğunu anlamak için yapıyoruz. Yıldıray Bey, soruyu size yöneltsek ne dersiniz; nedir Yakup’u Yakup yapan?
Yıldıray Arslan: Dostluklar… Hem bizim kurduğumuz, hem babamdan yadigâr dostluklar var. Buraya gelen evine gelmiş gibi rahat olmalı. Bence, Yakup'u Yakup yapan bu. Ama babamın dediği gibi biz kimseye kötü davranmıyoruz; elimizden geldiği kadar herkese bakmaya çalışıyoruz.
- Aklınızda kalan en güzel hatırayı sorsak?
Yakup Arslan: Saat 11-12'den sonra çıkmam lazım geliyordu. Şalteri de indiriyordum. (Gülüyor)
Yıldıray Arslan: Benim en çok güldüğüm günlerden biri Rauf Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş’ın geldiği gün oldu. Gazetecilerden oluşan bir ekiple gelmişti ve köfte istedi. Biz de köftenin yanında patates ve yaptığımız özel acılı hardalı verdik. Denktaş, hardala ekmeğini bandırdı, ardından onu izleyen gazeteciler de... Sonra tüm masa “Yandım Allah” diyerek suya sarıldı. Birçok anı var aslında. Çalışanlara da söylüyorum, buraya asık suratlı gelmemek lazım. Neşeniz yerindeyse, her gün güzel geçiyor.
- Yakup Bey sizce bunca insan neden Yakup'u seçti?
Çok sevmişlerdir.
- Neden?
Hiçbir şeye karışmadım, muhtemelen ondandır. Biraz da çok çalışmanın bedeli bu; müşteriye iyi bakmışız ki ismimizi hak etmişiz.
- Son soru: Yarım yüzyıla yakın meyhanecilikte, hiç Yakup'un kepenklerini tamamen indirmeyi aklınızdan geçirdiniz mi?
Hayır, hiçbir zaman öyle düşünmedik. Bir tek cenazelerimizde kapattık.