'Sansür bir çözüm alternatifi değil'

'Sansür bir çözüm alternatifi değil'

Türkiye’de vizyona girmesi Değerlendirme Sınıflandırma Üst Kurulu’nun kararıyla yasaklanan, Lars Von Trier imzalı ‘Nymphomaniac’ filminin de gösterildiği 3. İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan, “Film gösterildi diye zannedildiği gibi kimsede anormal bir şey olmadı. Herkes gitti filmi seyretti, beğenenler oldu, beğenmeyenler oldu... Bu sürecin normalleştirilmesi gerekiyor” dedi.

Ömür Şahin Keyif’in Birgün gazetesinde yer alan söyleşinde, Azize Tan 3. İstanbul Film Festivali’nin ilk 10 günü ve sinema sektörünü değerlendirdi.

Ömür Şahin Keyif’in ‘Sansür bir çözüm alternatifi değil’ başlıklı söyleşisi şöyle:

Yerel Seçim festivale izleyici katılımını etkiledi mi?

Seçim haftasının hemen ardından başladığımız için biraz etkilendik. Şehirdeki donatım, görsellik açısından da etkiledi açıkçası bizi. Festivalin ilk iki günü ısınma turlarıyla başladı bu sefer. Ama Atlas Sineması arka arkaya doluydu... Aynı şekilde Nişantaşı gayet iyi gidiyordu. (Geçen hafta) Pazartesiden itibaren yönetmen konuklarımız gelmeye başladı, ilgi arttı. Yarışmaların başlamasıyla birlikte de giderek o tempo artacaktır. Zaten festival 16 günlük uzun bir festival olduğu için ilk hafta daha yerel ve sakin geçiyor. İkinci hafta konukların, jürilerin gelmesi yarışmaların başlamasıyla birlikte biraz daha hareketleniyor. Sona doğru ivme artıyor.

Nymphomaniac’a ilgi nasıl?

Satışa çıktıği ikinci gün biletleri neredeyse tükenmişti. İlk gün Rexx ve Feriye sinemalarına ek seans koyduk. İlgi devam ediyor. Ama Nymphomaniac gösterildi diye zannedildiği gibi (gülüyor) kimsede anormal bir şey olmadı. Herkes gitti filmi seyretti, beğenenler oldu, beğenmeyenler oldu... Sonuçta bu da diğerleri gibi, bir film. Bu sürecin normalleştirilmesi gerekiyordu. Dünyanın her tarafında olduğu gibi filmlerin sansürlenmesi değil sınıflandırılması gerekiyor. Bizim de yaptığımız şey Nymphomaniac’ı +18 kapsamında göstermek... Dünyada da böyle... Zaten Sınıflandırma Kurulu Dünya’da da olan bir şey. Bu kurullarla ilgili dünya genelinde belirlenmiş, evrensel standartlar var.

Türkiye’de de standartlar var...

Evet ama o standartlar zaman zaman değişebiliyor. Seri halinde bir filmin ilkine 13 yaş sınırı koyulurken ikincisine 18 verilebiliyor. Bazen kurulun aldığı karar beğenilmiyor, üst kurula gidebiliyor... Standartların oturtulması lazım. Ve tabii ki sansürün bir çözüm alternatifi değil, hiçbir zaman uygulanmaması gereken bir durum olduğunu hepimizin kabullenmesi gerekiyor...

Bazı filmler için tabii ki bir yaş sınırı olabilir. Festivalde gösterdiğimiz filmlerde de bazı sahnelerin bazı yaş gruplarına uygun olmayacağına dair uyarıyı yapıyoruz. Bu sadece yaşla da ilgili değil, şiddet dozu yüksek filmlerden rahatsız olabilecek izleyiciler de var. Onlara da uyarılarımızı yapıyoruz; web sitemiz üzerinden, sinemalardaki duyuru panolarından. Bu hassasiyetleri gösterip seyirciyi bilgilendirdiğimizde sonuçta karar izleyiciye aittir. 18 yaş üzerinde zaten oy kullanma evlenme gibi kendi hayatıyla ilgili karar verme hakkına sahip olan insanlar, hangi filmi seyredip seyretmeyeceklerine karar vereceklerdir...

Bu filmin gösterileceğinin açıklanmasının ardından, bir sıkıntı yaşadınız mı? Mesela ‘Kayıt Tescili’ konusunda zorluklar çıktı mı?

