Sami Hazinses'in hikâyesi: Diyarbekirliydi, Ermeniydi, hazin sesliydi...

Sami Hazinses'in hikâyesi: Diyarbekirliydi,  Ermeniydi, hazin sesliydi...

Şeyhmus Diken*

Bir Gül gibi kıvraktır

 Bülbül gibi şakraktır

 Aşk bana ızdıraptır

 Yeter ağlatma beni”

14 yıl önce ölümünden hemen sonra, 2002’de yazdığım yazının son paragrafında demiştim ki: “Diyarbekirliydi, Ermeniydi, hazin sesliydi ve Samo’ydu. Belki de ardından söylenecek şarkısını yıllar evvel mezar taşına kendisi kazımıştı. Duyan ağlar, gören ağlar, böyle bahtı karalıya.”

Eski Diyarbekir’in Pîran (Dicle) ilçesinin Herêdan (Türkçeleştirilmiş adı; Kırkpınar) köyündendir ve Gâvur Mahallesi’nin yazarı Mıgırdiç Margosyan’ın da köylüsüdür, baba Mıgırdiç ve ana Enna’nın oğlu Samuel Uluçyan (Sami Hazinses). 1915 soykırımından kurtulan Mıgırdiç, Diyarbekirlilerin tabiriyle “Maraşal” namı diğer “Daşçı Zifqar”ın oğludur Samo. 

Film artisti olmadan önce de 1927 yılında Pîran’dan sökün edip Diyarbekir’in Xançepek Mahallesi’ne yerleştikten sonra çocukluk ve gençlik yıllarında mukallitliği, espri yeteneği, şakacılığıyla arkadaş ve mahalleli çevresinde ünlenmiş biridir.

1940’lı yılların sonuna doğru bir yandan Diyarbakır’ın musiki ekolu Celal Güzelses’in başkanlığını yaptığı Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin icra heyetindedir Sami Hazinses. Diğer yandan da şehrin eski ve usta Ermeni sanatkârları gibi puşicilik sanatını sürdürmektedir.

Evleri, şehrin Ermeni tebaasının katliamdan sonra sığındığı Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin bulunduğu Hasırlı Mahallesi, namı diğer Xançepek, namı en bakî Gâvur Mahallesi’ndedir. 

Akşam saatlerinde ya da günün fırsat bulduğu saatlerinde mahallenin bir sokağına birilerinden gizlenerek “kaçamak” yapmaktadır Sami.

İşte yine görünmüştür sokağın başında Sami! Dayamış ağzını ahşap kapının şakşakosunun (kapı tokmağının) altındaki Miteloğlu Anahtarı ile açılan kilidinin derin oyuğuna, kendisinin ve sevdiğinin duyacağı kısık sesle ve ismiyle çağırmaktadır sevgilisini: “Güüül, Güül, Gül…” diye.

Örtülü kapının avlu yakasından, sese yanıt gelmiştir. “Efendim”, diye.

“Nefesini, sesini, soluğunu üfle Gül. Ciğerlerim bayram etsin. Bak ağzımı dayamışım kilidin deliğine, hadi” demektedir Sami. Sevdiğinin, Gül’ünün nefesini doyunca ciğerine çeken Sami kısa ve dingin sohbetten sonra o günkü “gıdasını” almış vaziyette ayrılır sevdiğinin evinin olduğu sokaktan.Bilenler derler ki; sesinin tılsımından ve yanıklığından bir de halkının çektiği acılardan almıştır Hazinses soyadını. Ve şehrini, Diyarbekir’i, öyle sanıldığı gibi “iş gailesi” ile değil! “Bir Sevgili Gül” için terkidiyar etmiştir. Olmayacak bir aşkın, duasına âmin demenin zor olacağının farkındadır Sami. 

“Bir Gül için terk ettim

 Ben Diyarbekir’i

 Yeter bu cilve, naz

 Yeter ağlatma beni” diyerek.

Sadece bir şarkı sözüyle mi yetinmiştir Sami? Değil elbet!

Diyarbekirliler kenti çepeçevre kuşatan şehrin binler yıllık kadim surlarına “Beden”derler.

Kutsal kitaplarda yer alan ve kutsiyetine bütün dinlerin biat ettiği nehirleri Dicle’ye de“Çay” derler. 

“Çayönüne gidelim”, “Çay Karpuzu yetiştirelim” sözleri bu manadadır. Yine kendine has bir kulaç atma tekniği olan “Çay Yüzgeci” denilen bir yüzme tarzı da “çay” vurgusunun bir başka göstergesidir.

İşte bu baptan hareketle Sami’nin yine hazin ve hüzünkâr sesiyle yazıp bestelediği“Çaya İner Ağlarım” şarkısının sözleri Gül’e, Gül’üne olan sevdasının çarpıcı örneğidir.

Mesela şimdilerde adeta unutulan ve kentin sevdalı ihtiyarlarının belleğinde olan şarkının her dörtlüğünde Gül’ünün adının vurgulandığı unutulmuş dizeleri şöyledir:

“Çaya iner ağlarım Gülü deste bağlarım. Yârimi sıtma tutmuş Gül’üm için yanarım.

