Gazeteci Sedef Kabaş, “Cumhurbaşkanına hakaret” suçundan 2 yıl 4 ay hapis alırken, “Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret” suçlaması yönünden Kabaş’ın beraatına hükmedildi ve tahliye edildi.
Kabaş'ın mahkemede yaptığı savunmanın tam metni şu şekilde...
"Babasının tahsili nedeniyle Londra'da dünyaya gelmiş, bundan ötürü T.C. vatandaşlığının yanı sıra Birleşik Krallık vatandaşı olan, yani başta İngiltere olmak üzere dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde yaşama veya çalışma imkânı bulunan ancak kendi isteği ve özgür iradesi ile yürekten bağlı olduğu vatanında yani Türkiye'de yaşamayı tercih etmiş biriyim. Ve bu mevcut iktidarın bize ve bana yaşattıklarına rağmen bu ülkede kalarak, bu cennet vatanın özgür, adil ve müreffeh günlere kavuşması için elimden geldiğince bir gazeteci sorumluluğu çerçevesinde gerçekleri yazmaya ve konuşmaya devam edeceğim. Öncelikle gıyabında “kaçma şüphesi var” diyenlere peşinen beyan ederim.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi üzerine lisans, Boston Üniversitesi’nden TV Haberciliği ve Yayıncılığı üzerine yüksek lisans, Marmara Üniversitesi Yüksek Gazetecilik bölümünden alınmış doktora derecem var. Yurtdışında burslu okumuş, dünyanın en büyük haber kanalı CNN International’ın Atlanta’daki haber merkezinde çalışmış yine kendi isteği ile ülkesine dönmüş bir TV habercisiyim. Uzun yıllar ülkemizdeki çeşitli ulusal kanallarda yayınlanmış binlerce haber/röportaj programına imza attım. Özellikle son yıllarda yine pek çok haber kanalında konuk konuşmacı olarak sayısız canlı yayına katıldım. Bugüne kadar ne yaptığım programlar ne de katıldığım yayınlar ile ilgili olarak hakaret dâhil hakkımda açılmış tek bir dava yoktur. Bu gerçek, şahsım ile ilgili olarak ortaya atılan “provokatör” iddiasını temelden çürütmektedir.
Gazeteci ve TV habercisi olmanın yanı sıra çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi olarak binlerce öğrenci yetiştirmiş; bir eğitmen olarak iletişim, liderlik ve medya üzerine sayısız eğitim, seminer, konferans vermiş; ülkemizin önde gelen şirketlerinin üst düzey yöneticilerine danışmanlık yapmış biriyim. Tüm bu nedenlerden ötürü davet edildiğim bir eğitim konferansında, kamuya açık 2000 kişinin dinleyici olarak bulunduğu bir salonda yaptığım ve sonrasında da Youtube’da yüzbinlerce kişinin izlediği bir konuşmanın videosunu, geçen sene bu zamanlarda AK Parti yetkilileri kasıtlı biçimde montajlayarak gıyabımda korkunç bir iftira kampanyası başlatmışlardır. 2021 Nisan ayında AK Parti grup toplantısında bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan canlı yayında milyonlara beni aleni şekilde hedef göstererek “128 Milyar Dolar Nerede sorusu koca bir yalan ve bu büyük yalanı CHP lideri Kemal KILIÇDAROĞLU’na söyleyin emrini veren işte bu bayan” demiştir. Ardından da Topraklar Değil, Beyinler İşgal Ediliyor isimli TEDx konuşmamın içeriği kasıtlı biçimde çarpıtılarak, yani Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e ait sözler sanki bana aitmiş, sanki ben söylemişim gibi montajlanarak kamuoyuna izletilmiştir. İronik biçimde Goebbelsvari kara propaganda tekniklerini eleştirdiğim bir eğitim seminerim Goebbelsvari bir kara propagandanın malzemesi yapılmıştır. Hem “topluma büyük yalanlar söyleyin” tavsiyesini veren bir eğitmen olduğum iftirası hem de aleni biçimde halkın kandırılmaya çalışması nedeniyle konuyu yargıya taşıdım. Recep T. Erdoğan aleyhine 128 kuruşluk tazminat davası açtım. Merak ediyorum acaba hukuk karşısında hakkımı aramak şahsıma yönelik husumetin sebeplerinden biri olabilir mi? Mahkemenin dikkatine sunmak istediğim bir başka husus da şu; Daha önce “topluma büyük yalanlar söyleyin” dediğim iftirasında bulunanlar ile şimdi “Cumhurbaşkanına hakaret etti” iddiasında bulunanlar AYNI KİŞİLER!
