Cengiz Çandar, savaşın 8. yılında Irak’ı yeniden düşünmemizi istiyor ama kendi düşündüklerinin gerçeklerle ilgisi yok...
Mustafa Alp Dağıstanlı[email protected]
Cengiz Çandar, “Irak’ı yeniden düşünmek”e davet etti bizi: Türkiye ve bölgede özgürlük, Radikal, 26 Mart. Yeniden düşünme müjdesini verdiği bu yazısının sonunda, 2003’te Irak’ta olanın “tarihi anlamda doğru olduğunu hep savunduğunu” söyledi. İki gün sonra da “düşündüklerini” yazmaya başladı.
Çandar, doğru karşılaştırmanın Irak 1991 ile Libya 2011 arasında yapılması gerektiğini söylüyor: “Zira Irak 2003, ABD’nin 1991’de yapması gerekene sırt çevirmesi yüzünden 12 yıl gecikmeli gerçekleşti.” Yani, ABD ve müttefikleri, 1991’de Bağdat’a yürümeli ve Saddam Hüseyin’i o zaman devirmeliymiş. 1991’deki harekat BM Güvenlik Konseyi kararıyla yapılmıştı. Çandar’ın yazısını okur okumaz BM’nin internet sayfasına girdim ve Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle ilgili Güvenlik Konseyi kararlarını satır satır okudum –toplam 20 tane. Bilindiği gibi, BMGK, genel bir silahlı müdahale kararı çıkartmıyor. Müdahalenin çerçevesini net şekilde belirtiyor. Irak’la ilgili kararların hiçbirinde Saddam Hüseyin’i devirmekten bahsedilmiyor, böyle bir yetki verilmiyor. Kuveyt’in bağımsızlığını tekrar kazanmasının sağlanmasından bahsediliyor. Hukuk, meşruiyet gibi kavramlara pek yüz vermiyor Çandar; “Allah Allah!” deyip girmeliydi ABD ve müttefikleri ona kalırsa, ama diyemiyorlar işte!
Çandar’ın “Saddam Hüseyin’in işi 1991’de bitirilmeliydi” tezi hiç de yeni bir şey değil. Ta o zamandan beri tartışılıyor. Bu teze verilmiş çok sıkı cevaplar var, ama Çandar’a cevabını gayet yetkili ve özel birileri versin: Dick Chenney ile başlayalım. Chenney, 1991’de ABD Savunma Bakanıydı. 2003’teki Irak savaşının da mimarlarındandı ve o zaman da ABD Başkan Yardımcısıydı. Çandar “şahin”likte, bu en haşin Amerikan kartalını bile “sağ”ladı işte. Chenney 1992’de şunları söylemiş:
“Tahminimce, eğer Bağdat’a girseydik, askerî güçlerimiz hâlâ orada olacaktı. Ülkeyi biz yönetiyor olacaktık. Askerlerimizi tahliye edip evlerine göndermek mümkün olmayacaktı. Parmak basılması gereken son nokta ise zayiat meselesi. Bana kalırsa, bu iş çok daha fazla ABD zaiyatı olmadan yapılamayacaktı. 1991’deki savaş, düşük bilançosuyla herkesi hayran bıraksa da, ölen 146 Amerikalı ve aileleri için pek de ucuz bir savaş sayılmazdı. Aklımda Saddam Hüseyin’in fazladan kaç Amerikan şehidine değer olduğu sorusu var. Cevap, pek de fazla olmadığı. Bence Saddam’ı Kuveyt’tin dışına itmekte haklıydık. Başkan bu kadarıyla amacımıza ulaştığımıza ve Irak’ı ele geçirip yönetmek gibi sorunlara boğulmamaya karar verdiğinde de doğru yoldaydık.” (http://en.wikipedia.org/wiki/Gulf_war) (Chenney’nin 1992’de dedikleri, kendisinin hazırladığı 2003 savaşında başına geldi.)
