Ve başka çocuklar gözlerini kırpmadan ölüme koşabilsinler diye "şehit" derler o çocuklara… Ve yüreği yanmış anası, babası, eşi, çocukları isyan etmesinler diye ve "bir tane daha olsa, onu da veririm" desinler diye...
Oysa canları yanar ölürken. Çok yanar. Yaraları kanar. Çok kanar. Ve "ateş" emri verenlerin ağzından çıkan bir nefeslik kelimeler kadar kolay çıkmaz o çocukların acıyan canları...
Keşke herkes sussa ve sadece, sadece o ölmüş yoksul çocuklarla onların anaları, yavukluları konuşsa. İçlerindeki bütün devletlerden ve komutanlardan kurtularak konuşsalar...
Konuşsalar ve anlatsalar bize “neden, ne için” öldüklerini…
Konuşabilseler ve onlar karar verebilseler keşke, savaşın gazete manşetlerindeki kadar kahramanca olup olmadığına.
Konuşabilseler ve sorsalar, neden yaşarken beş kuruşluk değerleri yoktur da, ölür ölmez kıymete biniverir hikâyeleri...
Konuşabilseler ve sorsalar, nasıl bir kıvılcım hızıyla unutuluverirler ve kendilerinden önceki ve sonraki şehitlerle birlikte birer istatistik olup donarlar, hiç yaşlanmayacak asker fotoğraflarıyla, bir mezar taşında...
Konuşabilseler ve kendileri karar verebilseler: Ölü bir kahraman mı olmak isterler, uğruna ölümün kutsandığı toprağın altında… Yoksa yaşayan bir fani mi, uğruna yaşanası toprağın üstünde...
Ha devrim şehidi olmuş, ha devlet şehidi...
Ölümle bu kadar sarmaş dolaş olduktan sonra, nasıl ve nerede soluk alacağız?
Ben, çıldırmış kalabalıklar ortasında sesleri bile duyulmayan gencecik çocukların cansız toprağa düştüğü bir ülkede yaşamak istemiyorum.
Ben, ölmenin bu kadar kolay ve yüce, yaşamanın bu kadar zor ve anlamsız olduğu bir ülke de istemiyorum.
İnsanların, dillerinin, adlarının, kimliklerinin, neliklerinin yasaklandığı ya da lütfedildiği bir ülke için mi öldürtüyoruz gencecik çocuklarımızı?
Kürtlerin eşit yurttaşlık taleplerinin karşılanmamasının ne yararı var, o şehitlere, onların analarına, babalarına, eşlerine, çocuklarına?
Bu savaşın, 30 yıllık klişelerle değil, cesur demokratik hamlelerle biteceğini görmek neden bu kadar zor?
Herkes kendini onurlu, itibarlı, sevgili, saygılı bir hayatın içinde bulsa, kim kimi ikna edebilir, katil ya da maktul olmaya?
Hepsi kendi yurttaşımız olan çocuklarımızı birbirine öldürterek mi yücelteceksiniz bu ülkeyi?
İnsanları kendi vergileriyle inşa ettiğimiz en büyük “adalet” saraylarında yargılayıp, kendi vergileriyle yaptırdığımız hapislerde çürüterek mi mutlu olacağız bu topraklarda?
Söylesenize, bu mu sizin uğruna çocuklarınızı öldürttüğünüz vatan?
En mide bulandırıcı savaş pornosuna dönüşen gazetelere bakın. O öldürülmüş çocukların acısından eser görüyor musunuz, o manşetleri atanların yüreğinde?
30 yıldır kaç kez atıldı o manşetler?
Yüz yıllık Kürt politikasıyla, otuz yılın klişeleri arasındaki paralellik sizin de sinirinize, yüreğinize, vicdanınıza dokunmuyor mu?
30 yıl daha aynı manşeti gözünü kırpmadan, eli titremeden atabilecek yayın yönetmenlerine soralım mı, “Kaç yıl daha aynı silahlı, aynı zehirli, aynı öldürücü dili kullanacaksınız?”
O gazetelerde, kalbiyle aklı birbirine küsmemiş insanlar varsa hâlâ, onlara sesleniyorum:
Henüz “son yolculuğuna” uğurlanacak “şehit” mertebesine ermemiş çocuklarımız var. Kimi okuyor, kimi çalışıyor, kimi bıyıkları terlememiş, başında kavak yelleri esiyor…
O klişe mersiyelerinizin içindeki fotoğraflar arasına onları katmayın.
Bu savaşın bitmesini samimiyetle istiyorsanız, bunu bize de gösterin.
Yok, eğer istemiyorsanız, o sahte kahramanlık destanlarınıza yoksul halk çocuklarının değil, kendi adlarınızı yazın!
NOT: Sevgili Sırrı Süreyya Önder,“Biz o Meclise onurumuzu kapıda bırakıp girmeyiz” diyorsun. Siz o Meclise girdiniz zaten. Onurunuzla ve sizi destekleyen milyonlarca insanın oyu ve gücüyle… Şimdi o onur ve destekle birlikte yaşamın ve barışın omuzlarınıza yüklediği ağır sorumluluğu da yanınıza alıp sıralara oturmanız gerekmiyor mu?