İşte bu aynı kişiler şimdi bir atasözünden zorlama biçimde hakaret suçu çıkarmaya çalışıp, benim 13 yıla yakın hapisle cezalandırılmamı talep ediyorlar!
Oysa…
IŞİD terör örgütü üyesi olup, Suriye’de örgütsel eğitimler alıp, emniyetin “canlı bomba” listesinde bulunsaydım, cezasız serbest bırakılacaktım.
Uluslararası uyuşturucu ticareti yapıp, Mersin Limanı’na 4.9 ton kokain getirmiş olsaydım, bırakın soruşturma açılmasını ismim dahi gizli tutulduğu için dışarıda rahat rahat dolaşacaktım.
Terör örgütü PKK’nın başı Öcalan ile görüşüp, mektubunu devlet televizyonunda okuyarak siyasi mesajını topluma iletme “misyonunu” üstlenmiş olsaydım, görüşleri referans alınan bir “akademisyen” olacaktım.
Bugün FETÖ dedikleri “Hoca Efendi”leri için övgüler düzüp, Pensilvanya’da birlikte fotoğraf çekilmiş olsaydım, muhtemelen mevcut iktidarın gözde bakanlarından biri olacaktım.
Kamunun mallarına, arazilerine, madenlerine, limanlarına, marinalarına, fabrikalarına “çöküp”; yolcu, hasta, müşteri garantili usulsüz nice devlet ihalesini kapıp, halkı milyarlarca dolar zarara uğratsaydım, bir de millete ana avrat hitap etmiş olsaydım, bulunmaz hint kumaşı olacaktım.
Ya da bir muhalefet liderinin suratına yumruk atsaydım tutuksuz yargılanacak ve hakkımda en fazla 3 yıl hapis istenen biri olacaktım.
Ne var ki, bugünün Türkiye’sinde birilerine göre en büyük “suçu” işledim. Ne terör, ne cinayet, ne uyuşturucu ticareti, ne nitelikli dolandırıcılık, ne vatana ihanet… Bugün bu ülkede en ağır “suç” Cumhurbaşkanına hakaret!
Peki, hakaret suç mudur? Elbette suçtur. Kanaatimce suç olmasının ötesinde ayrıca ahlaki bir sorundur. Ancak bu suç HERKES için geçerlidir, zira hukuk karşısında herkes EŞİTTİR! Örneğin Cumhurbaşkanına hakaret etmek nasıl bir suç ise Cumhurbaşkanı da bir başkasına hakaret ettiğinde benzer suçu işlemektedir. Yani bu suçu işleyen herkes için eşit ceza ya da bu suçun mağduru için eşit koruma temin etmek, hukuk devleti olmanın bir gereğidir.
Oysa mevcut durumda Cumhurbaşkanına özel bir koruma kalkanı yaratılmaya çalışılmaktadır. Daha önce tarafsız Cumhurbaşkanı için çıkartılmış olan TCK’nın 299. Maddesi, Anayasamızın 90. Maddesi açısından artık yok hükmündedir.
Zira Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler “Hukuk karşısında herkes eşittir” ilkesinden hareketle devlet başkanlarına özel, ayrıcalıklı, istisnai bir statü tanınamayacağını belirtiyor. En son AİHM tarafından verilmiş 19 Ekim 2021 tarihli Vedat Şorli kararı bunu bir kez daha teyit ediyor. Karar hem Devlet Başkanlarına ayrıcalık ve özel koruma sağlanamaz diyor hem TCK’nın 299. Maddesinin kaldırılmasını “hukuki zorunluluk” olarak nitelendiriyor. Anayasamızın 90. maddesi de uluslararası sözleşmeler ile iç hukuk çelişiyorsa, ilki geçerlidir diyor. Yani aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret edildi iddiası ile 160 binden fazla vatandaşımız hakkında açılan soruşturma ve 33 binden fazla vatandaşımıza verilmiş mahkûmiyet kararları yok hükmünde olan bir yasaya dayandırılıyor. Bir bakıma hukuk hiçe sayılarak fiili bir durum oluşturulmaya çalışılıyor.
Gelelim “Gazeteci Sedef Kabaş Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret etti” iddiasına… Bir koruma kalkanı olsa da olmasa da ben Cumhurbaşkanı’na hakaret etmedim, etmem. Çünkü herhangi başka birine de hakaret etmem, edilmesini de tasvip etmem. Ancak ülkeyi ekonomik, siyasi, hukuki ve neredeyse her alanda tarihteki en ağır şartlara mahkûm etmiş bir iktidarı ve onun başat temsilcilerini gerekirse en ağır şekilde eleştiririm. Takdir edersiniz ki, bu eleştiriler ifade özgürlüğü kapsamında olup, hem TC vatandaşı olarak en temel Anayasal hakkım hem de bir gazeteci olarak en asli görevimdir.
Peki, ne oldu? 14 Ocak 2022 tarihinde TELE1’de Demokrasi Arenası programında Sayın Uğur Dündar’ın “siz siyasete son dönemde hâkim olan kırıcı, kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı hatta tehtitvari üslubu nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna yanıt olarak 1980 öncesi bu toplumun nasıl “sağcı mısın, solcu musun” diye bölündüğünü, şimdi de “AKP’li misin, değil misin” diye yine acımasızca adeta tarihten hiç ders alınmamışçasına bölündüğünü söyledim. Bu halk Erdoğan’a çok şans verdi, çok destek, çok paye verdi, çok iyi makamlara getirdi ama karşılığında kendisi birleştirici bir üslup yerine bizi ısrarla, sistemli olarak kutuplaştırdı dedim.
Siyasette kavgalar, çatışmalar, fikir ayrılıkları olabilir ancak tartışmalar belli bir düzeyde olmalıdır, gerektiğinde hiciv sanatından yararlanılabilir, ironi yapılabilir, ya da atasözleri kullanılabilir. Ama düşük üslup ya da küfür kabul edilemez dedim.
Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk Milleti'nin birliğini temsil eden birinin bu milleti; benden olmayan herkes “düşman”, bana oy vermeyen herkes “hain”, bana muhalefet yapan herkes “terörist” diyerek bölmek ne demektir? Bu söylemler ile hem toplumun birlik ve beraberlik ruhu yok ediliyor hem de gerçekten düşman, hain terörist olanları ılımlaştırıyor, hem de onlara adeta meşru bir zemin oluşturuluyor, farkında mısınız? “Boğaziçi Üniversitesi’nin pırıl pırıl gençlerine terörist derseniz ya da İBB’de çalışan herkesi toptan “terörist” torbası içine atarsanız, gerçekte ‘terörist’ olanlara ne diyeceksiniz?” diye sordum. Bir balkon konuşması vardı tarihe geçmiş olan. Bu konuşmayı yapan ile bugün “terbiyesiz herif, cibilliyetsiz, Cumhur ittifakı olarak hepinizi önümüze katarız, daha bunlar iyi günleriniz, anırsalar da anırmasalar da” diyen aynı kişi mi? Aynaya baktığı zaman kendisiyle gurur duyuyor mu Recep Tayyip Erdoğan? Sokak röportajlarında vatandaşların konuşmalarına bakın, hiç kimse hiç kimseye küfretmiyor, dertlerini anlatarak argümanlar ortaya koyarak tartışıyorlar yani halkın sağduyusu sarayda oturanlardan çok daha fazla dedim. İçeriği bu olan konuşmamı güçlendirmek için de “Taçlanan baş akıllanır” derler, bir de bunun tersini söylerler deyip, malum atasözünü (biraz da değiştirerek, yumuşatarak öküz yerine büyük baş diyerek) örnek verdim. Zaten iddia edildiği gibi hakaret kastım olsa sözün orijinalini kullanırdım.
Ne program sırasında (ki elli yıllık duayen gazeteci Uğur Dündar, herhangi bir hakaret kastı olduğunu düşünse tereddütsüz anında müdahale ederdi.) ne sonrasında söylemimden “Cumhurbaşkanına hakaret etti” çıkarımında bulunan olmadı. Daha önemlisi izleyicilerden de bu yönde yorum, ikaz, eleştiri, yapan çıkmadı. Zaten 6 gün boyunca RTÜK dâhil hiç kimse böyle bir kanaate varmadı.