Savaş döneminin ABD Başkanı George Bush ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft, 1998’de birlikte yazdıkları kitapları A World Transformed’da aynı kaygıyı paylaşmakla beraber şu ek bilgiyi de veriyor: Böyle bir hamle ittifakı parçalardı. (http://en.wikipedia.org/wiki/Gulf_war)
Gayet güvenilir bir Ortadoğu uzmanı olan Stephen Zunes da Bush ve Scowcroft’u doğruluyor: “Başkan George Bush tarafından binbir güçlükle biraraya getirilmiş geniş milletler koalisyonu dağılacaktı. Gerçekten de, gazete haberleri ve savaşı izleyen zamanda Körfez’deki Arap monarşilerinin dışişleri bakanları ve diğer hükümet yetkilileriyle kendi yaptığım mülakatlar savaşı daha ileri taşımak için kesinlikle destek bulunmadığını gösteriyordu.”
Zunes, ABD’nin, ciddi beşeri sorunlara yol açacak şekilde gereksiz yere Irak’ın sivil altyapısına zarar verdiği, Irak birliklerini Kuveyt’ten çıkarmak için gerekli olanın ötesine geçtiği yolunda kuvvetli kaygılar olduğunu da not ediyor. Aynı zamanda, Chenney’nin kaygılarının da gerçeği yansıttığını anlatıyor. ("Why the U.S. did not owerthrow Saddam Huseyin", Foreign Policy in Focus, 1 Kasım 2001)
1991 savaşından sonra olanlar konusunda haklı Cengiz Çandar. ABD, öncelikle güneydeki Şiileri bir ayaklanmaya kışkırttı; sonra da kuzeyde Kürtler örgütlendi. Washington da, daha önce de yaptığı gibi, ayazda bıraktı onları. Bu bölgeler uçaklara kapalıydı, ama helikopterlere kapalı değildi. Ve Saddam Hüseyin de gaddarlığını, 1980’lerde ABD’den aldığı helikopterlerle, gösterdi.
Fakat Çandar’ın ihmal ettiği bir şey var: ABD, İran’ı bölgede dengeleyebileceği için de Saddam Hüseyin’i devirmek istemiyordu. Irak’ın kontrolsüz bir şekilde dağılması, nüfusun Şii ağırlığından dolayı İran’ın nüfuzunu arttırabilirdi. ABD, 1980-88 arasındaki İran-Irak savaşında da Irak’ı destekledi. Doğrudan mali yardımı ve dolaylı askeri yardımı esirgemedi. Çandar’ın işaret ettiği gibi Halepçe’de kimyasal silah kullandı Saddam Hüseyin, ama Çandar’ın ihmal ettiği bir şey daha oldu bu sırada. Bu insanlık suçunu işlediği için Irak’a ambargo uygulanması yönündeki talepleri BM’de ABD engelledi. Üstelik, Irak, 1984’te İran’a karşı da kimyasal silah kullanmıştı. 2003’te Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld o sırada Başkan’ın özel temsilcisi olarak Bağdat’taydı. Irak’la ABD’nin diplomatik ilişkilerini o kurmuş, bizzat Hüseyin’le görüşmüştü. Hiçbir şey demedi kimyasal saldırıyla ilgili. Ve ABD, BM’den Irak’a ambargo kararı çıkmasını o zaman da önledi.
1991 savaşında Kuveyt’ten kaçan Irak askerlerini Irak içlerine kadar kovalayarak öldürdü Amerikan askerleri. Teslim olmak isteyenlere bile kulak asmadılar. En az 100 bin Iraklı öldü. 1991 saldırıları, o ana kadar görülen en yoğun bombardıman olarak tarihe geçti.
1991 ile 2003 arasında da boş durmadı Amerikalılar (ve İngilizler); ambargolar altında inleyen Irak’ı bombaladılar defalarca. Ambargo nedeniyle yeterli ilaç, gıda, bakım alamayan yüzbinlerce insan öldü. UNICEF her ay 4500 çocuğun öldüğünü açıklayıp durdu. Velhasıl, ülke kolu kanadı kırık, askeri gücü alabildiğine zayıflamış bir hale düştü. 2003 savaşı arefesinde, Noam Chomsky’nin dediği gibi, “ABD, sokaktaki adamın cebindeki çakıya kadar Irak’ın bütün askeri kapasitesini biliyordu”.