Nymphomaniac’la kayıt tescilin bir alakası yok. Türkiye’de her zaman bir çifte standart dolaşıyor. İstanbul Film Festivali’nde 1988’de Elia Kazan’ın Jüri Başkanı olduğu yılda festivalde beş film sansürleniyor. Kazan Türkiye’deki sinemacılarla birlikte İstiklal Caddesi’nde bir yürüyüş gerçekleştiriyor. Dönemin Bakanı da festivallerden sansürü kaldırıyor. Ama festivaller hiçbir zaman sansürden muaf olmuyor. Yabancı filmler için değil ama Türkiye yapımı filmler için bir ‘eser işletme belgesi’ almanız gerekiyor. Sonra 2007’de kanun değişiyor. O kanun da festivalleri sansürden muaf tutan maddeyi çıkarıyor, bu filmlerin gösterimlerinin sorumluluğunu festival düzenleyicilerine bırakıyor tamamen. Yine Türkiye yapımları için de kayıt tescil belgesi aranmasını söylüyor. Şimdiye kadar Türkiye yapımı filmlerle ilgili böyle bir yasa vardı ama bu belgelerin aranmasıyla ilgili bir esneklik tanınıyordu. Filmlerin büyük kısmı ancak yetişiyor, yapımı yeni tamamlanıyor. Bu belgeyi alacak vakit olmuyor. Kayıt tescilini zaten vizyona girecek filmler için almanız gerekiyor, mesela belgesel filmlerin çoğu zaten vizyona girme şansına sahip olmuyor. Gösterebildikleri tek yer neredeyse bu festivaller. O yüzden bu belgenin talebi bu filmlerin neredeyse gösterim imkânını, alanını ortadan kaldırıyor. Bakanlık bu sıkıntının farkında yeni bir düzenleme üzerinde çalışıyor. Biz de konuşuyoruz , görüş bildirdik. Meslek birlikleri de aynı şekilde. Bu konunun ivedilikle bir yere bağlanması, sürüncemeden kurtulması gerekiyor... İki yıldır Meclis’te bekleyen bir sinema kanunu var. O kanunun çıkmasıyla birlikte bu tür konular daha rahat halledilebilecek. Türk sinemasının bir sinema politikası olacak. Yıllardır bir kenarda bekleyen, bir türlü çözülmeyen, hep karşılıklı iyi niyet çerçevesinde halledilmeye çalışılan bu tür sorunların, kesin çözümünün olabileceğini düşünüyorum. Mecliste bekleyen yasanın sektörün ihtiyaçlarını karşıladığı söylenebilir.

Festival filmleri satışa çıktığında Lale Kart sahiplerine öncelik tanınıyor. Lale Kartı olmayanlar çok ilgi gören filmlere bilet bulamamaktan şikâyetçi...

Bu biraz yanlış algılanıyor ve artık beni üzüyor bir taraftan da... Lale Kart sahibi insanlar normal seyirci, ayrıcalıklı değiller. 150 liraya da Lale Kart satıyoruz. Öğrenciler için Sarı Lale kartlarımız var.  Lale Kart sahibi olarak festivalde 20 film seyredince karta verdiğiniz paranın karşılığını alabiliyorsunuz. Bu ciddi bir bağış sistemi. Vakfın tüm bütçesinin yüzde 6’sını karşılıyor. Bu neredeyse bizim Kültür Bakanlığı’ndan aldığımız desteğin yarısı kadar ve çok ciddi bir katkı. Ama her şekilde, bütün seanslarda Lale Kartı olmayan izleyiciler için bir kapasite ayırıyoruz. Burada suçu sadece Lale Karta atmamak lazım; ard arda kapanan sinemalar, salonların kapasitelerinin düşmesi nedeniyle, izleyicilere daha az yer sunabiliyor olmamızın etkisi var.

Bu arada tabii ki biletleri biten filmlere ek seanslar koyarak bu durumu telafi etmeye çalışıyoruz. Bir de film başlamadan 15-20 dk önce film gişesine giderlerse pek çok filme artan davetiyelerden boş kalan yerlerden tekrar satışa sunum oluyor... O bakımdan o bana söylenebilecek en kolay şey gibi geliyor...

Gezi Direnişi festivale nasıl yansıdı? ‘Neredesin Aşkım’ bölümüne ilham olan slogan Gezi’nin yansıması olarak algılansa da aslında bize Onur Yürüyüşü’nün hediyesi...

Ama hepsi birbiriyle bağlantılı. Gezi süreci boyunca en çok öne çıkan gruplardan bir tanesi LGBT hareketi oldu. LGBT hareketinin zaten yıllardır Türkiye’de Onur Yürüyüşleriyle, politik aktivite ve duruşlarıyla çok ciddi bir var olma çabaları vardı; fakat Gezi’yle birlikte bu iyice ortaya çıktı ve çok olumlu yansımaları oldu; kendilerini anlatabilmek ve ifade edebilmek açısından... Çok aktif bir şekilde yer aldılar, mesajlarını çok doğru bir şekilde verebildiler, oradaydılar ve neredeyse bu kadar yıldır ulaşılmaya çalışılan toplumsal mutabakata doğru bir kapı açıldı. Hâlâ kat edilmesi gereken çok yol var ama... Neredesin aşkım bir anlamda herkesin sloganı haline dönüştü. Festivalde LGBT için ayırdığımız bir ‘gökkuşağı’ bölümümüz yok; ama her zaman festivalin farklı bölümlerinde bu tür filmlerin en iyi örneklerine yer verdik. Bu sene hem filmlerimizin sayısının fazlalığı hem de tematik olarak filmlerin birbirleriyle oluşturdukları bütün, bizi ‘Neden böyle bir bölüm yapmayalım ki?’ fikrine götürdü. İsim konusunda Yönetmen Gürcan Keltek’e teşekkür etmek isteriz. Onun önerisiydi, biz de hemen benimsedik...