Bu canlı yayından bir hafta sonra 21.01.2022 tarihinde sanatçı Sezen Aksu'nun 2017 yılında yazdığı bir şarkının sözlerine ilişkin olarak iktidar yandaşları tarafından başlatılan karalama kampanyası devam ederken, sanatçının evinin önüne giden bir grup, tehditkar basın açıklamaları yaparken, Cumhurbaşkanı katıldığı Cuma namazında mikrofonu eline alarak “Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak da bizim görevimizdir.” dedi. Erdoğan’ın bu sözleri sosyal medyada yoğun bir eleştiri furyasına neden oldu. Aynı günün akşam saatlerinde Takvim gazetesi bana aleni şekilde hakaret eden, beni açıkça hedef alan, savcıları göreve çağıran “Hoşt... Sedef Kabaş Cumhurbaşkanı’na hakaret etti savcıları göreve çağırıyoruz. Sedef Kabaş hesap verecek!” başlıklı haberi yayınladı. İlk kurşun atılmıştı. Ardından sosyal medyada troller, yaylım ateşi misali linç, küfür, hedef gösterme kampanyası başlattılar. Adeta bir sanatçının dilini koparmayı kendine görev bilen Erdoğan’ı, “mağdur” kişiye dönüştürme planını devreye soktular.
O gece saat 2'de 6 polis tarafından gözaltına alındım. Oysa çağırsalar giderdim. Yıllardır hakkımda sayısız suç duyurusu yapıldı, dolayısıyla sayısız kez polis tarafından ifadeye çağırıldım. Değerli emniyet mensupları gayet iyi bilir, bir kez olsun gitmezlik yapmadım.
İronik olarak bir başka hususta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat açıkladığı İnsan Hakları Eylem Planı çerçevesinde "Artık gece yarısı insanlar evlerinden alınmayacak” demiş olmasıydı. Bırakın AİHM’i ya da Anayasa'yı kendi koydukları yasalara bile uyma ihtiyacı hissetmiyorlardı. Özetle söylenen başka, uygulama bambaşkaydı.
Ertesi gün daha polis tarafından alınan ifadem bile tamamlanmamıştı ki o tarihte Adalet Bakanı olan Abdulhamit Gül: “Bu hadsiz beyanlar karşısında yargı cezasını verecektir.” dedi. Bir başka ironi de aynı Bakanın daha önce defalarca "Yargı bağımsızdır, bağımsız olmalıdır” şeklinde açıklamalar yapmış olmasıydı. Akabinde koro halinde arka arkaya Bakanlar, Ak Parti’nin önde gelen isimleri, RTÜK Başkanı beni "suçlu” ilan ettiler. Masumiyet karinesine saygı duymaya ya da mahkeme kararını beklemeye gerek yoktu. Yani hüküm çoktan verilmişti.
Nitekim polise verdiğim ifade için bile saatler süren (sorulan sorulara ve verdiğim yanıtlara dair) kontroller, yoğun telefon trafiği, ortamdaki tedirginlik çok şey anlatıyordu. Benzerini gencecik bir savcıya verdiğim ifade sürecinde de yaşadık. Hem ifademin öncesinde saatlerce bekletildik, hem ifade sonrasında savcının kararını açıklaması epey sürdü. İnsan ister istemez düşünüyordu, acaba tüm süreci “göklerden gelen bir karar” mı yönetiyordu?
Tutuklanma talebiyle sevk edildiğim nöbetçi mahkemede sayın hakim tereddütsüz “Delil karartma ve kaçma şüphesi var” diyerek hakkımda tutuklu yargılanma kararı verdi. Oysa ortada karartılabilecek, yok edilebilecek ya da değiştirilebilecek bir delil yoktu. Bir hafta önce bir canlı yayında yaptığım konuşmayı nasıl karartabilir, yok edebilir ya da değiştirebilirdim ki? Ortada kaçacak bir kadın da yoktu. Yerim yurdum belli, adresim sabitti. Polis her çağırdığında ifadeye gitmiş, yıllardır Ağır Ceza Mahkemesi dahil defalarca iktidarın önde gelenleri tarafından hakkımda açılmış davalarda yargılanmış yine de bırakın kaçmayı tek bir geri adım atmamıştım!