2003’e gelelim; şunu söylüyor Çandar: “Amerikalılar, öncesinde ve sonrasında ne kadar hata yapmış olurlarsa olsunlar, Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması doğru ve iyi bir şeydi. Saddam’ın yıkılmasının ardından Irak’ta ortaya çıkan ‘kanlı tablo’ya rağmen, esas olarak ‘insancıl’ doğrultuda varılmış bir ‘tarih istasyonu’ idi.”
Üstad, bu önermeye mutlak gerçekmiş gibi inanmazı bekliyor olmalı ki, bir illiyet rabıtası kurma gereği duymuyor. Nedenmiş o? Şüphesiz, Saddam Hüseyin gibi, insanlık suçlarından ötürü Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkum olan ama bizim Cumhurbaşkanı ve Başbakanımızın can-ü gönülden ağırladığı Sudan diktatörü Ömer el- Beşir gibilerin olmadığı bir dünya gayet güzel olurdu. Fakat bu gibileri ortaya çıkaran, palazlandıran da sadece Irak veya Sudan halkı değil işte. Şu içinde yaşadığımız dünya düzeniyle ilgili bu mesele. Ve eğer Çandar bu düzen biraz daha iyiye yaklaştırıldı diye seviniyorsa, şunu hesaba katmalı: Napolyon, Hitler, Stalin vb. de öyle sanmıştı... Bir şeyin olmaması ile olmamasının nasıl sağlandığı ayrı meselelerdir. Her yol mübah değildir; yol varılacak yeri belirler. Çandar’ın sakınca görmediği veya göremediği yol, yani savaş ve ABD işgali, Saddam Hüseyin gibi liderleri vareden, kollayan, kullanan, işlevsiz kalınca da bertaraf eden yoldur.
İkincisi, 1991 savaşının aksine 2003’te bir BM Güvenlik Konseyi kararı yoktu askeri müdahale için. BM içinde büyük bir diplomatik mücadele yaşandı. Her ülkenin kendi pis hesapları olabilir, fakat bin türlü sahtekarlık, yalan, despotluk üzerine kurulu argümanları ABD ve Britanya öbür Güvenlik Konseyi üyelerine kabul ettiremedi. Aslında, Irak savaşından önce bir mücadele verilmiş oldu. Dünyanın nasıl bir düzenin eşiğine gelmiştik ve nereye doğru evrilecekti; bununla ilgili bir mücadeleydi. İtiraz edenler, Çandar’ın üçüncü milenyumun başlarında temenni dozu yüksek bir şekilde ilan ettiği “21. yüzyıl Amerikan yüzyılı olacak” “saptama”sının gerçekleşmemesi için didindi. Dünya nasıl bir dünyanın eşiğindeydi peki? Doğu Bloku çökmüş, “yeni dünya düzeni” kurulmuş(!), ABD tek süper güç olarak kalmıştı. Fakat çok geçmeden görüldü ki, başka güç öbekleri de ortaya çıkmış ve çıkmakta: Çin, Brezilya, Hindistan... Nitekim, 1990’larda BM’nin daha demokratik, daha katılımcı bir yapıya kavuşturulması talepleri de dillendi ve bu yönde en azından zihin jimnastiği yapıldı. Çünkü aslında dünya da daha çoksesli hale gelmişti. Dolayısıyla kavga sadece Irak kavgası değildi, dünyanın yeniden nasıl şekilleneceği kavgasıydı. BM’de muhalefet edenler, ABD’nin sultasındaki bir dünyaya razı olmadıklarını ilan etmiş oldular.
ABD, BM’de uğradığı yenilgiyi BM’yi by-pass ederek, ezerek telafi etme ve hükümranlığını dünya aleme gösterme yolunu seçti. Kolu kanadı 1991 savaşında ve 12 yıl devam eden ambargoda kırılan Irak’ta bekledikleri olsa, halk Amerikan askerlerini kucaklayarak karşılasa ve tereyağından kıl çeker gibi Baas rejimini alaşağı edebilselerdi, Çandar’ın müjdesini verdiği “Amerikan yüzyılı” belki başlayacaktı!? Ama Iraktaki direniş, BM’den sonra, “cephe”de de ABD’nin yenilgisini tescillemiş oldu. (Bu arada: Robert Fisk, “İşgal ne kadar yakışıklıydı ki, direnişin yakışıklı olmasını bekliyorsunuz” demişti.)
Bu bakımdan, Çandar’ın hangi “istasyon”dan bahsettiğini anlamak zor. Tabii, dünyanın hızla değiştiği zamanlarda yaşıyoruz, daha da değişecek. Zor olacak ama daha çoğulcu bir dünyaya doğru gideceğiz, oraya gidemezsek yokoluşa doğru yol alacağız. Daha entegre, herşeye rağmen daha içiçe ve iletişim halinde bir dünyada yaşıyoruz. Irak da bunları atlatacak, ama önce Çandar’ın güzel bulduğu bu istasyondan kurtulması, arınması gerekecek.
“Asıl olarak insancıl doğrultuda varılmış” şu istasyona bir bakalım. War Without End: The Iraq War in Context adlı bir kitabı da bulunan sosyolog Michael Schwartz’dan fena halde budayarak aktarıyorum (Wrecked Iraq: What the Good News from Iraq Really Means, TomDispatch.com):
“Bir zamanlar Ortadoğu’nun en ileri toplumu –ekonomik, sosyal ve teknolojiik olarak—dünyanın en ümitsiz durumdaki ülkelerinden aşağı kalmayan bir ekonomik kötürüm haline getirildi. Baasçı devlet aygıtını ve onu besleyen ekonomik sistemi yoketmek için kamu iktisadi teşekküllerinin çok büyük kısmı kapatıldı. Ekonominin dayandığı temel imalat ürünleri kesilmiş oldu. İşsizlik rekor boyutlara çıktı. Kamu kurumları ve hizmetleri dağıtıldığı için tarım büyük zarar gördü. Elektrik şebekesi ve altyapısı dağıldı. Su şebekesi de aynı akıbete uğradı. Okullar Amerikan ordusunun karargahları olarak kullanıldığı için büyük tahribata uğradı. Ülkeyi ayakta tutan mühendislerin, akademisyenlerin, öğretmenlerin, teknisyenlerin büyük bölümü kaçtı...”
“İnsancıl doğrultuda varılmış tarihi istasyon” manzarası bu işte.
Çandar, yazısında, “Irak’a dair yalanlar” da sıralıyor. Ama Çandar’ın yalan listesinin gerçek yalanlarla hiç ilgisi yok. “Irak’ta 2003’ten sonra meydana gelen can kayıpları da işleyen ‘yalan makinesi’ tarafından çarpıtılıyor” diyor. Savaş öncesinde yalan makinesi olarak çalışanlar, ABD ve Britanya idi ve onların yalanlarıyla fikir yazısı yazanlardı. Savaş öncesinde BM’de Irak’ın kitle imha silahlarıyla ilgili sahte belgelere dayanarak dünyayı savaşa davet eden ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 9 Eylül 2005’teki şu itirafı bunu göstermeye yeter: “ABD adına bunu dünyaya sunması gereken bendim ve bu daima sicilimin bir parçası olarak kalacak. Bu, sicilimde bir lekedir. Acı verici bir şey.” Ama Çandar savaşı çılgınca savunma derdiyle kör olduğu için kendi görmediği şeyi okurlarına da göstermek istemiyor. Biliyoruz ki, doğru bilgi için de kelimeleri kullanıyoruz, yalan söylemek için de ve tabii, gerçekleri saklamak için de kelimelere ihtiyacımız var. Susmak yeteri kadar saklamaz çünkü.
Çandar şöyle devam ediyor: “1 milyon kişi ölmüş. Kime göre? Bu rakam nereden çıkıyor? İsabeti ne? Rakam doğru değil. Ancak inanılmaz derecede abartılmış olması, çok büyük sayıda can kaybı olmadığını göstermiyor. Oldu.”
