Şebnem Korur Fincancı: Onların gözünde beyaz Türkler olarak Kürtlerle işbirliği yapan vatan hainleriyiz

Şebnem Korur Fincancı: Onların gözünde beyaz Türkler olarak Kürtlerle işbirliği yapan vatan hainleriyiz

Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, tutuklanmasına sebep olan Özgür Gündem'de nöbetçi genel yayın yönetmenliği yapmasına ilişkin olarak, "Onların gözünde beyaz Türkler olarak Kürtlerle işbirliği yapan vatan hainleriyiz" diye konuştu.

 

Şebnem Korur Fincancı'nın Evrensel gazetesinin bugünkü (11 Temmuz 2016) nüshasında yayımlanan Serpil İlgün'e verdiği yazılı söyleşi şöyle:

Tutuklanmanıza gerekçe edilen Özgür Gündem gazetesine Nöbetçi Eş Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasıyla başlayalım. Sizi kampanyaya destek vermeye yönelten temel saik neydi?

Aslında uzun yıllardır sürdürdüğüm insan hakları mücadelesinin bir parçası olarak böyle bir karar verdim. Muhalif basına, özellikle de Kürt gazetecilere ve Kürtlerin haber verme kaynaklarına yönelik çok ciddi baskılar olduğunu biliyorum. Özgür Gündem zaten gençliğimden beri çok sayıda kapatmayla karşı karşıya kalmış, bombalanmış, emekçilerinin birçoğu ne yazık ki katledilmiş, ağır tehditlerle karşı karşıya olan bir gazete. Dolayısıyla bu süreçte, özellikle Kürtlere yönelik saldırıların yükselmesiyle birlikte Özgür Gündem’in daha da baskı altında olması beni bu dayanışmanın bir parçası olmaya itti.

Çünkü bu süreçte düşünce ve ifade özgürlüğünden yana tutum almak ve halkların haber alma hakkını korumak gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki, haber alma kaynakları son derece sınırlandırılmış durumda. Ne emredilirse onu yayınlayan, onu yazan bir tabloyla karşı karşıyayız. En basiti tutuklanmamızın ardından Sabah gazetesinde -olası ki bütün havuz medyasında aynı başlık atılmıştır- bizim savcının karşısında da terörü savunduğumuza dair bir manşet yapılmış. Bu akıl alır gibi değil! Bizim “ifade özgürlüğü” diye verdiğimiz ifade, “terörü savunmak” olarak topluma yansıtılıyor ve toplum da ne yazık ki bunu böyle algılıyor. Başka bir kaynağı yok çünkü. Ya da başka bir kaynak arama ihtiyacını oluşturamamışız biz o insanlarda.

Bu tür destek eylemlerine, en azından soruşturma açılması olmazsa olmaz hale geldiğinden, muhtemeledir ki bu kampanyanın da bir yargılama konusu yapılacağını düşündünüz. Nitekim 20 Haziran’da savcı karşısına çıktınız. Süreci takip edenler tutuklama talebini duyduğunda ‘yok artık’ diye başlayan cümlelerden birini daha  kurdular. Siz ne hissettiniz, aklınızdan ne geçti?

Aslında ilk başta ben de “Yine diğer günlerden bir gün, yine ifade vereceğiz, yine soruşturma başlayacak, ama o kadar” diyerek gittim. Hatta öğleden sonra dersim vardı o yüzden “ilk ifadeyi ben vereyim, derse yetişeyim” diye arkadaşlardan rica ettim. İfademi verdim, arkadaşlarla kucaklaşıp “Haydi size de kolay gelsin, görüşürüz” deyip binadan çıktım, taksiye bindim. Taksi daha adliye alanından çıkmadan telefon çaldı; “Gelin, çünkü savcı ‘ifade verenler bir yere ayrılmasın’ demiş” denilince geri döndüm.

Savcı bunu size neden söylememiş olabilir?

O anda söylememişti. Ya da sonradan haber geldi, bilemiyorum! Geri dönerken artık aklımda başka bir durum vardı. Çünkü savcının zaten bakışı, sorduğu sorular, soruş biçimi itibariyle aslında bize karşı genel olarak çok ciddi bir nefret duygusuyla karşı karşıya olduğumuzu hissettim.

Nasıl sorular yöneltti?

Mesela, “Nusaybin’de düşman yerle bir edildi” diye bir haber var.

Özgür Gündem’in yayın yönetmenliğini üstlendiğiniz 30 Mayıs tarihli sayısında yayınlanan haberlerden biri?

Evet, dört haber vardı soruşturma konusu yapılan. Onların arasında savcının duygusunu daha iyi hissetmemi sağlayan haber buydu. Başlık buydu ama aslında devletle çatışan tarafın geri çekildiğini, böylece sivillerin daha fazla zarar görmesinin engellenmesi yönünde bir tutum alındığını söyleyen bir haber o. Savcının en fazla rahatsız olduğu ifade “düşman” ifadesiydi. Ben “Evet, bu haber de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmeli” deyince, “Düşman diyor” ama dedi. Evet, düşman diyebilir. Devletle yurttaş arasında doğru bir ilişki olsa bu belki “sorun” olabilir, ama bu koşullarda yurttaşın devletten nefret etmesinden, onu düşman olarak görmesinden daha doğal bir şey olamaz. Burada tehlikeli olan, -savcıya da anlatmak isterdim- devletin yurttaşını düşman olarak tanımlaması. Çünkü devlet hepimizin devleti, hepimiz ona vergi veriyoruz, hepimiz onun bir takım kurumlarında görev yapıyoruz; dolayısıyla kim olursak olalım bizi gözetmek, daha sağlıklı, güvenli bir yaşam sürdürmemizi sağlamak zorunda. Ve bunu ayrımsız yapmak zorunda. Ama tabii bunu böyle algılamıyoruz bu sorunlu ilişki içinde. Gördüm ki savcının da böyle bir sorunlu ilişkisi var. O zaman zaten aklıma savcının tutuklama talebinde bulunabileceği geldi.

Barış istemenin bile teröre destek olarak nitelendiği yaşadığımız sürecin, her yana çekilebilir terör şemsiyesi altına, Özgür Gündem’le dayanışma ‘suçu’ da dahil edilmiş oldu. Bu ‘suçu’ işleyen birçok kişi arasından üçünüzün seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uluslararası alanlarda Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere hak ihlallerini gündeme getiren birileri olarak, Erol Önderoğlu olsun, Ahmet Nesin olsun, ben olayım, rahatsız etmiştir devleti. İfade vermeye giderken tahminim yurt dışına çıkış yasağı ve adli kontrolle bizi bırakmalarıydı. Gerçi bu dönemde fiziksel olarak gitmek gerekmiyor, sonuçta internet üzerinden zaten sürekli gözlemlerimizi paylaşıyoruz. Ama bu da bir cezalandırma olarak tanımlanabilir devletin mantığı ile düşündüğünüzde. Fakat savcının bana bu kadar nefretle bakmış olması karşısında, dedim ki “Yok, bu kadarıyla kalmayacak, büyük olasılık tutuklama çıkacak.”

Tutuklama kararı verildiğinde ne hissettiniz?  

Önemli ölçüde “Eyvah, işlerimi organize edemedim” duygusu yaşadım. Çünkü Şırnak, Nusaybin vs’deki sokağa çıkma yasakları bitecek ve biz yine bölgeye gideceğiz, inceleme yapacağız. İşte kimler gitsin diye kafamda düşünceler vardı. “Neyse, gidecek çok arkadaş var, benim gitmem şart değil” diye düşündüm. Bir de çok kişisel bir şey, kızımı düşündüm. Şehir değişikliği yapması gerektiği için “Bu durum onun işlerini engellemese bari” falan diye düşündüm. Onun dışında hani bir rahatlama oldu aslında! Çünkü bunu ne zamandır bekliyordum.

 

"Onların gözünde beyaz Türkler olarak Kürtlerle işbirliği yapan vatan hainleriyiz"

 

Sizi tanıyanlar, çalışmalarınızı izleyenler devletin ve iktidarların Şebnem Korur Fincancı’dan hoşlanmadığını da bilir. 90’larda da hak ihlallerini ve işkenceleri belgelediğiniz, karşı tutum aldığınız için soruşturmalar, görevden almalar dahil çeşitli bedeller ödediniz. Tutuklama neden o dönem değil de bugün, Gündem’de bir günlük sembolik yayın yönetmenliği yaptığınız için geldi?

Sanırım en affedemedikleri durum özellikle bu hepimize giydirilmek istenen Türklük halinin bir biçimde bizim gibi “Beyaz Türk” olarak tanımlanan insanlar tarafından reddedilmesi. Etnik kimliklerin bu ülkede eşit yurttaş olarak bir arada yaşama hakkını savunuyor, katliamlara karşı çıkıyor olmamız. “Bu suça ortak olmayacağız” ifadesi ve Kürtlerle, beyaz Türklerin bu düzlemde buluşmasına duyulan öfke, Esra’yı (Mungan), Meral’i (Camcı), Kıvanç’ı (Ersoy),  Muzaffer’i (Kaya) tutuklamalarıyla sonlandı. Bu da tam böyle bir şey. Ne yapıyorsun, bir Kürt gazetesiyle dayanışma içindesin, üstelik bir de Kürtler katlediliyor diye çıkıp ortalarda konuşuyorsun! Erol’un (Önderoğlu) sürekli yayınladığı medya gözlem raporlarıyla bu yaşanan ağır ihlali görünür kılması, Ahmet Nesin’in her yazısında devletin yapılanmasına vuran ve Kürt illerinde yaşanan katliamları nasıl bir örgütlenmeyle yeniden gerçekleştirdiklerini ortaya koyan yazıları… Dolayısıyla üçümüz de beyaz Türkler olarak Kürtlerle işbirliği yapıyoruz, bu nedenle de vatan hainiyiz onların gözünde.

90’larda da benzerleri oldu ama bu sefer hakikaten çok daha pervasızca ve çok topluca gerçekleşmiş kıyımlarla karşı karşıyayız. Bir de o dönemlerde halka bunları iletebilecek kaynaklar sınırlı olduğu için bizim sesimiz de daha sınırlı kalıyordu. Şimdiyse soysal medya üzerinden daha da yaygınlaşabiliyor sözlerimiz. Mesela okuyacağını düşünmeyeceğimiz pek çok insan Cizre raporunu okudu. Ve bir çocuğun da o bodrumda olduğunun belgelenmesi en azından birilerinin vicdanına seslendi. En azından kendilerini “Bu çatışma mı, yoksa imha harekatı mı” sorusunu kendilerine sorarken buldular. Bu da bu iktidarın asla affetmeyeceği bir şey.

 

"Tutukusuz yargılandığımızda dayanışmanın söneceği düşünmüş olmalılar"

 

En iyi ihtimalle ilk mahkemeye kadar tutulurlar diye düşünüldüğü için tahliyeniz ‘dışarısı’ için sürpriz oldu. Siz de şaşırdınız mı?

Ben de en iyi ihtimalle adli tatil sonrasını bekliyordum! Mahkemede tahliye vermeyebileceklerini de düşünüyordum çünkü dediğim gibi bu devleti, iktidarı tanıyorum. Bu devleti onaylamıyorum, onu dönüştürmek için elimden geleni yapıyorum. Ben zaten devlete külliyen karşıyım. Başka organizasyon yöntemleri, otonomlar, başka sistemler olur diyen biriyim. O yüzden devletin ve onun hukuk sisteminin beni hemen salıvermesi beklentim değil. Bundan da bir üzüntü duymam, umutsuzluğa da kapılmam. Ama ara kararla tahliye kararını duyduğumda doğrusu dedim ki bu akıllı düşman!

Neden ‘akıllı düşman’ dediğinizi açar mısınız? Ek olarak, siz tutuklandıktan sonra yoğun bir mücadele ve dayanışma hayata geçirildi. Sadece Türkiye içinde değil, yurt dışındaki pek çok kurum ve örgütten tepki geldi. Bunun tahliyenizdeki etkisi için ne söylersiniz?

Evet, uluslararası dayanışma da, Türkiye içindeki dayanışma da hakikaten çok büyüktü. Ahmet’in, Erol’un, benim bütün dostlarımız inanılmaz bir dayanışma ördüler. Mesela tabip odaları sırayla gelecekmiş nöbet gününe. Ne muhteşem, iyi ki hekim olmuşum dedirten bir örgütüm var. Sendikalar öyle, yine taşeron işçilerimiz… Yurt dışında da uluslararası kurumlar, örgütler ses çıkardılar. Yine meslektaşlarımız, Dünya Tabipler Birliği Başkanı’ndan Amerika’daki İnsan Hakları İçin Hekimler Örgütü’ne, İşkence Rehabilitasyon Merkezleri Konseyi’nden üniversitelerdeki meslektaşlarıma, yani bireyselden tutun kurumsala yayılan dalga dalga bir dayanışma.

“Akıllı düşman” derken tam da bunu kast ettim. Şöyle düşünmüş olmalılar; tutuklu yargılama bu koşullarda onlar için çok yerden yere vurulma alanı haline dönüşecek. Bize kendimizi, demokrasiyi, insan haklarını ve barışı savunabileceğimiz çok iyi bir mecra açmış olacak. Üstelik bu bütün dünyanın gözleri önünde olacak. Tutuksuz yargılandığımızda bu dayanışmanın söneceğini ve görünürlülüğü azaltabileceklerini düşünmüş olmalılar.

“Eylem yapıyoruz de ne oluyor?” “Dayanışma gösteriyoruz ama bir şey mi değişiyor” gibi  karamsar duygu ve düşüncelerin hakim olabildiği bu günlerde, mücadele ve dayanışmanın bu sonuç alıcı etkisinin üzerinden atlanmaması gerekiyor, ne dersiniz?

Kesinlikle. Beni en çok sevindiren de bu kuvvetli dayanışmaydı. Temas alanının genişliği dayanışmanın da çok renkli olmasını sağladı. Farklı görüşlerimize rağmen birlikte eylem yapabilme, birlikte mücadele edebilme irademiz gelecek için çok önemli. Mesela, bizim tutuklanmamızla birlikte hemen çok farklı kesimlerden insanlar, gazeteciler, Özgür Gündem için gönüllü oldular. 100’ün üzerinde gazeteci, yazar, yayın yönetmeliği için başvurdu. Özgür Gündem ve basın özgürlüğü daha çok dile gelir oldu. Bunu daha ileriye taşımak gerekiyor.  

 

"Sonuçta her zaman yapılacak bir şeyler var"

 

Hiç beklemediğiniz bir tutuklama almışsınız, cezaevinde ne kadar kalacağınız belli değil, ama siz ‘Hayatımdaki bir eksiklik tamamlandı, gözlem yapma imkanı buldum, iyi ki düştüm diyesim var’ diyorsunuz. Böyle bakabilmeyi nasıl başarıyorsunuz? Onca zaman dünyanın pek çok yerindeki hak ihlallerine tanıklık etmenin getirdiği bir tür dayanıklılık mı bu?

Olabilir, bilmiyorum. Bir şekilde bütün bu biriktirdiklerim kişiliğimi, hayata bakışımı ve duruşumu belirledi. Ama ben zaten oldum olası çok meraklı bir insan oldum. Hayatları merak ederim, insanları merak ederim, makineleri merak ederim. Bütün çocukluğum elime geçen her makinenin içine bakmakla geçti örneğin. Bunu destekleyen bir aile yapımız vardı tabii. Bilim insanı olmamda da bu merakımın rolü çok büyük. Dolayısıyla bu meraklılığım cezaevi için de devreye girdi!

Yine de ilerleyen günlerde umutsuzluğa kapıldığınız, ‘Bizi burada aylarca tutabilirler’ diye bir moralsizlik yaşadığınız oldu mu?

Bunu umutsuzluk olarak tanımlamam, çünkü ben bizi senelerce bile cezaevinde tutabilecek bir sistemin varlığından haberdarım. Bu da beni ne umutsuzluğa sevk eder ne de davranışlarımda bir değişikliğe yol açar. Ben mücadeleyi bulunduğum yerden yine yaparım. İçerde de mücadele etmek mümkün; daha çok okurum, daha çok yazarım... Sonuçta her zaman yapılacak bir şeyler var.

Cezaevinden sonra sözünüze, sesinize yansıyan daha güçlenmiş, daha bilenmiş bir Şebnem Hoca ile karşılaştık, yanılıyor muyuz?

O dayanışma ruhuma çok iyi geldi. Beni daha güçlü, daha direngen kıldı. Evet, tutuklama kararı ve devletin saldırgan tutumu karşısında ben de daha öfkeliydim. Zaten öfkeliyim. Özellikle Cizre’de bodrumda çocuk alt çenesini bulduğumdan beri inanılmaz öfkeliyim. Yani her şey olabilir, çatışmalar, savaşlar -karşıyım ama- bunlar olabilir. Fakat çatışma denkler arası bir çatışmadır. Burada dengi dengine uymayan bir çatışma var. Ellerinde bu tür silahlar olmayan insanların üzerine uçaklarla, tanklarla gitmeniz ayrı bir şeydir. Bu haksızlık, bu adaletsizlik beni öfkeden çılgına çeviriyor. Bu da gücümü artırıyor.

 

İnsan hakları savunucuları, avukatlar, hakimler, savcılar mutlaka cezaevlerinde staj yapmalılar

 

Cezaevinde nasıl karşılandınız? İlk günler tecride alınmıştınız ama günlüklerinizden anladığımız kadarıyla bu daha çok sizin deneyimsizliğinizden kaynaklanmış!

Evet, kendim ettim, kendim buldum! Selçuk Kozağaçlı şöyle demişti; “Başkalarını kırmamak için kendini tecride mahkum eden yegane insan sensin herhalde!” Aslında ilk başta karantina ya da geçici koğuş dedikleri bir alan var. Benim bulunduğum yer altı yataklıydı ama benden başka kimse yoktu. Çarşafı, yastık kılıfı kullanılmış ve değiştirme olanağı yok. Bir de hazırlıksız geldiğim için doğal olarak üzerimde elbise dışında bir şey yok. Normalde biraz titiz bir insanımdır ama bu titizlik de şöyledir, olanaklar yoksa çok kolay uyum sağlarım. Yani yerde, toprağın üstünde yatmak gerekiyorsa yatarım. “Ne olacak, bir gün sonra, beş gün sonra bir şekilde temizlenmenin yolunu bulurum” duygusuyla dert etmedim. Tek derdim kitap yok. Kitapsız ne yapacağım, kara kara düşünüyorum. Ama sağ olsunlar, her türlü sıkıntımı çözen bir anlayışla davrandılar.

Bunu neye bağladınız?

Birincisi hala bu toplumda okumuş yazmış insanın bir değeri var. Bütün bu dönüştürmeye, bütün bu ayrıştırmaya, çatışmaya dönük yaklaşıma ve çabalara rağmen halklarımızın önemli bir kısmı hala okumuş yazmış insana özen gösterme, değer verme davranışı gösteriyor. Ve ne iyi ki pek çoğu çocuklarını okutmak için çaba sarf ediyor. Dikkatimi çeken ve sevindiren bir diğer şey de, genç infaz koruma memurları arasında hukuk okuyanların olması. Avukat, savcı, hakim olacaklar ve cezaevini içeriden biliyor. Ne kadar kıymetli! Tam da o sıralar şunu düşünüyordum, insan hakları savunucuları, avukatlar, hakimler, savcılar mutlaka cezaevlerinde staj yapmalılar. Hatta program bile çıkardım, bir hafta adli koğuşta, bir hafta siyasi koğuşta, bir hafta tecritte, bir hafta da infaz koruma memuru olarak...

Bu neden önemli?

Çünkü bütün tarafların yaşadıklarını deneyimlemiş olacaklar. Öyle bir cezalandırıcı adaletle uğraşıyoruz ki maalesef, yargıladıkları veya savundukları insanlar için cezalandırıcı adaletin ne anlama geldiğini kavrama becerisi geliştirecekler.

 

"Yukarından bakmayan bir ilişki kurmak ve birlikte nasıl çıkarız bu işin içinde diye düşünmek lazım"

 

Can Dündar ve Erdem Gül, ardından ‘Bu suça ortak olmayacağız’ dedikleri için tutuklanan akademisyenler, şimdi de çalışmaları uluslararası alanda kabul gören, uluslararası temsiliyetleri de olan siz, Ahmet Nesin ve Erol Önderoğlu’nun tutuklanmasıyla topluma nasıl bir mesaj verilmiş oluyor peki? Erdoğan’ın aydın ve akademisyenlere yönelik ‘Bunlar aydın müsveddeleri, bunlar karanlık’ şeklindeki değersizleştirme söylemleriyle birlikte ele aldığınızda nasıl bir okuma yaparsınız?

Benim baktığım yerden şöyle görünüyor; İttihat ve Terakki’den başlayarak, Cumhuriyet dönemindeki aydınlanma hareketleri seçkinci bir hareket. Dıştan gelen bir aydınlanma. Seçkinci dememin nedeni de o. Yani insanın kendi çabasıyla, kendi emeğiyle, birlikte tartışarak ve bunu seçerek aydınlanması ve ileri adım atması değil aydınlanma hareketi. Dışarıdan ve “bu küçük zavallı insanları ben aydınlatayım” diye bakan bir hareket. Bu herkesi çok rahatsız eder kaçınılmaz olarak. Cumhuriyetin ilk yıllarında da mesela Köy Enstitüleriyle, topluma yayılan bir takım hareketlerle ileri doğru adımlar atılıyor gibi görünüyor ama bir iç hareket olmadığı için tümüyle benimsenen, içselleştirilen bir duruma hiçbir zaman dönüşmüyor. Büyük şehirlerde belki daha içselleştirilmiştir ama Anadolu’da böyle değil. Sonra yatırımlar yapılmadığı için hızla tarım toplumundan çıkıp fabrikaların olduğu kentlere hızlı bir göç yaşandı. Kendi köklerinden kopmuş durumdalar ama geldikleri yerlerde kabul görmüyorlar, çünkü şehirli gruplar onları küçümsüyor. Bundan hiç hoşnut olmadılar ve aramızda bir çatışma oluştu. 50-60 yıldır var olan bir çatışma bu. AKP’nin başarı kazandığı alanlardan bir tanesi bu çatışmayı kullanmak oldu. Aslında birbiriyle temas etmeyi beceremedikleri için değerlerini yitiriyorlar; şehirdekiler de yitiriyor, şehre yeni gelenler de yitiriyor. Birlikte şehri dönüştürme, daha iyi, daha sağlıklı, daha güzel bir ortam yaratma imkanı bulamadılar bu çatışma nedeniyle. AKP bunu bildiği için son derece rahat davranabiliyor. Herkese saldırabiliyor, herkesi aşağılayabiliyor ama tersinden bir aşağılama ile karşı karşıyayız şimdi.

Ve bu her vesileyle tekrarlanıyor; aydınlar, akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler hedef gösteriliyor...

Tam da öyle. Kendisi de böyle hissediyor muhtemelen ve halkların da böyle hissetmesini istiyor. O yüzden böyle hissetmeyecekleri ve yukarıdan bakmayan bir ilişki kurmak ve “Birlikte nasıl çıkarız bu işin içinden” diye düşünmek lazım. Çünkü yukarıdan baktığımız anda çok sıkıntı var ve bunu her gün görüyoruz zaten. Son derece aşağılayıcı bir takım ifadelerle küçümseyen tutumlar doğru tutumlar değil; bizi de insan olmaktan çıkarıyor, halkları da.

 

"Geçirdiğim en karanlık dönem"

 

‘Suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, terör örgütü propagandası yapmakla’ suçlanıyorsunuz ve 14.5 yıla kadar hapsiniz isteniyor. 8 Kasım’daki duruşmada yine bir tutuklama çıkabilir mi? Ya da görevden alma, işten atma gibi uygulamalar ...

Tutuklanmak, görevden alınmak her zaman mümkün. Şaşırtıcı olmaz çünkü gerçekten çok karanlık bir dönemden geçiyoruz. 70’leri, 80’leri, 90’ları ve 2000’leri yaşamış biri olarak geçirdiğim en karanlık dönem diye düşünüyorum

 

"Nereye kadar bastırıp, yok sayabilecekler?"

 

Bu röportajı bayramın son gününde yapıyoruz. Memleketin bir bölümü bayram neşesi, tatil vs. duygusu yaşarken, bir bölümünde ölüm, yıkım ve dile getirmesi güç acılar yaşanıyor. Başbakan, havaalanı saldırısında 45 vatandaşının öldürülmesinden iki gün sonra köprü açılışı düzenleyip ‘Bugün bizim bayramımız’ diyebiliyor. Dolayısıyla savaş başladığından bu yana toplumsal kutuplaşma, yarılma, birbirine düşman olarak bakma durumu bugün daha ileri taşınmış durumda, ne dersiniz?

Zaten süreç adım adım böyle işledi. Mesela Roboski katliamı oldu, bir iki gün sonra yılbaşıydı, herkes kalktı yılbaşı kutladı. Biz zaten bu tür davranışlarla sürekli birbirimizden ayrıştırılıyoruz. İnsanlar keşke bu dolduruşlara gelmese. Ama bu bugünkü bir sorun değil. Maalesef milliyetçi politikalarla gittikçe daha da artırılıyor. Yani Ermeniler katledilirken, tehcire uğrarken de aynı reflekslerimiz vardı. Dersim katliamı olduğunda da benzer durumlarla karşılaşıldı. Gencecik insanlar meclis kararıyla asıldığında da... Yani bu şiddet katliamlar bizi ayrıştırmak için kullanılıyor zaten. Çünkü birileri bunun rahatlığına sığınıyor. Bunun karşısında “Bilmiyorum, haberim yoktu” diyemeyiz. Bilmiyorum dediği her şeyi biliyor aslında. Cildinin altında yüzeye çıkmaya hazır bir şekilde hissediyor insanlar. Niye bu kadar uyku bozukluğu var bu ülkede? Neden bu kadar ağır depresyonlardayız biz? Keşke yüzleşme becerisi gösterseler. Korkunun ecele faydası yok. Nereye kadar bastırıp, yok sayabilecekler?