Sonuçta infazı söz konusu olsa bir saat yatarı olmayan bir sözde suçtan ötürü beni hapsettiler.
Yani önce “suçlu” ilan ettiler, sonra hapis yatırarak kendilerince ceza verdiler, 49 gün sonra da 11 Mart’ta sizin karşınıza çıktım. Yani bugünün Türkiye’sinde önce hüküm veriyorlar, sonra ceza kesiyorlar, en sonunda da yargılıyor gibi hukukun adeta tersten işletildiği bir tablo var ortada.
İddianamede hakkımda 12 yıl 10 aya kadar hapis istiyorlar. Atasözünden zorlama suç icat ettikleri yetmemiş gibi bir de “kamu görevlilerine de hakaret etti” diyerek ek suçlamaları ilave edip, tutuklanmama adeta kendilerince gerekçe ürettiler ancak bunu yaparken yine gayri hukuki davrandıklarını fark etmediler ya da “Kim takar hukuku” diyerek hareket ettiler. Zira kişilerin bir suç isnadı karşısında en temel hakkı olan savunma hakkını bile bana çok gördüler. Bir nevi “Burası hukuk devleti mi kardeşim, ne savunması” dediler!
13 yıla yakın hapis yatmamı talep etmelerini gerektirecek hangi suçları işlemiş olabilirim, gerçekten merak ediyorum.
Anonim bir atasözü kullandım ama içinde “saray” sözcüğü geçtiği için Cumhurbaşkanı’nın üstüne alınacağını hesap edemedim. Bu anonim atasözünü kullanırken hiçbir surette Recep Tayyip Erdoğan’ın ismini kullanmadım, şahsını hedef almadım.
Hakkımda yandaş medya ve troller tarafından Cumhurbaşkanı’na hakaret etti diye bir linç kampanyası başlatılınca, ben de hiçbir yorum yapmaksızın hakaret iddiasına sebebiyet veren sözün bir atasözü olduğunu, hatta Çerkes atasözü olduğunu yani anonim olduğunu ortaya koymak için bir tweet attım. Hepsi bu.
Ulaştırma Bakanı için usulsüz olduğu iddia edilen ihaleler hakkında “İddiaların karşılığında bir veri üretmeden trollerin yalan haberlerinden medet umarcasına bir zavallılık sergilemek yakışıyor mu” dedim.
İçişleri Bakanı için “Sayın Soylu’nun soyadına ihanet edercesine takındığı üslup, herkesi terörist ilan etmek, herkesi hain ilan etmek doğru mu” diye sordum.
Bunların hepsi eleştiri, asla hakaret kabul edilemez. Gazetecilerin yaptıkları eleştirilere hakaret deyip haklarında hapis cezası istemek; basını susturma ve ifade özgürlüğünü sınırlama çabasının bariz bir göstergesidir. Otoriter veya totaliter rejimlerde gördüğümüz bu tür anti demokratik girişimler hem adil yargının yetkisini ve gücünü ele geçirme hem halkın gerçekleri öğrenme ve haber alma hakkını gasp etme anlamına gelmektedir. Üstelik hem AİHM hem Anayasamız şuna vurgu yapmaktadır. “Sahip olduğunuz siyasi güç oranında eleştirilere katlanma mecburiyetiniz vardır. Hatta bu eleştiriler kırıcı, şok edici ve rahatsız edici olsa bile…”
Anayasa Mahkemesi kararlarında da “Normalde başkalarına söylendiğinde hakaret kabul edilebilecek ifadeler üst düzey siyasi ve kamu görevlilerine söylendiğinde ELEŞTİRİ olarak sınıflandırılacaktır.” denmektedir. (Ergin Poyraz 2015, Önder Balıkçı 2017)
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde ya da dünyanın hiçbir hukuk devletinde yaşanmayacak şeyleri yaşattılar bana… Sözü ve kalemi dışında başka hiçbir gücü olmayan bir kadına devletin ve iktidarın tüm imkanlarını kullanarak saldırdılar. Medyada hedef gösterdiler, sosyal medyada linç ettiler, tehdit ettiler, küfrettiler, gece yarısı gözaltına aldılar, koro halinde “suçlu” ilan ettiler, hapsettiler… Bunca saldırının, öfkenin, hışmın karşısında Yüce Türk Adaleti’ne sığınıyorum ve bu davanın en adil şekilde sonuçlanmasını diliyorum, hem şahsım hem ülkem adına…
Ve yüksek müsaadenizle şu soruları soruyorum;
Sizce bir atasözünden zorlama şekilde hakaret suçu çıkaranların hakaret sicilinin epey kabarık olması manidar değil mi? Hakaret ettiğimi iddia ettikleri açıklamalarda bile hakaret ediyor olmaları kendilerini yasalardan muaf tuttuklarının bir göstergesi değil mi?
