Şahin Alpay
(Zaman - 21 Temmuz 2012)
12 Mart - zede olarak iltica ettiğim İsveç'ten 1981'de kesin dönüş yaptıktan sonra katıldığım ilk seçimde, yönetimi sivilleştireceği inancıyla oyumu Turgut Özal'ın yeni kurduğu Anavatan Partisi'ne verdim. Hiç pişman olmadım.
Ama 1987'den 2002'ye kadar bütün genel seçimlerde oyumu (başka nedenle değil alternatifsizlikten) CHP'ye verdim. Çoğunda da pişman oldum. 2007 seçimlerinde ise oyumu, seçim bölgemden bağımsız aday arkadaşım Baskın Oran'a verdim. Baskın seçilemedi, ama söylenmesi gerekenleri söyledi. Helal olsun...
Geçen yılki seçimlerde ise Numan Kurtulmuş'un lideri olduğu HAS Parti'ye oy verdim. Kurtulmuş ve arkadaşlarının Saadet Partisi'yle yollarını ayırması, bende olumlu bir etki yapmıştı. Ama HAS Parti'ye oy vermemin nedeni tek ve basitti: Programında nükleer enerji santralları kurulmasına karşı çıkan tek ve yegane parti buydu. Halkın çoğunun buna karşı olduğuna bakmaksızın, tam bir aymazlıkla ülkenin başına nükleer enerji belasını sarmaya soyunmuş olan AKP iktidarına karşı, bu tavrı ne kadar önemsediğimin altını çizmek için HAS Parti'ye oy verdim. Aynı HAS Parti'nin şimdi AKP'ye katılma kararı almasının bende uyandırdığı düşünceleri tahmin edersiniz... Daha ağır bir şey söylememek için ne diyeyim?.. Oyumu geri alıyorum.
Erdoğan'ı "firavunlaşmak"la, AKP'yi "karunlaşmak"la itham eden, AKP hakkında İsrail dostu ve "IMF emrinde bir politik yapı" olmasına kadar söylemediğini bırakmayan Kurtulmuş'un şimdi AKP'ye iltihak kararı almış olması, herhalde Türkiye'de fikirler ve idealler için değil koltuk için siyaset yapmanın en taze örneğini veriyor. Böylelikle saygınlığı ağır yara alan Kurtulmuş'un ve partisinin katılımının AKP'ye ne kazandıracağını bilemiyorum, ama Erdoğan'ın yaptığı davetin amacı, izlediği taktik çok açık: Aynı kulvardaki seçmen açısından AKP'yi alternatifsiz bırakmak...
AKP yönetiminin giderek tutucu ve keyfi bir hal almasıyla, iktidar alternatifi başka bir partinin bulunmayışı Türkiye demokrasisi açısında giderek daha kaygı verici bir hal almakta. 34. Olağan kurultaydan liderliğini sağlamlaştırarak çıkan Kemal Kılıçdaroğlu, "Artık roller değişti. Dönüşümü isteyen biziz, statükonun aktörü AKP..." demiş. (Milliyet, 20 Temmuz) AKP'nin "statükonun aktörü" olduğu giderek belirginlik kazanıyor, ama CHP'nin "değişimin aktörü" olabileceği konusunda toplumu ikna edebilmesi için daha çok değişmesi lazım. 1992'de yeniden açılan CHP'nin kendini mağdurların temsilcisi, değişimin öncüsü olarak yeniden tanımlayabileceğini düşünmüştük. Ne yazık ki başlangıçta umut veren Deniz Baykal, "seks kaseti" ile liderlikten devrilene kadar CHP'yi tam ters yönde, statükonun bekçiliği yönünde ilerletti.
Başına geçmesinden bu yana Kılıçdaroğlu'nun CHP'yi değiştirme, iktidar alternatifi haline getirme çabası verdiği muhakkak. Bu süreçte zaman zaman desteklenecek, takdir edilecek şeyler de söylüyor ve yapıyor, ama bazen de "Ergenekon nerede gösterin, üye olayım" sözünün gereklerine uygun davranıyor. Evet, geçen yazımda söylediğim gibi, "AKP iktidarı, artan ölçüde Kemalistleşmeyi, yani tutuculuğu ve keyfiliği sürdürecek olursa, Kılıçdaroğlu değil ama Erdoğan CHP'yi iktidar alternatifi haline getirecek; Kılıçdaroğlu Erdoğan'ın şansı olmaktan çıkıp, tersi geçerli olacak..."
CHP'nin iktidar olabilmesi için ise, topluma net olarak açıklaması gerek: Askeri - bürokratik vesayet düzeniyle bağlarını koparacak mı? Alevi partisi olmaktan çıkacak, dindar Sünniler dahil bütün inançlara eşit mesafede olabilecek mi? Devletin din üzerindeki tekeline son verecek, Diyanet'i özerkleştirecek mi? Kürt sorununu çözmek, "ortadaki cenazeyi kaldırmak" için somut olarak ne yapacak? Türkiye'yi AB standartlarında bir demokrasi haline getirmek için önerdiği reformlar neler? Türkiye devletini insan yaşamına değer veren, doğasına saygılı bir devlet kılmak için ne yapacak? Bu ve benzeri sorulara somut cevaplar vermedikçe CHP'nin, iktidara yürüyemeyeceği gün gibi ortada.