Irak’taki kayıplarla ilgili birkaç araştırma var. Ölü sayısını yüksek veren araştırmalardan biri hakemli bir dergide, Lancet’te yayınlandı. Fakat kimi metodoloji sorunlarından ve bir etik zaaftan (anket formlarında yer almaması gerektiği halde, görüşülen insanların ismi yazıldığından) tartışmalı bir araştırma. 2003-2006 arasında 650 bin kişinin öldüğünü söylüyordu. İngiliz kamuoyu araştırma şirketi ORB’nin 2007 yazında yayınladığı araştırma ise bir milyon kişinin öldüğünü tahmin ediyordu, ama bu araştırmada da metodoloji sorunları vardı ve hakemli bir dergide yayınlanmamıştı. Irak hükümetinin Dünya Sağlık Örgütü’nün işbirliğiyle yaptığı çalışma ise Haziran 2006’ya kadar 151 bin kişinin öldüğünü söylüyor. Bu çalışmaları değerlendiren Boston Graduate School of Psychoanalysis’ten Stephen Soldz (psikanalist, halk sağlığı araştırmacısı), bu dönem içinde en az 200 bin kişinin doğrudan şiddet eylemleri sonucu öldüğünü, savaşın ve şiddetin yarattığı olumsuz koşullar yüzünden ölenlerin sayısının ise yüzbinlerle ifade edilebileceğini söylüyor. (New Doubts Regarding the Lancet Iraq Mortality Study, zcommunications.org)
Acaba hangi sayıda infiale kapılmalıyız? Dehşete düşmemiz için nereye kadar çıkmasını beklemeliyiz? Bir milyonun ne kadar abartılı olduğunu bilmiyoruz. “İnanılmaz derecede abartı”yı çıkarınca nereye geliyor Çandar ve bu neyi kurtarıyor, Irak’ın bir ölüm tarlası haline geldiği gerçeğini değiştiriyor mu? Savaşı haklı çıkarmak için sarılınacak mesnet midir bu? (Çandar’ın neden infiale kapıldığını anlamak için aşağıdaki kutuya bir göz atın.)
Çandar diyor ki: Amerika öldürmedi bu kadar insanı. Savaş Pandora’nın kutusunun kapağını açtı. “Son on yıllarda baskı altında uyutulan Sünni-Şii çatışması dinamiği harekete geçti...”
Peki, sen ülkeyi bir cehenneme çevirmeseydin, sadece silah kullanma seçeneği bırakılan bir siyasi yarış ortamı yaratmasaydın, Pandora’nın kutusunu dünyanın en güçlü bombalarıyla ve yüzbinlerce kişiyi öldürerek açmasaydın da aynı yere mi varacaktık?
2003’te Cengiz Çandar da savaşı destekleyenlerden ve dahası Türkiye’nin de savaşa katılması gerektiğini savunanlardandı. Ortalıkta en çok dolaşan laflardan biri şuydu: “Oyuna katılmazsan oyunun kurallarını belirleyemezsin.” Tesadüfe bakın ki, bu laf WikiLeaks Türkiye belgelerinde karşımıza çıktı; Amerikalı diplomatlar, Türkiye’yi ikna etmek için bu “mantığın” üzerinde durulmasını tavsiye ediyor Washington’dakilere. Nasıl!?
Türkiye bu savaşa katılsaydı, acaba Kuzey Irak’ta nasıl bir manzarayla karşılaşacaktık? Kuzey Irak’ta ne haltlar karıştıracaktı acaba Türkiye? (Çandar yazısında şunu söylüyor ama gereken dersi çıkarmıyor: “Tezkerenin geçmesine, yani Türk askerinin Kürdistan’a konuşlanmasına en başta Iraklı Kürtler karşıydı. 1 milyon kişi buna karşı Erbil’de yürümüştü. Unuttuk mu?” Bir milyon kişi istemiyor, ama tabii Çandar, Türkiye’nin de, ABD gibi, “ortaya çıkan ‘kanlı tablo’ya rağmen, esas olarak ‘insancıl’ doğrultuda varılmış bir ‘tarih istasyonu’ kurmasını istiyor.
Çandar’ın istediği şey olsaydı, ellerimizden damlayan kanlara, savaş alanı haline gelmiş Türkiye’de akacak kanlar karışacaktı. (Hadi bir de Ahmet Davutoğlu’nu yardıma çağırayım: “Tezkere geçseydi Güneydoğu Anadolu savaş alanına dahil olacaktı.” 25 Kasım 2009, Habertürk) Tayyip Erdoğan, eli kanlı bir başbakan olarak tokalaşacaktı eli kanlı Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile. (Wikileaks belgeleri, Maliki’nin başbakanlığı döneminde Şii ölüm timlerini hükümetin işe koştuğunu söylüyor. Aslında, Irak’taki insanlık suçları için Wikileaks’e ihtiyacımız yok. Sekiz yılın gazete haberleri cehennemi dolduracak kadar vaka anlatıyor zaten. “İnsancıl doğrultuda varılmış tarih istasyonu” bu mu?
Cengiz Çandar, 2003’te Türkiye’nin de savaşa girmesini hararetle savunduğundan, 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesinin Türkiye’ye itibar kazandırdığını zinhar kabul etmek istemiyor, bunun değersiz olduğunu kanıtlamaya çalışıyor: “Irak 2003 ya da ‘yeni Irak’a ilişkin yalanlardan biri Türkiye ile ilgili. Türkiye, 1 Mart Tezkeresi’ni reddettiği, Irak’ta savaşa katılmadığı için Arap dünyasında bugün elde ettiği büyük itibara sahip olmuş. İlgisi yok.”
Hem de nasıl ilgisi var; hem sadece Arap dünyasında değil, Avrupa’da da itibar kazandı. Ben susayım da dönemin Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berry konuşsun: “1 Mart tezkeresinin reddedilmesi dolayısıyla Arap dünyası Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni takdir ediyor.” (NTV, 13.12.2004)
“Irak’ta 1991 yılında yarım kalan, 2003 yılında hedefine ulaşan ‘değişim’i, Ortadoğu’nun diğer köşeleri farklı biçimlerde, şimdi yaşıyor.” Çandar, yasadışı bir savaşla halkın özgürlük kalkışmasını bir tuttuğunu anlıyoruz. Abi Firdevs Meydanı (Bağdat) ile Tahrir Meydanı’nı aynı istasyon sanıyor. Türkiye de Amerikan aşırı sağcılarıyla yarışan şeyler söyleyen Cengiz Çandar’ı demokrat sanıyor. Söylediklerinden çıkan bu “her yol mübahtır” anlayışı da, prensipte, karşı durduğu vesayet anlayışıyla örtüşüyor.
***
Çandar, savaş öncesinde neler diyordu?
Cengiz Çandar’ın savaşı savunan birçok yazısını eleştirmiş ve cevaplar yazmıştım o zaman. Bunlardan biri ibret vericiydi: “Büyük düşünmek, büyük oynamak...” (Yeni Şafak, 27.12.2002). Bu yazıyla ilgili değerlendirmemi eski yazımdan aktarayım dedim. Ders çıkarır mı bilmiyorum, ama en azından utanır belki.
***
Çandar diyor ki, “Böylesine 'tarihi dönemeç noktaları'nda ne sağdan-soldan gelecek 'savaşa hayır' seslerinin bir etkisi (hatta anlamı) vardır; ne de…”
Evet, sağdan soldan geliyor “savaşa hayır” sesleri, bütün dünyada. Ama bizim ülkemizde insanların yüzde 83’ü karşı. Sağdan soldan değil, ana gövdeden geliyor ses. Bu durumu teslim eden Çandar bir düzeyde haklı, kimse takmayacak bunu; ne Türkiye devleti ne de ABD. Fakat heyhat, Cengiz Çandar da takmıyor: “Türkiye halkının çok büyük bölümünün Irak'a yönelik bir 'askeri harekat' görmek istemediğine de kuşku yoktur. 'Mesele', buralarda değil; buralarda cereyan etmiyor.”