Çaya iner ağlarım Gülü deste bağlarım. Biri öz kendim için Biri’n Gül’e yollarım

Çaya indim susuzum Kaç gündür uykusuzum. Girsem Gül’ün koynuna Elim durmaz huysuzum

Çaya indim Gül için Bilmem bu aşk ne için. Gül’ümü koparmışlar Ağlarım Gül’üm için…”

Bu sebeple metnin girişinde bir dörtlüğünü paylaştığım ve ömrünün son demine kadar “Gül”ünün aşkıyla yazdığı şarkı sözlerinin bugüne kalanıdır belki de Sami’nin ve ona Hazinses soyadını koydurtmaya vesile olan katliamdan kurtulmuş bir Ermeni’nin mümkünatı olmayan sonuçsuz aşkının hikâyesi! 

Peki, bunca “Gül” kelamından sonra Sami’nin biricik “Gül”ü kimdi, neyin nesiydi diye aklınıza gelebilir. 

Gül hakkında iki rivayet var. İkisi de o yıllarda Diyarbekir’de hükümet tabipliği yapan Doktor Tevfik Baykara’da kilitleniyor. Kimi kaynaklara göre Gül, Doktor Baykara’nın iki güzel kızından biridir. Kimilerine göre de Gül, evin hizmetkâr kızıdır. Hangisi doğru olursa olsun Gül, Sami’nin aşkıdır.

“Bir gün kalırsam sensiz

 Ömrüm geçer neşesiz

 Sen de yaşama bensiz

 Yeter ağlatma beni”

Dedik ya! Hazin seslidir. Hazinses soyadını boşuna kendine yakıştırmamıştır. 

İşte bir başka kanıtı: Sami’nin gönlüyle olmasa da çok sevdiği biricik kızkardeşi Mari, yine şehrin Ermeni tebaasından Gewro’ya sevdalıdır. Mari ile Gewro evlenirler. Kader bu ya! Mari bir süre sonra kırklı yılların onulmaz illeti verem (tüberküloz) hastalığına yakalanır. O yıllarda Ankara, İstanbul; Diyarbekir’e hayli uzaktır. Eşi Gewro, Mari’yi tedavi için Beyrut’a götürür. Çare olmaz. Ölüm haberi gelir. Tek bacı, güzeller güzeli Mari’nin üzerine Samo bir beste yapar. Dillere düşer “Valla Hasta Düştüm” bestesi.

Aman hasta düştüm gurbet elde Vallah su verenim yoktur Sılada anamın babamın haberi yoktur Gönder beni sılama, vala gurbette kimsem yoktur

Yetiş anam imdada valla bu yara beni harap etti Anam, anam garip anam. Valla doktorlar bana dedi Dön artık çaren yoktur Sağdan sola dönemem, vala ızdırabım pek çoktur

Döneceğim doktor beyim 

Billah takatim yoktur Yetiş anam imdada, 

Valla bu yara beni harap etti

Yıllar sonra Ankara radyosu sanatçı ve derlemecilerden kemani Hasan Özçivi plağa kendi adıyla okusa da, bilenler bilir ki hikâyenin aslı budur. 

Hikâyeyi doğrulayan ince bir ayrıntı daha var ki o da şu; “Hasta Düştüm” parçasını plağa kaydeden Hasan Özçivi dahil, sonraki yıllarda bütün okuyucular “Aman buyar beni harap etti” diye yorumlamışlar. Çünkü derleme öylece ve yanlış yapılmış. Aslolan, doğrusu şudur harap eden “yar” değil onulmaz verem “yara”sıdır. 

Hikâyenin tanığı, Samo’nun kızkardeşi Mari ile eniştesi Gewro’nun oğlu, yani Sami’nin yeğeni Kör Cocê’dir. Asıl adı Coşkun’dur Cocê’nin. Cocê’nin gözünü kaybetmesi ise ayrı hikâye. Ustası, çırak Cocê’yi bir koşu bir şeyler aldırmaya yollar. Koşarak giden Cocê yolda çamur birikintisine ayağıyla hızla dalar. O sırada yanından geçen birinin pantolonuna sıçrayan çamur üzerine, şahıs döner ve bir tokatta çocuk Cocê’yi yere devirir, yetinmez bir de tekme savurur. O tekmeyle Sami’nin yeğeni Cocê’nin bir gözü kör olur. O günden sonra Cocê’nin adı bir lakap gibi Kör Cocê kalır.

Diyarbekirliydi, Ermeniydi ve Hazin-Sesli biriydi Daşçı Zıfqar ile Enna’nın oğlu Sami Baba. İstanbul’da kendisiyle bir şekilde yolu kesişen eski hemşehrilerine “Demek Diyarbekir’e gidiyorsunuz he! Gidin ve kutsal şehrin Sur taşlarına elinizi sürün tavaf edin, benim yerime de!” derdi. 

Ölünceye kadar gözlerinin feri, hep parlaklığını korudu. O mukallit ve neşeli, şişe gibi parlak ve hep kıpırdak gözlerin ardında hüzünkâr bir bakış bırakarak göçtü öte yakaya. Şarkıları, sözleri, besteleri hâla belleklerde. Ölüm yıldönümünde ruhu şad olsun…

Kendi sesi ve görüntüsüyle şarkısı: