Şebnem Korur Fincancı: İlk kez bu yıl tutuklandım, son olmayacağına dair de kuvvetli hislerim var!

Şebnem Korur Fincancı: İlk kez bu yıl tutuklandım, son olmayacağına dair de kuvvetli hislerim var!

Evrensel yazarı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TiHV) Başkanı Prof. Şebnem Korur Fincancı, Özgür Gündem nöbetçi genel yönetmenliği davasında yargılanmasıyla ilgili olarak "Bu yılın kendimce önemli bir yanı var neredeyse 60 yılı bulan ömrümde. İlk tutukluluğumu yaşadığım yıl olarak girecek öznel tarihimin kayıtlarına, ama son olmayacağına dair de kuvvetli hisler beslemekteyim, söylemeden geçmeyeyim" dedi.

Şebnem Korur Fincancı'nın "Çığlık 2" başlığıyla yayımlanan (31 Aralık 2016) yazısı şöyle:

Sabah motorda, denizin üzerinde sevgili Şebnem İşigüzel’in 2016 yılını ne denli verimli geçirdiğini gösteren ve bir yıl içinde yayınladığı ikinci kitabı “Ağaçtaki Kız”a başladım. Bir yandan açıp taze kitap kokusunu içime çektim burnumu sayfalara gömerek, kenarından deniz kokusu süzüldü burun deliklerime güneşli, berrak bir kış İstanbul’undan. İstanbul, deniz, kitap ve eşlikçi çayımla değmeyin keyfime diyebilirdim belki 2016’nın bu son günlerinde. Anlık yanılsamalarla ruhumu onarma adına demeliyim de! Hepimizin nefes alma alanları yaratmaya, kenarından da olsa gülümsemelere en çok ihtiyaç duyduğu, her günü bir yıla, hatta on yıllara bedel yükler taşıdığımız bir dönemi geride bırakmanın, yeni bir yıldan çare beklemenin eşiğinde oyalanıyoruz.

Sevgili genel yayın yönetmenim Fatih Polat’ı yıllardır tırnaklarını kemirmeye sevk eden son dakikacılığımla oyalana oyalana oturabildim başına yazımın her zamanki gibi. Gerekçelerim var hazırda. İşler çok, bavulum elimde dolaşıp duruveririm biteviye. Hafta sonu peş peşe iki yazımdan alıntı yaptı genç meslektaşlarım farklı iki toplantıda. İlki Türk Tabipleri Birliği Ata Soyer Sağlık ve Politika Sempozyumlarının dördüncüsünde 2015 yılının sonlarında yazdığım “Suç ve Ceza” başlıklı yazıma, ikincisi ise işkencenin etkili belgelemesi için yaptığımız eğitimde bu yılın sonuna yaklaşırken yazdığım “Tuğla” başlıklı yazıma yapıldı. Yüklü bir yıldı 2015, cezasızlık acıtmıştı canımızı çokça, e ben de onu yazmışım ama 2016’da cezasızlık bitmediği gibi meşruiyet de kazandı yeni yasal düzenlemeyle. Bu yılı bitirirken yük daha da ağırlaştı, taşımakta çokça zorlandık ama dayanışmayla tuttuk yüklerin her bir ucundan, paylaştıkça hafiflettik tuğla olmanın ağırlığını. İki yazıyla birlikte iki yazı arasında yaşadıklarımızı, bize dayatılan kötülükleri ardı ardına sıraladı zihnim ama yazıya başlamak da, bitirmek de kolay olmadı.

Yılın ilk günlerinde memlekette yaşananları dert edinen insanlar bir araya gelmiştik hani, “bu suça ortak olmayacağız” demek için. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan, Türkiye’de de daha önce hiç yaşamadığımız bir biçimde uygulama alanı bulan 7/24 sokağa çıkma yasaklarını, daha önce çatışmalı dönemlerde hızla artan polis, asker, militan yani genç ölümleri yeterince canımızı acıtmazmış gibi buna çoluk çocuk sivil insanların ölümleri de eklenince yüreğimizi lime lime eden acıyı görüp de çığlık atmamak olmazdı. Bizler de çığlık atmıştık işte. Genellikle duyulmaz o çığlıklar, iktidarların yarattığı o derin körlük ve sağırlık ortamında yitip gider ya, bu kez öyle olmadı. Çok duydular, çok gördüler bir çığlığı, sayelerinde duyulur, görünür oldu. Atılan çığlıkların terör propagandasından sayılması da böyle başladı. Yalnız çığlığı atanlar değil, çığlığı duyanlar da birer birer adliye koridorlarına taşınıp, üniversitelerinden derdest edilme adımları atıldı. Çığlık atanın gözaltına alındığı, daha da ileri gidip tutuklandığı günler gelip çatmıştı artık. Tam da o günlerde, aylar sonra Cizre’de sokağa çıkma yasağının bittiği ilan edilince, gidip de görmemek, görüp de yazmamak olmazdı. Biz de öyle yaptık kaçınılmaz olarak. İnsan hakları savunucusu olmanın gereği, ilk ziyaret, ardından bir incelemeci heyetin ziyareti ile raporlar hazırlandı. Mem ile Zin’in aşkının tanığı kadim sokaklarda artık yanık kokusu eşlik edecekti bizlere. Yanmış kemik parçaları, bir çocuğun minik çenesi, oğlunun cep telefonunda babasının yanmış sureti. “Bizim bu hayatları viraneye çevrilmiş insanlara borcumuz var, unutmamalı. Doksanların vahşetini birer birer akladıkları günlerde zor ama, ille de adalet!”* dedik demesine ya, Cizre’nin bodrumları misali dokunan yandı gelen günlerin ardından. 

Her dokunan, her çığlık atan bir bir tespit edilmişti çok önceden. Hesaplar yapılmış, fırsat kollanan günlere gelmiştik artık.

Bir başka çığlık Özgür Gündem gazetesine yönelen saldırgan tutuma yönelmiş, çığlık atanlara duyulan öfke katlanarak büyümüştü. Memleketin batısında Kürtleri duymak, görmek ve çığlığına çığlık olmak ikinci bir emre kadar yasaklanmıştı anlaşılan. Özgür Gündem ile dayanışma amacıyla başlatılan nöbetçi genel yayın yönetmenliği cezasız bırakılmayacaktı elbette bu koşullarda. Ardı ardına başlatılan soruşturmalar çığ gibi büyürken ilk tutuklamalar da sayemizde yaşandı böylece. Bu yılın kendimce önemli bir yanı var neredeyse 60 yılı bulan ömrümde. İlk tutukluluğumu yaşadığım yıl olarak girecek öznel tarihimin kayıtlarına, ama son olmayacağına dair de kuvvetli hisler beslemekteyim, söylemeden geçmeyeyim.

Malum Kürtlere dokunan, Cizre’yi gören yanıyor. Hele de dayanışmayı ve umudu büyütüyorsa… Ehh, bende hepsinden var ya, ondan!

Sonrası bir günümüzü on yıllara eşdeğer kılan günlere evrilten zamanlar. Bir darbe girişimi, tanklar, uçaklar bu kez başkentte, İstanbul’da insanların üzerine bombalar yağdırırken yüzlerce insanın ölümü ile içine düştüğümüz bir karabasan. İzleyen günlerde bitmek bilmez bir intikama dönüşen OHAL ile 93 yıllık Cumhuriyet tarihinin 41 yılını olağanüstü yaşamak zorunda bırakılmış insanlığımızın tartılıp da kötülüğün galebe çaldığı günler. Yüz binlerin kamu görevinden çıkarıldığı, 50.000’i bulan tutuklamaların yaşandığı, cezaevi nüfusunun 200.000’e dayandığı, on binlerce insanın her gün karakola uğrayıp imza atmak zorunda bırakıldığı, işkencenin ayyuka çıktığı, yüzlerce gazete, radyo ve televizyonun kapatıldığı, halkın iradesinden dem vurulup kendi dışında iradenin tanınmadığı, seçilmişlerin 80’lere rahmet okutacak boyutta kayyumla değiş tokuş yapıldığı, yüzlerce sivil toplum örgütünün kapısına mühür vurulduğu, üstüne bir de memlekette ölen genç sayısı yetmezmiş gibi Suriye’de yanmaya gönderildikleri bir karabasanın içinde debelenip duruyor memleket aylardır. 

Bir öncekinden de hiç memnun değildik, yenisi ile değiştirme talebimize olumlu yanıt alınca sevinmiştik ama yenisini daha beter oldu. Gelen gideni aratırmış derler ya, tam da o hesap. Yılın son günlerindeyiz, tebdili senede ferahlık olur mu?

Kenarından gülümsemekle yetinmeyeceğimiz, ağız dolusu güleceğimiz mücadele dolu günlerimizden vazgeçmedikçe, olur elbet!