Üç paragraf sonra da şöyle devam ediyor: “Ancak, kimi ideolojik tercihlerden yola çıkan 'savaşa hayır' söyleminden türeyen 'Amerika'nın Irak'a saldırısı'; 'milyonlarca Müslümanın üzerine bombalar yağdırılacak', 'masum Irak halkı katledilecek' türünden demagojinin de beş paralık değeri yok.”
Önce bir şey sormak istiyorum: “Savaşa hayır” demek ideolojik tercih oluyor da, “Savaşa evet” demek neden ideolojik tercih olmuyor? Çandar bu ifadeyi kullanarak, hayır demenin yalan dolan, kötü niyetli, saplantılı bir tavır olduğunu; savaşı onaylayıp desteklemenin de mutlak gerçeklik, ideolojilerden arınmış, önyargılara uzak, mutlak aklın ürünü, mutlak doğru bir tutum olduğunu şırınga ediyor.
İkincisi, önceki paragrafta kendisinin de söylediği gibi, “Türk halkının ‘Savaşa hayır’ dediğine kuşku yoktur”. Ama işte, Türk halkının ne isteyip ne düşündüğünün de “beş paralık değeri yok”tur.
Türkiye halkının ne düşündüğüne zırnık kadar önem vermeyen Çandar, ancak beş paralık bir mantık değeri taşıyan bu cümleden bir paragraf sonra birdenbire Irak halkının ne istediğiyle ilgilenmeye başlıyor.
Neyse, biz Çandar’ın yazısına devam edelim, çünkü anlayacağız ki, Irak halkının ya da halklarının ne istediğinin de “beş paralık değeri yok” onun gözünde. Çandar, çoğunluğu Şii olan Irak’ta iktidarın Sünni karakterinin 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’nda Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu) lehine belirlendiğini söylüyor. (Çandar, “çözümlenmiştir” kelimesini kullanıyor!) Sonra da Türkiye’nin yapması gerekeni tembih ediyor: “Türkiye, Irak'ın geleceğinde (ve yönetiminde Sünni karakterinin korunmasında) etkili, belirleyici ve söz sahibi olmak zorundadır.”
Yahu bu nasıl demokrasi? Şii çoğunluğa iktidar yolu yine kapalı olacak. Bir ülkede kimin iktidara geleceğine o ülke halkı değil de sen veya senin gibiler karar verecek… Vay canına! En basit, en temel sorulara cevaplar arayarak ilerlemekte fayda var, “büyük düşünüp büyük oyanamadan” önce.
Sonra bir şey daha var. Ortadoğu’da ve Irak’ta statükonun değişmesini savunan Çandar bu noktada statükoyu savunuyor. Şöyle diyor: “Şimdi, yüzyıllara dayalı bu 'statüko'nun bozulması (yani, Sünnilerin iktidardan düşmesi, MAD), nüfusun çoğunluğu Şii olduğuna ve Irak, 'etnik zeminde' parçalanma ihtimali barındırdığı için, tüm Ortadoğu'yu müthiş bir 'istikrarsızlık süreci'ne sokabilir.”
Ne şiş yansın ne kebap, demek istiyor Çandar; ne ocak sönsün, ne üstündeki süt taşsın istiyor. Bunu becermek için de sadece Irak’ın değil, bölgenin geleceğini de ABD ile müştereken planlayacakmış Türkiye. Dahası var: “Türkiye'nin Amerika'yla 'tam ve sonuna kadar işbirliği' için ileri süreceği şart ise, İsrail'e karşı Filistin haklarının 'somut güvencesi'ni elde etmesidir.”