Gezi temalı bir bölüm koymayı tartıştınız mı hiç?

Onun için çok erken. O süreçle ilgili filmler yapılıyor şu anda. Gezi’yle ilgili belgeseller gösteriyoruz ‘İstanbul United’ bunlardan bir tanesi... Reyhan Tuvi’nin belgeselini (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...) gösteriyoruz.

Gezi’yle ilgili mutlaka daha fazla film çekilecektir, çekilme aşamasında, ama bunların üzerinde hâlâ konuşuluyor, düşünülüyor. Araya zaman ve mesafe koymak da gerekiyor bütün bunların dönüşümünü görebilmek için. Arap Baharı zamanında bu da çok tartışıldı neredeyse dünyadaki bütün büyük festivaller programlarına Arap Baharı’yla ilgili bir belgesel koymak için yarıştılar ve o olgunluğa ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan bazı filmler çok fazla dolaştı bu dönemde. O filmlerin gösterilmesi acaba bu süreç için yararlı mıydı, yeteri kadar üzerinde tartışılmış mıydı, bunlar da tartışma konusu oldu. Biz iki yıl önce ‘Devrimin filmini çekmek’ diye özel bir bölüm de yaptık. Devrimin filmini çekmek ne demektir, nasıl bir şeydir, bunu farklı ülkelerden filmler göstererek tartışmaya açmıştık... Şimdi de bunu devam ettiriyoruz. Istanbul United çerçevesinde yaptığımız panel ‘Devrimin filmi çekmek’ bölümünün devamı gibiydi bir anlamda. ‘Türkiye’de de Gezi oldu, arkasından ne oluyor, sinemaya dair burada ne ve nasıl söyleyebiliriz’i tartıştığımız, neredeyse birbirini takip eden bir süreç oldu...

‘Oh ne güzel herkesin ilgi göstereceği bir şey var, atarım başlığı, gösteririm filmleri’ gibi bir yaklaşım değil; bu amaç üzerinde, ‘Aslında bu noktada konuşmamız gereken çok şey var, haydi hep birlikte tartışalım’ platformunu yaratabiliyor olmak önemli.

Dağıtım ağı tekelleşmiş durumda

Çok ciddi bir dağıtım sorunu var. Mesela Fransa gibi ülkelerde Fransız filmlerine belli bir kota uygulanıyor. Devletin kendi ulusal sinemasını destekleyen yapılar var. Sinema Kanunu da bu düzenlemeyi getiriyor kendi içinde. Türkiye’de çekilmiş filmlere bir pozitif ayrımcılık yapılmasıyla, filmin gösterilmesi dağıtılmasıyla ilgili bir teşvik ve destek sisteminin getirilmesiyle ilgili düzenlemeyi yeni yasa tasarısı içinde barındırıyor. Türkiye’de dağıtım konusunda sadece Türk filmleri için değil genel anlamda da bir sıkıntı var. Dağıtım ağı genellikle neredeyse tekelleşmiş durumda. Bir yandan yine gişe hasılatının yüzde 50’sinin üzeri Türkiye’de yapılmış filmlerden kaynaklanıyor. Ama bunlar komedi filmleri ağırlıklı, daha gişeye yönelik. Bu filmleri eleştirmiyorum ama bu filmlerle diğerlerinin birlikte yaşayabileceği bir ortam gerekiyor. Bir film 800-900 kopyayla sinema salonlarına giriyorsa zaten Türkiye’deki sinema filmlerinin yüzde 40’ında tek bir film gösteriliyor. O zaman bırakın Türk filmlerini Amerikan filmlerine bile gösterecek salon kalmıyor neredeyse. Evet Türk sineması açısından büyük başarı; gişenin büyük kısmını elde edebiliyorlar ama sinemasal çeşitlilik açısından çok sıkıntılı bir durum. O yüzden Başka Sinema gibi girişimlerin çok destelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Onlar da mütevazı şekilde başladılar. Başka Sinema’nın daha da yayılması, salonlarının artması gerekiyor. Bu sene biz de işbirliği halindeyiz. Dağıtım sorunlarından ötürü Köprü’de Buluşmalar bölümümüzde yapım aşamasındakki bir filme ‘Dağıtım ödülü’ koydu Başka Sinema. Çok teşekkür ediyorum bu destekleri için. Karşılıklı birbirimizi destekleyerek sanat sineması dediğimiz sinema kültürünü oluşturabileceğimiz atmosferler ve ortamlar yaratmak hepimizin yararına...