'Şehir merkezi neresi mümine bacım?'

'Şehir merkezi neresi mümine bacım?'
Yeni Şafak gazetesi yazarı Abdullah Muradoğlu, Habertürk gazetesinin türbanlı yazarı Nihal Bengisu Karaca’ya köşesinden seslendi.Yeni Şafak gazetesi yazarı Abdullah Muradoğlu, Habertürk gazetesi yazarı Nihal Bengisu Karaca’ya köşesinden seslendi. Karaca’nın kendisiyle yapılan bir röportajda “Nerede oturmak istersiniz” sorusuna verdiği “Şehir merkezine yakın oturmak isterdim” yanıtını köşesine taşıyan Muradoğlu, bu yanıtı ‘ti’ye aldı. Muradoğlu, Karaca’ya “İstanbul’da şehir merkezi neresi Mümine bacım? Fatih, Eyüp, Üsküdar bir şehir midir mesela? Yoksa Nişantaşı mıdır, Etiler midir, Bebek midir, hani bir aydınlatsan bizi diyorum” diye sordu. İşte Muradoğlu’nun Yeni Şafak’ta (28 Nisan 2009) yayımlanan yazısının tamamı… Belgesel tadında bir gerilim hikayesi! 2007 Nisanı'nda Meclis'te Cumhurbaşkanı seçilmesine ilişkin oylamaya katılmamaları için DYP milletvekillerine baskılar uygulandığını biliyorduk. DYP eski milletvekili Ümmet Kandoğan, Süleyman Demirel ile görüşen Mehmet Ağar'ın "meclise girmeme" yönünde fikir değiştirdiğini anlatmış. Kandoğan, bu fikrinden vazgeçmesi için Ağar'la boğaz boğaza gelmiş, ama başaramamış. DYP'yi ve ANAP'ı betona pike yaptıran girişimler hakikaten filmlik.. Gerilim dozu yüksek bu birkaç günün hikayesi belgeselciler için iyi malzeme.. Hatta Demirel de bu belgeselde rol alsın, demokrasi tarihimiz açısından yararlı olur. Zeki Alasya'nın yönettiği "Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye'de" filminde gayet başarılı oynamıştı Demirel. Hepimiz parmaklarımızı ısırmış, "nasıl bu kadar inandırıcı oynuyor" diye gizliden gizliye haset de etmiştik.. Firar edip ecinnilere karışan bir Cumhurbaşkanının öyküsünü anlatıyordu bu film.. Cumhurbaşkanını bulmak için emekli bir cumhurbaşkanına akıl danışılıyordu.. Emekli Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel idi. Bakın ne kadar da biribirine benziyor iki hikaye.. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmemesi için emekli bir Cumhurbaşkanına (Demirel'e) akıl danışılıyor, o da "Girmeyin kardeşim, binaenaleyh girerseniz bir daha çıkamazsınız" falan diyor. Ancak iki senaryo arasında bariz bir fark var sevgili okurlar. İlki, bir komedi, ikincisi; trajedi. Gerçi trajedilerde de kendine özgü bir parça mizah her zaman vardır. Tek sorun, Demirel'i ikinci kez oynamaya ikna etmek. Bacım sen İstanbul'un neresindensin? Nihal Bengisu Karaca'nın, Zaman'dan Habertürk'e transferi büyük mesele oldu. Oysa 'merkez gazeteler'den 'muhafazakar' gazetelere transfer edilenlerin sayısı çok daha fazla. Bu transferler 'mahalle' baskısıyla da karşılaşmadı bildiğim kadarıyla. Ama merkez gazetelere yapılan transferler pek de öyle sayılmaz. Mesela Habertürk'ten Elif Key'in Nihal B. Karaca'ya sorduğu soruda yer alan "Fikren yakın olduğunuz bi camiadan Habertürk gibi merkezde bir gazeteye geçtiniz" cümlesinde dile getirildiği gibi. Bu örneğimizde Zaman gazetesi, Fatih Altaylı'nın "mümine bacı" diye takıldığı Nihal Hanım için fikren yakın olduğu bir 'camia'nın adı oluveriyor. Habertürk ise 'merkez'de yer alan bir 'gazete' halini alıveriyor. Şu 'merkez medya' nedir, kuş mudur, deve midir onu da anlamış değilim ya! Neyin merkezidir mesela? Toplumun mu, devletin mi, sistemin mi, sermayenin mi? Bir parça kafa karışıklığı Nihal Hanım'a da yansımış olmalı.. "Gazetecilerde bir sınıf atlama telaşı olduğunu görüyoruz. Sizin de aklınızda bir gün Nişantaşı'na ya da Etiler'e taşınma fikriniz var mı" sorusuna bakın nasıl cevap vermiş: "Sınıf bana gelsin ayol, ama Allah var, şehir merkezine yakın oturmak isterdim." İstanbul'da şehir neresi, şehir merkezi neresi mümine bacım? Fatih, Eyüp, Üsküdar bir şehir midir mesela? Yoksa Nişantaşı mıdır, Etiler midir, Bebek midir, hani bir aydınlatsan bizi diyorum. Tıkandım çünkü. Eleştirilerin dozu.. "Ergenekon Soruşturması" kapsamında şimdiye kadar bir kişiye bile fiske vurulduğuna tanık olmadık. Susma hakkını kullananlar da var, susmayıp konuşanlar da. Avukatlar her aşamada müvekkillerinin yanı başındalar. Gözaltına alınan bir zanlı için "böyle bir kişi bizde yok" mevzusu da söz konusu olmadı hiç. Böyle çok sanıklı, karmaşık davalarda kuşkusuz eksiklikler olacaktır, bunları eleştireceğiz de.. Ama bir bakın, bazı sanıklar hapisten makaleler yayımlıyorlar, açıklamalar gönderiyorlar.. Hastanelerde tedavi gören sanıklara yapılan ziyaretlerin haddi hesabı yok. Hasta ve yaşlı oldukları için tutuklanmayan sanıklar işlerinin başındalar. Mesela "İlhan Selçuk" devam eden davaya ilişkin görüşlerini yazıyor köşesinde.. Doğu Perinçek, Tuncay Özkan da öyle.. Bazı yargı mensupları, siyasiler, yazarlar davayı yürüten savcılara, polislere demediklerini bırakmıyorlar.. Siz hiç böyle bir "12 Mart", böyle bir "12 Eylül" gördünüz mü? Peki siz hiç böyle bir "Nazi uygulaması" gördünüz mü? Eleştiri, tepki, tamam ama dozunu fazla kaçırmıyor muyuz? Usül'e ilişkin eleştiriler, Davanın Esası'nı gözden kaçırmaya sebebiyet vermemeli. "Bu ülkede bir daha darbe olmamalı" diyorsak eğer, herkes sorumlu davranmalı.