“Savaşa hayır” diyenleri “hayatın gerçeklerine sırt çevirmiş”, küçük tribünlere oynama hesabında”, gerçekçi olmayan ideolojik zibidiler olmakla suçlayan suçlayan Çandar, gençliğinin bir vaktini gerilla olarak Filistin kamplarında, bir vaktini muhabirlik yaparak Ortadoğu’da, olgunluk döneminin bir vaktini de ABD’de geçirmiş biridir, ama şimdi, iyi bilmekle ün yaptığı bu konuda gerçekçilikten pek uzağa düşmüş görünüyor. Zira, Irak’ta savaşı körükleyen, planlayan, mesela bir an önce İran’a da sarkmayı öneren ekip Yahudi lobisinin has adamlarından müteşekkildir. Zaten şu andaki Bush yönetimi de en İsrail yanlısı ABD yönetimidir. Sen şimdi gidip bir Amerikan Yahudisi olan ve Amerikan kartalından bile daha haşin bir şahin olan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e “Yaa nedir şu İsrail’in yediği herzeler! İşgal ettiği topraklardan çekilsin hemen, devlet terörü uygulamayı da bıraksın behemahal. Yoksa nah kabul ederiz ‘tam ve sonuna kadar işbirliği’ni” diyeceksin. Wolfowitz de, “Hay ve hay”, diyecek, “hemen yerine getireceğiz bu son derece makul şartınızı. Zaten biz de Irak sorununu asıl Filistin haklarını somut bir güvenceye kavuşturalım diye bahane olarak kullanıyoruz. Ne iyi ettiniz de geldiniz; böylece ‘tam ve sonuna kadar işbirliği' karşılığında, Filistin-İsrail ihtilafında (ABD’nin) 'adil' ve 'dengeli' bir noktaya kaymasını da sağlamış olacağız.”
Çok gerçekçi!
Önyargıların, yanlış yönlendirmelerin, mantık hatalarının hangi birini düzelteceğimi şaşırdığım için bir hayli uzayan bu yazıyı bir başka Cengiz Çandar yazısındaki (“‘Neo-Erbakancılık’ ile Neo-Özalcılık kavşağında”, Yeni Şafak, 26 Aralık 2002) bir bölüme değinerek bitireyim:
"Sürekli olarak Türkiye'nin 'jeopolitik önemi'nden söz ediliyor. Peki, Türkiye'nin siyasette, diplomaside, ekonomide, ticarette, güvenlikte sürekli kapısını çaldığı ve 'jeopolitik önem çeki'ni 'nakte çevirttiği' en güçlü ve en yakın müttefiki Amerika gün gelip tam da o 'jeopolitik önem'den ötürü kapısını çaldığı ve 'işbirliği talebi'nde bulunduğu bir sırada Türkiye 'başka kapıya' der ise o 'jeopolitik önemi'nin ne anlamı kalacaktır? 'Jeopolitik önem çeki' bundan böyle nasıl 'nakde' çevrilebilecektir?"
Büyük oynamaktan bahsedenlere söyleyeyim, stratejik önemini eğer sen kullanıyorsan sen önemlisin, başkası kullanıyorsa senin bir önemin yoktur, stratejik öneminin önemi vardır. Hasbelkader bu “stratejik” topraklara “çöreklenmiş” olmak bir özellik değildir. Türkiye’nin şu anda arzettiği manzara da budur. Ama stratejik önem deyip başka bir şey demeyenlerin vaziyeti de budur. Pespaye oyunları, sadece kendi insanlarını değil, komşularını da savaşa ve/ya savaşın getireceği felaketlere sürükleyecek tehlikeli ve ucuz ve üstelik başkasının tasarladığı oyunları büyük oyun diye allayıp pullamak da ne oluyor? Jeopolitik önem, senin olmayan, başkalarının kendi çıkarları için tasarladığı savaşlara balıklama atlamakla ya da kerhen katılmakla “nakde çevrilemez”, eğer bu deyimde bir mecaz varsa. Mecaz yok da, gerçekten nakitten söz ediyorsanız, sadece nakte çevirebilirsiniz ve sizin değeriniz de nakitle ölçülür.
Ama bir kere daha anlaşılıyor ki, hem Özal’ı göklere çıkarıp hem de demokrasiden bahsetmek ve aynı zamanda da Irak meselesinde tutarlı, sağlam ve ahlaklı bir politika önermek mümkün değil.
Son olarak, ikide bir “Türkiye’nin çıkarları” ve “strateji” lafı eden bu arkadaşlara şu atasözünü de hatırlatayım: Başkasının stratejisiyle gerdeğe girilmez!