Sizce ağza alınmayacak küfürlerin edildiği, aleni tehditlerin savrulduğu sosyal medyadaki linç kampanyalarını “Aferin, iyi bir ivme yakaladık, devam edin” diye teşvik etmek, suça azmettirmek değil mi?
Sizce ekranda “Şahsım önemli değil, makamıma hakaret edildi” diyen kişinin açtığı manevi tazminat davasında “Şahsıma hakaret ettin, bana 250 bin TL ödeyeceksin” demesi, bir çelişki değil mi?
Sizce “Cumhurbaşkanlığı makamına hakaret edildi” diyen kişinin daha sonra AK Parti’nin 81 ildeki teşkilatına seslenip hakkımda suç duyuruları yapılmasını istemesi davanın muhatabının aslında Cumhurbaşkanı değil AK Parti Genel Başkanı olduğunun bir ispatı, bir itirafı değil mi?
Sizce bir atasözü, bir tweet, bir yorum ya da bir eğitim semineri üzerinden bir gazetecinin sürekli hedef gösterilmesi, hakkında davalar açılması, yargılanması, hapsedilmesi gerçeklerin kamuoyu ile buluşmasını engelleme telaşının bir göstergesi değil mi?
Sizce masumiyet karinesini hiçe sayarak kişilerin hüküm giymeden, hatta yargı karşısına çıkmadan ve hatta henüz ifadesi dahi alınmamışken “suçlu” ilan edilmesi ve bunun siyasi erki elinde bulunduranlar tarafından bilinçli, organize ve sistemli şekilde yapılması hukuka aykırı olmasının ötesinde, Yüce Türk Adaleti’ne hakaret değil mi?
Öğrendiğim kadarıyla iddia edilen suç, katalog suçlardan biri değil yani infazı söz konusu olsa yatarı yok. Böylesi bir suç iddiası yüzünden delil karartma imkanı ve kaçma şüphesine dair tek bir kanıt olmadığı halde bir gazeteciyi tutuklu yargılamak, 49 gün hapsetmek, sadece o gazetecinin özgürlüğünü hukuksuzca kısıtlamanın ötesinde topluma bir gözdağı verme, toplumda korku iklimi yaratma gayreti değil mi?
Sizce zamanında bir şiirden dolayı 3 ay hapis yatmış ve siyasi yaşamı boyunca bunu bir “mağduriyet” kartı olarak kullanmış birinin şimdi bir atasözünden dolayı bir başkasını 13 yıla yakın hapis yatırma gayreti, tarihin bir cilvesi değil mi?
Sizce Cumhurbaşkanlığı makamına saygıdan bahseden kişinin, o makamın ilk ve ebedi sahibine “ayyaş” demiş olması, bu ülkenin utancı değil mi?
Sizce bu ülkenin özgür, adil, müreffeh günlere kavuşabilmesi için toplumun sesi olan gazetecilerin korkusuzca yazabilmesi, konuşabilmesi, soru sorabilmesi ve eleştiri yapabilmesi, demokratik hukuk devleti için bir zaruret ve haklı bir mücadele değil mi?
Ve sizce böylesi bir mücadeleyi her türlü bedeli ödemeyi göze alarak ortaya koymak evlatlarımıza, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük miras ve onun da ötesinde bir vatan borcu değil mi?
İddia edilen suçları kesinlikle kabul etmiyorum; beraatime karar verilmesini ve tahliye edilmemi talep ediyorum…"