Alper Görmüş
(Taraf - 12 Mart 2013)
Radikal gazetesi yazarı Tarhan Erdem, “Milliyet olayı” başlıklı yazısında, “İmralı tutanakları”nı yayımlamasının ardından gazetede ortaya çıkan “kriz”i değerlendirdi ve gazetenin patronlarına seslendi: “Milliyet sahipleri, bir tercih yapmak durumundadırlar; ya gazete sahipliğini ya da diğer işlerini bırakmalıdırlar.”
Erdem’in bu köşeli talebi öne sürmesine yol açan “olay” yine Erdem’in özetlemesiyle şöyle gelişmişti: “Milliyet Gazetesi’nin sahibi Sayın Demirören, Genel Yayın Müdürü Derya Sazak’a, ‘Biz senden böyle gazete yapmanı istememiştik’ deyip, Hasan Cemal ile Can Dündar’ın yazılarına son vermesini istemiş; Derya Bey direnmiş ve sonunda Hasan Cemal’e ve Dündar’a bir iki haftalık yayım cezası verilerek, ‘kriz çözülmüş’.”
Sonraki günlerde “çözüm”ün gerçek tablosu şöyle belirginleşti: Can Dündar yazmaya devam edecek, Hasan Cemal yazılarına bir süre ara verecekti.
Tarhan Erdem’in krizin çözüldüğüne dair ifadeyi tırnak içinde sunmasının anlamı açık: Kriz aslında çözülmemiştir, demeye getiriyor haklı olarak.
Ben de şöyle ilave etmek isterim: “Milliyet olayı” gazeteciliğimizin nasıl derin bir yapısal kriz içinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Tarhan Erdem “ya gazetecilik ya diğer işler” talebini yalnız Demirören’lere değil; “Bu olay, ülkemizde gazetecilik ile işadamlığını ayırma zamanının geldiğini göster(miştir)”sözleriyle bütün gazete patronlarına yöneltiyor.
Doğrusu ya, bu “ideal” durum bana pek gerçekçi görünmüyor. Zaten ben Tarhan Erdem’in yazısını, bu talepten ziyade, Türkiye’deki basın özgürlüğünün “iktidar baskısı” kadar gazeteciler ve medya patronlarıyla da alâkalı bir sorun olduğuna işaret eden yönüyle önemli buldum.
Tarhan Erdem’in yazısının şu satırlarından söz ediyorum: “Başbakan’ın Balıkesir veya son grup konuşması tehdit veya baskı değildir; siyaset adamının ölçüsüz sözleridir. (Başbakan, konuyu tekraren ele aldığı Meclis grup toplantısında tepkisinin sansür istediği anlamına gelmediğini söyledi. Bu da, Tarhan Erdem’in değerlendirmesinde haklı olduğunu gösteriyor. -A.G.) Hasan Cemal’in yazısını o sabah okuyup, tören saatine kadar yetiştiren danışmanların mübalağalı anlatımına uyarak, ‘Batsın gazeteciliğiniz’ diyebilen Başbakan’la övünmeyelim ama o sözlerin etkisinde de kalmayalım. “Eğer, Başbakan’dan ve danışmanlarından gelen baskılar gerçekten varsa, iki taraf için de ahlaki olmayan bu girişimler yok sayılabilmelidir!”
İşte zurnanın zırt dediği yer tam burası!
İktidardan gazetecilere yönelik tepkiler ister zaman zaman karşılaştığımız gibi gerçek bir tehdit oluştursun, isterse de biz gazeteciler işimize öyle geldiği için tepkiyi tehdit gibi sunalım, bütün mesele, bunları “iki taraf”ın da (yani hem gazete patronlarının hem gazetecilerin) “yok sayma” cesaretini gösterebilmesidir.
Oysa iktidarın tepki ya da tehditleri karşısında biz gazetecilerin yaptığı şey, iktidara dönüp, “lütfen bize baskı yapmayın, siz baskı yapınca biz korkuyoruz ve ‘iyi’ gazetecilik yapamıyoruz”diye sızlanmaktan ibaret kalıyor.
Tekrar edeyim: İktidarın tepkilerini, baskılarını, tehditlerini ve varsa taleplerini yok saymak!.. İşte bütün mesele bu.
Peki, aslında benim burada yazdığım kadar kolay olmayan böyle bir radikal tavrın ortaya çıkabilmesi için “iki taraf”tan (patronlar ve gazeteciler) hangisinin tavrı ve inisiyatifi esastır ve belirleyicidir?
Bu soruya da net bir cevap vermeliyiz.
2011’in sonbaharında, köşe yazarları arasında, basın özgürlüğü denince akla gelen üç aktörün (iktidar, gazete sahipleri, gazeteciler) pozisyonlarını ve sorumluluklarını ele alan geniş bir tartışma yürütülmüştü.
O tartışmaya katılanlardan biri de, bugün Milliyet’teki “kriz”in “çözülebilmesi” için yazılarına ara verilmesi gereken Hasan Cemal’di... Şöyle yazmıştı (Milliyet, 4 Eylül 2011): “Tayyip Erdoğan’ın medyadaki eli ve nüfuzu çok güçlüdür. Ve Erdoğan’ın siyasal gücüyle medya üzerinde koyulaşan gölgesinden yola çıkarak, demokrasileri asıl demokrasi yapan muhalefet alanının daraldığı söylenebilir. (...) Ama burada kendimize sormalıyız: Ne kadar dik duruyoruz? Ne kadar dik durmaya çalışıyoruz?”
Cemal’e göre bu iki soruyu “gazeteci milleti, ama özellikle gazete sahiplerinin kendilerine sorması” gerekiyordu.
Bu tartışmaya kasım ayında (2011) “Lafla editoryal bağımsızlık gemisi yürümez” başlığını taşıyan beş bölümlük bir yazı dizisiyle ben de dâhil olmuş, Hasan Cemal’in, basının iktidarlara karşı“dik duramamasında” gazetecilerden önce “gazete sahipleri”ni işaret etmesine katılmadığımı belirtmiştim.
Çünkü ben, gazete sahipleriyle ve gazetecileriyle basının iktidarlar karşısında “dik durması”nın matematiğinin, Hasan Cemal’in işaret ettiği “öncelik”le uyum içinde olmadığını düşünüyordum.
Dizinin 15 Kasım 2011 tarihli ikinci bölümünde, sorumluluğun öncelikle gazetecilerde olduğunu şöyle izah etmeye çalışmıştım: “(...) Editoryal bağımsızlığın en önemli yönlerinden biri ‘patrona karşı editoryal bağımsızlık’(tır). Bu, aslında, gazetecilerin hükümetler ve devletler karşısında dik durabilmesinin de ön koşuludur. (...) Çünkü alttan, gazetecilerden bir direnç gelmezse, basın patronları doğaları gereği sadece ceplerini düşünecek, ‘özgür gazetecilik’ falan umurlarında bile olmayacaktır. Onları yola getirecek, iktidarlar karşısında daha dirençli kılacak yegâne şey, gazetecilerin ‘iyi gazetecilik’ yapma konusundaki ısrarları olabilir ancak. “Tersine, gazetecilerin, patronlarını zor durumda bırakmama kaygıları gazetecilik kaygılarının önüne geçerse; ya da gazeteciler ‘patronumun ricasını yerine getirmezsem etrafta tonla yerine getirecek adam var’ meşrulaştırmasıyla davranırlarsa patronlar da bunu tepe tepe kullanır. “Özetle, bu işin matematiği şöyle işler: Gazetecilerin patronlar karşısındaki tutumlarını belirleyen etmenler, olması gerektiği gibi ‘editoryal bağımsızlık’ ve ‘iyi gazetecilik’ ısrarı olursa, bu, patronların iktidarlar karşısındaki tutumuna da yansır. “Eğer böyle bir kaygınız yoksa ve medya patronları da bunun böyle olduğunu biliyorlarsa, o zaman bugün olan şey olur: İktidarların karşısında yılan patronlar gazetecilere dönerler ve onlardan ‘anlayış’ beklerler.”
2011’de “bugün olan şey olur” derken kastettiğimin, yani iktidarın bağırıp çağırması karşısında ürken patronların gazetecilere dönüp onardan “anlayış” beklemesinin ya da onlara “şunu atın, bunu kesin” yönünde talimatlar vermesinin kanlı canlı bir örneğini şu anda “Milliyet olayı” ile yaşamaktayız... Hasan Cemal yazamıyor ve biz buna “çözüm” diyoruz, olacak şey mi?
Şimdi hikâyenin bir de şöyle gerçekleştiğini düşünün: Milliyet Gazetesi’nin sahibi Demirören, Genel Yayın Müdürü Derya Sazak’a, “Biz senden böyle gazete yapmanı istememiştik” der ve Hasan Cemal ile Can Dündar’ın yazılarına son vermesini ister. Derya Sazak, arkadaşlarıyla konuştuktan sonra Demirören’e “teklifinizi reddediyoruz, ısrar ederseniz de hepimiz gidiyoruz” der.
Hikâyenin devamının nasıl geleceğini bilemeyiz. Bence, Milliyet’in patronu bu resti görmeyi göze alamazdı.
Alabilirdi de... Fakat her iki durum, basın özgürlüğü açısından mevcut “çözüm”den hiç şüphesiz çok daha olumlu sonuçlar doğururdu.